SİNEMA / TİYATRO
Giriş Tarihi : 28-11-2024 23:29   Güncelleme : 29-11-2024 00:10

Aguirre Tanrıların Gazabı / Serhan Poyraz

Serhan Poyraz -AGUIRRE TANRILARIN GAZABI

Aguirre Tanrıların Gazabı / Serhan Poyraz

AGUIRRE TANRILARIN GAZABI

El Dorado…

Altın diyarı El Dorado, kökenine dair birçok farklı anlatı olan ve tarihin en yaygın bilinen mitlerinden biri…

El Dorado miti, Avrupa'da ilk kez on altıncı yüzyılda dillendirilmeye başlarken, kimisine göre bir insan, kimisine göre de bir göl veya vadi olarak şekillenmiş ama hepsinde ortak olan tek şeyi yeri olmuş.

El Dorado… Güney Amerika’da altın kaplı bir kral veya taşı toprağı altın olan bir şehir ama hangisi?

Bu mitin ilk versiyonuna, Gonzalo Fernandez de Oviedo adında maceraperest bir kaşifin 1541 yılında kaleme aldığı yazılarında rastlanır.  Bu ilk anlatı, İspanyolların İnkaları yok etme sürecinin bir parçası olarak o zaman yeni ele geçirilmiş olan Ekvador'un şimdiki başkenti Kito'da geçer. El Dorado; “Öğütülmüş tuz kadar ince altınla kaplı olarak dolaşan ve başka bir süs takmanın daha az güzelleştirici olduğu görüşündeki büyük bir kral”dır.

Mitin ikinci versiyonu da yine aynı yıla dayanır. 1541 yılında Gonzales Pizarro adında İspanyol bir asker, birkaç yüz adam, prangalar içinde dört bin yerli köle ve çok sayıda atlar, lamalar, domuzlar ve köpeklerle birlikte, efsanevi kral El Dorado’nun ülkesini aramak için Ekvador’un başkenti Kito'dan yola çıkar. Altını tüm vücuduna aksesuar yapan kralın ülkesinin de altın dolu olacağını düşünen Pizarro, yağmur ormanlarının ürkütücü karanlığında, dağların arasındaki nehirler boyunca yürüyüşüne haftalarca devam etmesine rağmen bulduğu sadece doğanın kayıtsız acımasızlığı ve kıtlık olunca bu seferin sonucu büyük bir açlık ve sefaletle Kito’ya geri dönüş olur. Pizarro, bu macerasıyla ilgili kendi anlatımlarında, El Dorado'yu bir insan değil, bir göl olarak tanımlarken, aynı seferi anlatan tarihçi Pedro de Cieza de Leon, El Dorado'yu bir vadi olarak yazar.

Yaklaşık otuz yıl sonra, 1570’lerde, sonradan bir şaire dönüşen Avrupalı rahip Juan de Castellanos'un Yeni Dünya’nın fethedilmesi sırasında yaşamış önemli figürlerin hikayelerini ve Amerika’nın yerli halklarının tarihini epik bir dille anlattığı 113.000 dizelik devasa bir şiiirde, “Elegías de varones ilustres de Indias (Kızılderililerin Ünlü Adamlarının Ağıtları)” adlı eserinde de El Dorado miti geçer.

Juan de Castellanos’un şiirindeki El Dorado miti, And Dağları'nın doğu sıradağlarının yukarısında, yani bugünkü Kolombiya sınırlarında olan büyük bir platoda yaşayan “Muisca” kabilesinin şefiyle ilgilidir. Bu şef, kabilesince kutsal bir güne ait bir ritüelin parçası olarak kutsal bir göle dalmadan önce kendini altın tozu ve değerli mücevherlerle kaplar. Avrupalılarca “Altın olan” olarak tercüme edilen “El Dorado” adı da işte buradan gelir. Dönemin Avrupalıları, Muisca şefinin altından yapılmış muhteşem bir şehrin gerçek kralı olduğu yanılgısına kapılırlar. Oysa ki Muisca kabilesi için şefin bu hareketi onun seçilmiş bir kişi olarak  Tanrılarla olan bağlantısını sembolize etmekteydi.

Bu şiir her ne kadar İspanyol kahramanlığına övgüler sunsa da, bir yanlış anlama neticesinde yerli halkların çektiği acıları ve kültürel kayıplarını dile getirmesi açısından dikkat çekicidir ve farklı bir bakış açısı ortaya koyar. El Dorado miti nasıl anlatılırsa anlatılsın gerçek olan şudur ki, bu mit sömürgeci Avrupa’dan birçok işgalciyi zengin ve iktidar sahibi olma umuduyla peşinden sürüklemiş ve onların kendi felâketlerine sebep olmuştur. Elbetteki El Dorado arayışının, sadece işgalciler ya da kaşifler için değil, aynı zamanda bölgede yaşayan yerli halklar için de derin sonuçları oldu. Çünkü Amerika yerlilerinin, modern dünyanın beyaz adamlarını anlamasına imkan yoktu.

Yaşlı bir kızılderili der ki; “Bizim halkımız ile beyaz halk arasındaki en büyük fark tevazudadır. Bizim insanımız ne kadar yükselirse yükselsin, ne kadar ileriye giderse gitsin, bilir ki Yaratıcı’nın ve kâinatın önünde bir zerredir.”

Hiçbir zaman bulunamayan El Dorado, beyaz adamın ya da diğer bir ifade ile modern dünya insanının ulaşmak istediği ideallere olan bitmeyen arzusu, hırsı ve bu uğurda hayatında deneyimlediği hayal kırıklıklarının, kayıpların ruhunda yarattığı çatlakların arasına sızmış bir anlam arayışı olabilir miydi?

Nitekim on dokuzuncu yüzyıl yazar ve şairi Edgar Allan Poe, kişisel kayıplar ve finansal açıdan büyük zorluklar yaşadığı hayatının son döneminde, 1849 yılında, içsel karmaşasını ve hayatın anlamını sorgulamasını yansıtan “Eldorado” şiirini yazdı:

“Kuşanmış keyifle,
Yiğit bir şövalye,
Gün ışığında ve gölgede,
Bir şarkı söyleyerek,
Yol almıştı epeyce,
Arayarak Eldorado'yu.

Ama yaşlandı-
Bu korkusuz şövalye
Ve bir gölge düştü yüreğine
Bulamayınca hiçbir yer
Anımsatan Eldorado'yu.

Ve en sonunda
Gücü tükendiğinde,
Rastladı bir gezgin gölgeye-
'Gölge' dedi,
'Nerede olabilir-
Bu Eldorado denilen ülke?

'Sür atını aydaki
Dağların üzerinden.
Aşağıya gölgeler vadisine,
Korkmadan sür'
Diye yanıtladı gölge, -
'Arıyorsan eğer Eldorado'yu'”

Edgar Allan Poe’nun çağdaşı Friedrich Nietzche de modern dünyanın değerleri, normları ve ilerleme anlayışının insan yaşamını yönlendiren ahlâki ve metafizik temelleri yok ettiğini ve bunun da nihilizmi tetiklediğini düşünür.

Güç istenci kavramı Friedrich Nietzche’nin de felsefesinin temel taşlarından biridir. Nietzche’ye göre güç istenci, varoluşun temel gücüdür. İnsanlar, gücü yalnızca dış dünyada değil, aynı zamanda kendi iç dünyasında da arar ve bu süreçte kendi değerlerini yaratır. Nietzche güç istencini sadece insan yaşamına değil, doğanın da tüm yönlerini kapsayacak şekilde genişletir. Doğadaki tüm varlıklar, hayatta kalmak ve büyümek için güç istencini sergiler. Bu nedenle, güç istenci bireysel olduğu kadar kozmik bir kavramdır.

Nietzche, modernitenin nihilist yapısından kurtulmak için insanın yeni bir anlam sistemi oluşturması gerektiğini düşünür. Bu yüzden, postmodernler için Nietzche, modernite ile hesaplaşmada önemli bir figürdür.

“Yeterli görsellerimiz yok, uygarlığımızın yeterli görselleri yok ve bence bir medeniyet yeterli bir dil ve yeterli görseller geliştirmezse yok olmaya mahkumdur veya dinazorlar gibi yok olacaktır. Bunu çok çok dramatik bir durum olarak görüyorum ve görüntülerin yeni grameri üzerinde çalışıyorum.” diyen bir yönetmen...

Güney Amerika’nın Kızılderililere mekân olmuş ve herhangi bir yöne doğru yürüdüğünüzde en az 500 mil boyunca ormandan başka hiçbir şeyle karşılaşmayacağınız Amazon yağmur ormanlarının derinliklerinde 1972 yılında film çekmeye başlayan bu yönetmen, Werner Herzog...

Herhangi bir yapımda karşılaşacağınız engellerin yanı sıra, medeniyetten bu kadar uzakta çekim yapmak, Herzog ve ekibini yaralanmalarla, hastalıklarla ve kendi krallığına giren her insanın hayallerini yıkmaya kararlı görünen doğanın saldırganlığıyla karşı karşıya getirecekti. Ama bu, Werner Herzog için alışılagelmiş bir durumdu. Onun filmlerinin hepsi, doğası gereği şiddet içeren ve kayıtsız olan bir evrene karşı mücadele eden insan ruhuyla ilgiliydi.

Werner Herzog’un 1972 yılında çektiği bu film, senaristliğini kendisinin yaptığı, Klaus Kinski, Helena Rojo, Del Negro, Ruy Guerra ve Peter Berling gibi isimlerin rol aldığı, 16. yüzyılda İspanyol komutan Aguirre’nin And Dağları’nın eteğindeki ormanların kıyısında bir salla yaptığı nehir yolculuğunu anlatan; “Aguirre, Tanrıların Gazabı” filmiydi.

Söylencelerin altın kenti El Dorado’ya ulaşmak için yapılan bu yolculuk üzerinden insanın doğasına dair derin eleştiriler getiren bu film, güç arzusu, bireyin trajedisi ve anlam arayışı gibi kavramları işliyordu.

Diğer bir ifade ile; Werner Herzog’un filmi, insanın doğayla ilişkisindeki trajik çatışmayı görselleştirir. Filmde doğa (Amazon ormanları ve nehir), Aguirre ve ekibinin bütün çabalarına rağmen onların hayatını yöneten bir güç haline gelir. Doğa, insana kayıtsızdır; sessiz ama baskındır.

Nietzsche de, doğayı bir kaos ve yaşamın temel bir kaynağı olarak görür. Ona göre; doğa karşısında insan küçüktür, ancak insan bu kaostan bir anlam yaratmaya çalışır. İnsan, güç istenci yoluyla doğaya üstünlük kurmaya çalışır ancak bu çaba genellikle trajik bir başarısızlıkla sonuçlanır. Yani Nietzche, insanın doğaya karşı zafer kazanma çabasını eleştirir ve insanın doğanın bir parçası olarak anlam arayışını sorgular.

Filmde Aguirre’nin doğaya hükmetme arzusu, Nietzsche’nin güç istenci kavramını andırır. Ancak Aguirre’nin güce olan takıntısı, doğa karşısında anlamsızlaşır ve sonunda trajik bir yıkıma yol açar. Aguirre’nin hikâyesi, doğanın büyüklüğü karşısında insanın yalnızlığını ve çaresizliğini gösterir. Werner Herzog, insanın doğayla uyum içinde olmadığını, aksine doğa karşısında yıkıcı bir mücadele içinde olduğunu vurgular.

Yaşlı bir Kızılderili de der ki; “Bir Kızılderili gölün üstünden gelen rüzgârın mülâyim gürültüsünü sever, öğleyin yağan yağmurun temizlediği, taze çam yapraklarının ağırlaştırdığı rüzgâr kokusundan hoşlanır. Kızıl adam için hava kıymetlidir, çünkü her şey aynı solunumdan pay alır. Hayvan, ağaç ve insan, hepsinin teneffüs ettiği hava aynıdır.”

Kızılderililerin doğa anlayışı, hem Nietzsche hem de Herzog’un eleştirilerinin tersine bir bakış açısı sunar. Kızılderililer, doğayı kutsal bir varlık olarak görür ve onunla uyum içinde yaşamayı savunur. Onlara göre insan, doğanın bir parçasıdır ve onu kontrol etmeye çalışmak yerine onunla bir denge kurmalıdır.

Kızılderili inanışlarında doğa, ruhsal bir güce sahiptir. Hayvanlar, bitkiler ve doğa unsurları, insanla eşit derecede değerlidir. Bu, Nietzsche’nin doğanın kaosunu kabul etme çağrısına benzese de, Kızılderililer doğayı daha çok bir denge ve huzur kaynağı olarak görür. Bu yüzden Kızılderili öğretileri, insanın doğaya hükmetmeye çalışmasının yıkıcı olduğunu belirtir.

Nietzsche’nin felsefesi, Werner Herzog’un “Aguirre, Tanrıların Gazabı” filmi ve Kızılderililerin doğa karşısındaki anlayışları arasında önemli paralellikler vardır. Üç yaklaşım da insanın doğayla olan ilişkisinde anlam arayışına, gücün sınırlarına ve doğanın üstünlüğüne dikkat çeker.

Nietzsche ve Herzog, insanın doğayla uyumsuzluğunu ve bunun getirdiği trajediyi vurgularken Kızılderililerin doğayla uyumlu yaşam anlayışı, bu çatışmanın nasıl aşılabileceğine dair bir alternatif sunar.

Navajo Kabilesi’nin bir şarkısı der ki; ““Yeryüzünün sonuna gittim. Suların sonuna gittim. Gökyüzünün sonuna gittim. Dağların sonuna gittim. Arkadaşım olmayan bir şey bulamadım.”

“Tanrı öldü” der Nietzche…

Filmde Aguirre’nin ve tıpkı diğer asker, maceraperestlerin ve kaşiflerin dini motivasyonları (Hıristiyanları yerlilere götürme amacı) tamamen yozlaşmış ve anlamsız hale gelmiştir. Aguirre’nin Tanrı’ya olan bağlılığını tamamen reddedip kendi tanrısallığını yaratma çabası da Nietzche’nin düşünceleri ile örtüşür.

Herzog’un filmi, Nietzsche’nin doğanın kaosu ve insanın yalnızlığına dair görüşlerini görselleştirirken, Kızılderililer ise doğayı bir çatışma alanı olarak değil, insanın varoluşunun bir parçası olarak görür.

Filmdeki karakterlerin hepsi çaresiz ve yalnız isyancılar, iletişim kuracakları dilleri yok.

Oysa yaşlı bir kızılderili ise der ki; “İnsan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?”

Filmdeki karakterler kaçınılmaz olarak bundan dolayı acı çekiyorlar. isyanlarının başarısızlıkla sonuçlanacağını biliyorlar ama aralıksız devam ediyorlar, yaralılar ve yardım almadan kendi başlarına mücadele ediyorlar.

Peki yaşlı bir Kızılderili yanılabilir mi?

Onlar doğanın ve insan ruhunun derin sırlarını anlamış olabilirler ancak aynı zamanda kendi sınırlarının da farkındadırlar. Bu da onların yanılma olasılığını kabul ettikleri anlamına gelir. Yanılma olasılığı, bilgeliği küçümsemez aksine bilge kişinin hatalarından ders çıkarabilme özelliğini ön plana çıkarır.

Nietzche gibi filozoflar, insanın kusurluluğunun ve sürekli arayış içinde olmasının, yaşamın anlamını oluşturduğunu ileri sürerler.

Yaşlı bir Kızılderili yanılabilir, çünkü insan olmanın bir parçası da yanılma ve öğrenmedir. Hiç şüphe yok ki yaşlı Kızılderili beyaz adamı ilk gördüğünde onu da kendisi gibi bir insan zannetme yanılgısına düşmüştür. Nereden bilebilirdi ki karşısında “Tanrıların Gazabı” olan Aguirreler var?

Bana kalırsa, hiç heveslenmeyin. Yaşlı bir Kızılderili yanılmaz…

Aguirre, Tanrıların Gazabı…  

Werner Herzog’dan, doğası gereği şiddet içeren ve kayıtsız olan bir evrene karşı mücadele eden insan ruhuna dair açılım yapan bir film.

Teşekkürler büyük şef…

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi