ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 31-08-2024 14:35   Güncelleme : 02-09-2024 03:35

Yusuf Dede / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Yazan: Ümmügülsüm Hasyıldırım -YUSUF DEDE

Yusuf Dede / Ümmügülsüm Hasyıldırım

YUSUF DEDE

Gül, lise ikinci sınıftaydı. Yarıyıl tatili için yıllık ödev vermişti öğretmen. Konusu, Kurtuluş Savaşı gazilerinin bir anısı idi. Gül, kendisine ancak anneannesinin yardım edebileceğini bildiği için yanına gitti. Ödevi anlatıp, tanıdığı bir gazi olup olmadığını sordu. Olumlu cevabı ile birlikte Yusuf Dede’ye gittiler. 

Yusuf Dede köyün en dışında, en ücra yerinde, izbe bir barakada yaşıyordu. Ağır ağır gıcırtıyla açılan kırık dökük kapısı, yılların ıstırabıyla inim inim inliyordu sanki. Yusuf Dede’nin yemyeşil, buğulu gözlerinden hüzün fışkırıyor, ateş olup yakıyordu gönülleri. 

Gül, geliş sebeplerini anlatıp yardım isteyince, buyur etti içeriye. "Hoş geldiniz" merasiminden sonra derin derin soluyarak uzun uzun düşündü. Biraz önce ateş parçası gibi olan gözlerinin yerini, ıstırap dolu, buğulu ama bir o kadar da gururlu bir bakış aldı. Gül kayıt cihazını açmış heyecanla bekliyordu. 

Yusuf Dede: "Nereden başlasam bilmem ki a kızım! Ne günler ne savaşlar atlattı bu vatan, neler yaşadı? Tüyü bitmemiş yetimler, öksüz kuzular kaldı geriye. Vatanımız öyle bir savaş yaşadı ki âleme ibret, anlat anlat bitmez" diyerek, başladı anlatmaya: "Benim askerliğim bir tuhaf geçti zaten. Şu an nasıl hayattayım, hâlâ bilmiyorum. Ben askere gittiğimde daha 16-17 yaşlarındaydım. Ben, on bir yıl askerlik yaptım. Size beni çok sarsan, unutamadığım bir anımı anlatayım.

Günlerce cepheden cepheye koşmuş, nice mücadeleler vermiş, savaşın en sarsıcı acılarına şahit olmuştuk. Ama tarihte böylesi sarsıcı olay olmamıştır. 

Savaş şiddetiyle devam ediyordu. Artık gün, ay, yıl farkında değildik. Aylardır cephelerdeydik. Fransızlar ve yandaşları Mondros Mütarekesi’nden sonra Adana, Osmaniye ve Mersin'i işgal etmişti. O cephe senin, bu cephe benim sürekli birlik ve cephe değiştiriyorduk. Fakat Mehmet Onbaşı’nın şehit olduğu gün harap olmuştuk. O dehşetli bir gündü. O, nasıl bir askerdi; şehit olduğu o an öyle huzur dolu bir yüzü vardı ki!

Mersin yakınlarında, küçücük bir köyün dağa doğru uzanan yamacında, birliğe bir sığınak yaptık. Köyü kışla gibi kullanacak; burayı abluka altına almaya çalışan arsız, adi, zalim Fransız birliklerini sokmayacaktık. Asker yorgundu, yaralıydı, aç ve susuzdu. Köylüler öyle fedakârlardı ki! Ellerindeki her şeyi ortaya döktüler. Kıyıda, köşede ne var ne yok toplayıp getirdiler. Çocuklarının rızkını bile! Mehmet onbaşı; bir annenin çocuğuna içirmek için hazırladığı sütünü, yavrusunun elinden alıp aç olan askere uzattığını görünce: ‘Bacım, o bebenin sütünü ne yapıyorsun? O kadar da değil! İçir onu çocuğuna. Benim askerim ot yer, toprak yer ama bebenin hakkı olan sütü içmez.’ dedi. 

O gencecik anne: ‘Ne diyon sen komutan! Ben bu sütü bu askerden sakınırsam eğer vatan mücadelesi nasıl yapılır ha? Asker güçlenecek ki vatan kurtulsun. Benim sütüm yeter ona evelallah. Bebem yaşasın diye bir asker heba edersem, vatan düşman eline geçtiği vakit, zaten düşmanın kanlı çizmesi altında can verecek. Bırak komutanım, bırak da bebem şerefli bir sebepten ölsün. Vatan için bir can, bin candır’ dedi ve askere uzattı. 

Asker gözyaşları içerisinde o ananın elini öperken: ‘Merak etme bacım. Böyle anaların olduğu toprağa asla düşman askeri giremez! İçin rahat olsun senin. İçirsen o sütü çocuğuna’ dedi. Henüz sözlerini bitirmişti ki silah sesleri patladı. Siperlere bile çekilemeden, bebenin alnından giren kurşun beynini dağıtıverdi. Zaman durdu. Askerler dondu. 

O, ana…

O anayı görmeliydiniz! Yavrusunu kollarında kanlar içinde tutarken bile süt kabı hâlâ elindeydi. Bebesinin kan sıçramış yüzüne dokunarak yüzünde hüzünlü, garip bir tebessümle bebesini acı içerisinde yere bıraktı. 

O anne: ‘Allah'ım bebeğimin kanını yerde koyma ne olur! Onu buradaki askerlere yardımcı eyle! Şu masum evladım ile Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine bizi mağlub etme’ dedi ve sürünerek geriye doğru gitti. Bebeğini bir köşeye sanki bir yeri acıyacakmış gibi tereddütlü ve nazik bir şekilde koyduktan sonra; elbisesinden yırttığı parçaları, yaralı askerlere bandaj yapıyordu. Yavrusunun acısıyla yanan yüreği mum gibi eridi. Gözyaşlarıyla pansuman ettiği yaraları sararken, şehit olan askerler yüreğini daha da çok yaktı. Bir gözü evladından ayrılmayan zavallı anne, o yaşına rağmen öyle metindi ki.

Mehmet Onbaşı perişandı. Askerler perişan. İçi yana yana gözyaşlarıyla o zavallının bıraktığı süt kabını aldı. Titrek ellerle susuzluktan ve açlıktan baygınlık geçiren askerlerine, birer yudum içirirken: ‘Bu vatan; sizin için şehit verilen bebelerin hatırına, hasta ve yaşlıların hatırına kurtarılmalı çocuklar! Yüce Yaradan ve Peygamberimiz bizimle beraberdir. Metin olun ve cesaretinizi yitirmeyin!’ dedi.

‘Elbet bu karanlık uzasa da gün doğacak biliyorum. Her doğan günün sonunda gece, her gecenin de sonunda güneş doğacaktır. Sabır göstermek, Allah'a sığınmak gerek. Bu toprak, şehitlerimizin ve masum bebelerimizin kanıyla sulandı. Yabancı ot bitmez. Düşman çizmesi bu toprakları asla çiğneyemez!  İçiniz rahat olsun. Tek yapmamız gereken, imanla direnmek ve ümitsizliğe düşmemek. Haaa! Bir de yürekten Yaradan'a teslimiyetle dua etmek. Tevekkül sahibi olup Hakk'a dayanmak. Bu hakikaten çok önemli çocuklar!’

Mehmet komutan henüz sözünü bitirmemişti ki çatışma tekrar başladı. Çok zor durumdaydık. Ellerimizdeki cephaneden başka cephane kalmamıştı. Çok azdık. Fransızlar ise kum gibi.

Onbaşımız hemen bize döndü: ‘Çocuklar, aralıklarla geçişi kapatalım. Az olduğumuzu fark etmesinler. Oldukça geniş bir alana yayılarak ateş açarsak, bizi kalabalık zannederler. Geçit vermemeliyiz bu zorbalara. Hadi aslanlarım! Şehit bebelerimiz, gözü yaşlı analarımız, sahipsiz kalan bacılarımız için!’ dedi. Dağıldık. Belirli aralıklarla konuşlandıktan sonra tekrar ateşlemeye başladık. Bir tek kurşunu bile boşa atmıyor, nefes almıyorduk. 

Gerçekten de plan tutmuştu. Bizi kalabalık zanneden Fransızlar, hayal kırıklığına uğrayarak bir müddet ateşi kestiler. Biz de biraz olsun dinlenmeye fırsat bulmuştuk. Fakat takviye kuvvetler gelince, çetin bir çarpışma daha başladı. Beş veya on kişi ancak kalmıştık. Kardeşlerimiz teker teker şehit oluyordu. Karşımızda adeta koca bir ordu vardı. Vur vur bitmiyorlardı. Çareler tükenmiş, az olan cephanemiz de bitmişti. Üç, beş kişiyle ne yapılabilirdi ki? 

Elimizde kala kala son bir bombamız kalmıştı. Onu da cephaneliği bombalamak için saklıyorduk. Ancak hesaplar değişmişti. Elimizde kalan tek bir şansı, çok iyi değerlendirmeliydik. Ölmeden önce onlara, can yakıcı bir vuruş yapmalıydık. Zaman daralmış, asker bitmişti. En azından elimizdeki son kozu da kullanmak için döndü onbaşı. 'Haydi Bismillah!' diyerek son ana sakladığımız bombayı fırlatmak için ayağa kalkan Mehmet Onbaşı......"

Ses kesildi. Dil sustu. Yusuf Dede konuşamadı. Resmen hıçkırıyordu. Yutkundu, yutkundu olmadı. Derince bir nefes aldı. Aldığı nefes sanki boğazını yırtıyor gibiydi. Burnunu sildi. Bir yudum daha su içti. Buruk, acı bir ifade ile gülün yüzüne baktı. Gül, Yusuf Dede’nin yüzüne, bakışlarına anlam veremediği bir ifadeyle bakarken o tekrar kaldığı yerden devam etmeye başladı:

"Haydi bismillah! Ya Allah!” dedi ve ayağa fırladı. İşte o an bir kurşun yağmuru başladı. Onbaşım göğsüne aldığı kurşunla olduğu yerde kalakaldı. Ama o an öyle bir gariplik oldu ki hâlâ aklım almıyor. Mehmet onbaşı kurşunlandığı zaman henüz elindeki bombayı atmamıştı. Ancak kurşunlandıktan sonra öyle bir şahlanarak doğruldu ki sanırsın vurulmamış. Son gücüyle son bombayı fırlatmış ve tam isabet ettirmişti. Bombayı fırlatma anında öyle bir kurşun yağmuruna tuttular ki! Ama o yere bir türlü yıkılmadı. Onların son bombayla nasıl panikleyip dağıldıklarını görmek ister gibiydi. O ulvi komutan, son nefesinde dahi görevini bırakmadı. Onbaşımın, o asil insanın zavallı bedenini, bombayı atana kadar kalbura çevirdiler. Fakat o yine de ayakta kalarak onlara o zevki tattırmadı. Son bir gayretle bize dönüp öyle bir gülümsedi ki! Yüzünde sanki güneş doğmuştu. Pırıl pırıldı. Adeta ortadan yer çekimi kalkmış, o havada duruyor gibiydi

Yusuf Dede bitti, tükendi. Adeta yok oldu. Bu yaşanılanlara ikinci bir defa daha dayanmak hakikaten yürek işiydi. Artık çocuk gibi hıçkırarak ağlıyordu. Sarsıla sarsıla gözyaşları içinde o anı, Mehmet Onbaşı’nın şehit oluşunu tekrar yaşıyordu. 

Gül ve anneannesi ayağa kalktı. Adamcağız perişandı. Hiçbir şey demeden sessizce çıkıp gittiler. Yusuf Dede’yi kendiyle baş başa bıraktılar.

Editör : Nevin Bahtışen

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi