ANI
Giriş Tarihi : 04-01-2023 18:19

Yetersiz Bakiye

Yazan: İsmet Acı -YETERSİZ BAKİYE

Yetersiz Bakiye

YETERSİZ BAKİYE

İstanbul’un aşırı sisli olmasından dolayı Avrupa yakasından Anadolu yakasına; Anadolu yakasından Avrupa yakasına yapılan vapur seferlerinin iptal edildiğini sabah açtığım haber kanalından dinledim. Sisler altında kalmış boğazın görüntüsü olağanüstüydü. Buna benzer görüntüyü Van’dan İstanbul’a uçakla gelirken görmüştüm. Bulutların üstündeydik, bulutlar baktığımda pamuk tarlasına benziyordu. 

Havayolu yolculuğu benim için zevkliydi. Yıl içerisinde yurdumuzun değişik illerinde kurulan kitap fuarlarına giderken hava yolunu kullanıyorum.
Hava nasıl olursa olsun dışarı çıkmak zorunda olduğumdan; kahvaltımı yaptım, hazırlandım, montumu giydim, atkımı boynuma dolayıp kendimce aralık ayının soğuğundan en az şekilde etkilenecek tüm tedbirleri alarak metro durağına kadar yürüdüm. 

İnsanlar belli bir kural olmaksızın en güzel şekilde yürüyen merdivenlerden turnikelerin olduğu yer iniyor veya gelenler aksi yönden çıkıyordu. Önüme gelen basamağa adımımı attım. Herkes gibi bende aşağı inmeye başladım.

Kontrollü geçişten geçtim. Arkamdan tahmini lise son veya üniversite birinci sınıfta olabilecek bir kız geliyordu. Kartımı çıkarıp geçiş noktasına tutuncaya kadar kız, kartını benden önce ilgili yere tuttu. Ben de kartımı bastım. Yaşım gereği İstanbul içinde toplu taşımadan ücretsiz yaralanıyordum. Turnike açıldı geçtim. Geçerken otobüslerle gidip gelirken bazen başıma gelmesinden tanıdık olduğum o sesi duydum. “Yetersiz bakiye.” Bu sesi otobüslerde bir yerlere giderken duyardım. Duraksadım. Çünkü o kızı öyle bırakıp gidecek değildim.

“Amca,” dedi. "Rica etsem benim içinde kart basar mısın?” Ücretsiz kart kullanmasam elbette basardım ama benimkisi ücretsizdi. O an karar verdim. Elimi cebime attım. Yanımda çok para taşımadığım için ne kadar çıkacağını bilmiyordum. Ama en az on lira çıksa iyi olurdu. Evet; cebimden bir tane yirmi lira bir tanede elli lira çıktı. O an cimriliğim tuttu. Biz yazarlar böyle değiliz ama nedense oldu bir kere.
“Al kızım.”dedim. “Git bunu hemen kartına yükle. Sonrada geçişini yap.” diyerek yirmi TL yi uzattım.

Metronun kapısından içeri girdim. Gördüğüm boş koltuğa oturdum. Tam kapı kapanırken nefes nefese koşarak içeri girdi kızımız. Bendekine bencilik demeyin lütfen ama yirmi TL verdim diye artık kızımız oldu. Metro harekete hazırdı. Gözlerini içerde gezdirdi. Bu soğuk günde demek ki zorunlu işi olmayanların dışında kimse dışarıya çıkmamış ki ayakta çok insan yoktu. Kalabalıkta dolanan gözleri beni yakalayınca öylece durdu. Gülümsedi, bende bir şey yapmış olmaktan mutlu oldum.

“Çok teşekkür ederim amca.”dedi. “Çok mahcup oldum. Sürekli paramız olmuyor ki. Bakiyemin yeteceğini düşünmüştüm.” Konuşmadım elimle önemli değil diyecek şekilde işaret ettim. Yer altında uçar gibi gidiyorduk. Yalnız vagonlardan çıkan ses geliyordu kulağımıza. Dediğim gibi uzak yerlere giderken havayolu yolculuğunu sevdiğim gibi İstanbul içinde de metro yolculuğunu seviyordum. Çünkü dur kalk hikâyesi yoktu. Bir süre bu taşıma sistemini icat eden beyinleri hayran hayran düşündüm. Ne iyi etmişlerdi.  

Havada, yer altında uçar gibi gitmek ne olağanüstü bir şeydi.
Her durakta binenler inenler oldu. Fakat biz bir durağı geride bırakıp bir sonrakine gittikçe azalıyorduk. Yanım boşaldı. İşaret ettim gel otur diye! Çekinerek oturdu yanıma. Biraz sohbet etmek geçti içimden. Konuşmak için ilk cümleyi düşündüm. Ne olabilir diye. Hep böyle değimlidir? Hemşerim nereli siniz? Buraya yakın mı oturuyorsunuz? Son yıllarda yaşım gereği bir soru daha eklemiştim. “Emekli misiniz?”

Tahmin ettiğim halde sordum. “Öğrenci misin?” Başıyla evet işareti yaptı. İyi etmiştim. Keşke yirmi TL yerine elli TL verseydim. O pişmanlıkla bir durak daha geçtim. 

Metronun son durağına kadar gidecektim. Kızımız, “karşıya geçeceğim okulumuz orda.” dedi.
“Amca siz ne iş yapıyorsunuz?” dedi kısık sesle. “Yazarım” dedim. İlk anda anlamadığını fark ettim. Yüzünde bir duygu yayıldı bunu gördüm. Aslında şaşkınlığı; metroda bir yazarla yan yana gelebileceği aklında yoktu bunun şaşkınlığı yüzünde dolanıyordu. Gülerek “İnanmadın gibi geldi bana,” dedim.

Gençlerde gördüğüm o konuşma şekliyle cevap verdi. “Aslında inandım da!” “O halde? “Şey! Nasıl anlatsam? Yani! Evet, evet. Burada olmak şaşırttı beni.” Bir süre konuşmadık. Bu konuşmak için içimizde hazırlık yapıyorduk gibi şeydi. Ben yayın evine uğrayacaktım. Koltuğumun altında yazdığım bittiğine kanaat getirdiğim dosyamı verecektim. 

Aslında fikrim kalan ömrüme insanlara faydalı olabilecek bir  kaç kitap daha sıkıştırmaktı. Yaptığım yolculuklarda uyumadığım anlarda hep çevreyi gözlemler kendim için dersler çıkarmaya çalışıyorum. Bitirdiğim romanım içinde sevilerek okunacağından umutluydum. Kurtulamadığım bir huyumdu benim, romanımın kahramanı yoksullardan seçmek. Televizyon dizilerinde gördüğüm o hayatın yakınından bile geçmedim. Bunun için ayrıca mutluyum.
“Özür dilerim. Adınızı söyler misiniz?”
“O zaman yeniden tanışalım. Ben; roman, öykü yazarı, daha ziyade çocuklar için yazan; yazar İsmet…”
“Ben de Marmara Üniversitesi gazetecilik bölümü birinci sınıf öğrencisi, Öykü.” “Memnun oldum.” “Ben de.” dedi. Gözümden kaçar mı? Gençlerin bizde dâhil her sıkıştığımızda başvurduğumuz gibi; googlede benimle ilgili bilgilere bakmaya başladı. Bir süre sessiz kaldık. 

Metro tüm hızıyla Yenikapı’ya doğru akıyordu. Bir ara toprağın üstüne çıktık sonra tekrar yer altına girdik. Telefonunu bana doğru çevirdi. Ekranda çok sevdiğim kitabımın kapak resmi vardı. “KÜS TOPRAKLAR.” “Evet,” dedim bu benim kitabım. Çok severek yazdım.” Yazar olduğuma dair tereddüt kalmadığı bu sefer yüzüne yansıdı. Siyah çantamı açtım. Her zaman yanımda kitaplarımdan bazılarını yanımda taşıyordum. Kapak resmini gösterdiği kitabımdan da vardı çantamda. Çıkardım. 

Dizlerimin üstüne koydum. İlk sayfasına yazdım. Tanışmamızın şerefine, geleceğin gazetecisini; yazdım. Hiç durur mu? Hemen ayağa kalktı. “Sakıncası yoksa bir selfie çekelim mi?” dedi.
Son durağa geldiğimiz anons edildi. “Keşke siz de karşıya gelseydiniz?” dedi. Biraz şaka biraz gerçek söyledim. “Ama vapur seferleri iptal.”
“İptal olmasaydı gelir miydiniz?” “Düşünürdüm. Senin gibi bir geleceğin gazetecisiyle sohbet için gelebilirdim.”
“O zaman bende seferlerin yeniden başladığını söyleyebilirim. Boğazdaki sis dağılmış.” Onu kırmadan gelemeyeceğimi söyledim. “Ben yayınevine gidiyorum. Yeni bir kitabım var. Onu teslim edeceğim.
Öykü sen hoşça kal.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi