ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 17-03-2024 19:53   Güncelleme : 18-03-2024 21:31

Vatan Sağolsun / Gülçin Granit

Yazan: Gülçin Granit -VATAN SAĞ OLSUN

Vatan Sağolsun / Gülçin Granit

VATAN SAĞ OLSUN

“Toprağına kurban”

Ayaklarımı sürükleyip nehrin başına doğru gidiyorum. Adımlarımda geçmişin ağırlığı… Dağların keskin köşesinden batan güneş, ışıklarını geri topluyor. Solgun…

Kurbağa yeşili nehrin başındaki ceviz ağacının altına ilişiveriyorum. Sırtımı yaslayıp çarıklarımı fırlatıyorum. Ayağıma dolanan geçmişimi acımasızca kapı eşiğinden çekip, nehrin üzerine seriyorum. Biteviye vıraklayan kurbağaların seslerini işitiyorum. Başımı, gözlerimin önünde akan yeşil sudan kaldırıp gökyüzüne çeviriyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Geçmiş zaman göçü, Bulgar zalimliği, Türk asıllılara uygulanan asimilasyon politikaları… Öyle derdi büyükler, her yer solgunlaşıyor. Ökçeli Bulgar komiserin bana uzanan ellerini şimdi bile tiksintiyle anımsıyorum. Geçmişe gidiyor zihnim…

O gün, gökyüzünde kargalar bile lisanı belli olmayan bir dille bir o yana bir bu yana küfür savurup durmuşlardı. Bense ağıldan çıkıyordum, bir atlının dörtnala yanıma geldiğini görmüştüm. Bu Ökçeli Bulgar komiserdi. Geri çekilip ağıla saklanmak istemiştim, amma velakin beni çoktan görmüştü. İstem dışı arkamı dönmemle birlikte, atının dizginlerini çekip durmuş ve yukarıya akşamdan kalma anasonlu bir öksürük savurmuştu.

“Benden kaçabileceğini mi sanıyorsun, yanılırsın güzelim” deyip atından atlamıştı. Kaçıp saklanacağım bir yer yoktu. O an donup kalmıştım. Vücudumdaki kan mavi damarlarımda tıkanmış, akmaz olmuştu. Kararmış gökyüzünde şimşekler çakmıştı. Postallarıyla karları ezerek gelen ayaklarının peşi sıra sürüklediği ve bugüne kadar başına vura vura öldürdüğü Türklerin de ahlarını yanına alıp gelmişti. Yüzümün musalla taşı gibi beyaza kesildiğini hissetmiştim.

Namerdin adımları yaklaştıkça gözlerim bir adım öte fırlamıştı. Aklarına kan oturmuş pis gözlerini, fosforlu bir balık gibi çevirerek şalvarıma dikmişti. Arkamda boş bir ağıl… Dik durmakta zorlanmıştım. Yanıma yaklaşmıştı. Pis bir kahkaha atarak kolunu belime dolayıp kendine çekmişti. Göğsümü, göğsüne bastırınca içimi bir öğürtü kaplamıştı. Midem okyanusta alabora olmuş tekne gibi çalkalanmıştı. Daha fazla dayanamayıp üstüne kusmuştum. Tüm gücüyle beni ittirince yere düşmüştüm. “Seninle görüşeceğiz, bu iş burada bitmez” diyerek yanımdan uzaklaşmıştı. Başımı yukarıya kaldırdığımda yağmur bulutu gibi bir açılıp bir kapanan kuş sürüsüne rastlamıştım. Onlar da ürkmüş olmalıydı.

Ellerimin rengine bakmıştım, hastalıklı gibiydi. Solgun bir hastalık… Var gücümle eve koşmuş, kendimi içeriye nefes nefese atmıştım.

“Nerede kaldın kız? Gelincik dedim sana!”
“Buyur ana!”
“Yüklükten, paçavra çuvallarını getir.”
“Şimdi getiriyorum ana.”
“Tut paçavrayı şeritler keselim, sonra paraları rulo yapıp kilim dokuruz.”
“Hemen ana.”
“Boyları devrilsin inşallah! Uzun Ayşe’nin evine dün gece baskın yapmışlar. Evi talan edip yastık içlerine kadar dağıtmışlar. Ganimet bulamayınca evi ateşe vermişler. En kötüsü kızım, nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum, Emine’nin iffetini kirletmişler. O da, sabaha karşı kendini asmış zavallıcık.”

Emine’nin hayali gözlerimin önünden gitmemişti. Tavandan aşağıya kendini bırakışı...

Ayaklarımın altından dünyam çekilmiş, gözlerimden yaşlar sicim olup akmıştı. Uçkur düşkününe içimden uzun soluklu küfürler savurmuştum. Gözyaşımı tülbentle silip “Vatan topraklarına ne zaman gideceğiz ana? Kaçalım ana, kaçalım. Artık baskın yemeye başladık. Korkuyorum!” demiştim.

Annem yorgun ama bir o kadar cebbar irisin iri, kara gözleriyle bana etkili bir bakış fırlatmıştı. Ağzından çıkan cümleler yayından hırsla fırlamış bir ok gibi ciğerime saplanmıştı.

“Baban hudut aracısına tomarla para vermiş, bugün yarın kaçarız. Biz Türk’üz. Vatan toprakları bizi bekler. Kurtulacağız... Korkma! İçimizde Allah sevgisi, vatan sevgisi olduktan sonra korkma!”

Titriyordum, bir güvercin kadar temiz hayallerim… Yavuklum… Biricik sevdam. Uğruna canımı çekinmeden ortaya koyacağım Ali’m. Geleceğimize bir zeval gelme korkusuyla tüm vücudum uyuşmuştu.

“Ya bizi kaçamadan yakalarlarsa? Ya işlerimiz ters giderse? Bana da el uzatırlarsa…”

Annem, tüm sessiz varlığıyla korkma demişti âdeta. Güçlüydü annem… Bugüne kadar babamın çapkınlığı ve cimriliği karşısında diz çökmemişti. Babamın, yıllardır anamdan gizlediği paraları saklamak uğruna uğraşıp oyduğu bastonundaki yılan başından aşağıya tomar yaparak yuvarladığını görmüştüm.
Tek düşüncemiz evi, çiftliği ve her şeyi bırakıp Türkiye sınırlarına varmaktı. Şu saatten sonra hedef huduttu. Babam çok endişelenmişti. Bu bilinmezlik içinde her ne kadar can korkusu taşısa da, bugüne kadar kazandığı tüm mal varlığını terk edip gitmenin endişesi yüz kıvrımlarına yansımıştı.

Her gece gibi o gece de annem kandildeki titreyen ışığı uyutmuştu. Hava karardıktan sonra dışarıdan nal sesleri duymaya başlamıştık. Bir adamın inilti sesleri kırbaç seslerine karışmıştı. Bulgar askerleri mahalleye sıkça gelir olmuştu.

Dışarıda büyük bir sessizlik hâkimdi. Kaçmak için iyi seçilmiş bir gündü. Bohçalarımızı çoktan hazırlamıştık. Babam yılan başlıklı bastonuna bir ganimet gibi yaslanırken, kilimle dokunmuş paraları da bohçanın içine almıştık. Bulgar komiserin, cumartesi eğlencesinde kadın oynatıp ölesiye içtiğini biliyorduk.

O akşam Yağız Ali; “Ben de sizinle geleceğim. Gelincik olmadan yaşayamam. Benim vatanım Gelincik’tir.” demişti babama.

Babam da; “Gel sen de gel evlat, birlikte öperiz vatan topraklarını” demişti.

Aşkımız, bin dokuz yüz yirmili yılların en büyük sevdalarındandı. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin ve Arzu ile Kamber misali…

Bulgar komiser olmasaydı şimdiye kadar evlenmiş olacaktık. Sabaha çeyrek kala at arabasını hazırlamıştık. Babam ve Yağız Ali atları dörtnala koşmuş, tozu dumana katarak oradan uzaklaşmıştık. Netameli o gecede yüzünü saklamıştı ay, uzak yıldızların yol göstericiliğiyle yola koyulmuştuk. Gerilerden gelen kurt ve köpeklerin ulumalarını, çığırtkan kuşların seslerini duymuştuk. Havada genizleri yakan barut ve anason kokuları vardı.
Biraz ileride tek gözlü hudut aracısını da arabaya alıp yola revan olmuştuk. Yağız Ali’nin içine bir sıkıntı ve şüphe çöreklenmişti. Gözlerinden bunu anlamak hiç de zor değildi. İki de bir bana endişeli gözlerle dönüp dönüp bakıyordu. Bulgarlar yine bir Türk köyünü ateşe vermiş olmalılardı, her yer alev topu gibiydi. İs, duman göklere yükselmişti.

Hudut aracısı “Atları soldaki yola sürün!” deyince, Yağız Ali işkillenip arabadan inmişti. Sağa sola bakınca nal izlerini görmüş, arabada oturan kör aracının yakasından tutup onu aşağıya indirmişti.

“Yoksa bize tuzak mı hazırladın şerefsiz!” diye bağırınca herkes endişeye kapılmıştı. Sessizlik içinde oluşan gürültünün üzerine nal sesleri duymuştuk. Bir müddet sonra da Bulgar komiseri görmüştük.

Yüzünde acıma ifadesi olmaksızın yanımıza yaklaşıp pis, tuvalet taşı gibi sararmış dişlerini göstererek kahkaha atmıştı.

“Benden habersiz kaçacağınızı mı sandınız? Ha! Ha! Ha! Güzellikle değil, zorla…” diyerek beni arabadan indirmeye yeltenmişti.

Anamın dudakları kıpır kıpır olmuştu. Babam dehşete kapılarak elindeki bastonu istemsiz olarak yere vurmuştu.

Ali güçlü kollarını hırsla savurup Bulgar komiserin yüzüne okkalı bir yumruk atmıştı. Ortalık karışınca Bulgar Komiser belindeki silaha sarılmıştı. Annem at arabasındaki tırmığı alıp; “Gâvur!” diye bağırarak Bulgar komiserin sırtına hışımla saplamıştı.

Bulgar komiser; “Ah! Sizi Türkolar!” derken elindeki silahla Yağız Ali’ye ateş etmişti. Bulgar komiser yerde debeleniyordu. Ali’mse göğsünden vurulmuştu. Çok korkmuştum.

“Ali’m! Ali’m! Ölme! Ölemezsin!” diye ağlıyordum.

Ali’mi hep birlikte kucaklayıp arabaya bindirdiğimiz gibi hareket etmiştik. Arkamızdan gelen Bulgar askerleri ise ateş açmıştı. Ali’m bilincini kaybedip kendinden geçmişti. Ben ise bir o yana bir bu yana telaşlı gözlerle bakıp; “Haydi! Biraz daha hızlı” diye haykırmıştım.

Ali’m kucağımda savunmasız bir çocuk gibi yatıyordu, ben ise çaresiz bir şekilde sürekli ağlamıştım. Kalp içinde isimlerimizi kazıdığımız çınar ağacını anımsayınca iyi ki yapmışız demiştim. Ölüm bizi ayıracak olsa da, isimlerimiz sonsuza kadar yaşayacaktı, onun kalbindeki adımı eğilim öptüm. İşte o anda kalbim sızlamış, bir martı içimde ince uçuşlar yapmıştı. Kanım alev olup damarlarımı yakmış, ayaklarımın altı karıncalanmıştı…

Sınıra yaklaşmıştık. Bu hasret, bu özlem bizi daha bir kamçılamıştı. Saniyelerin altın ayarı olduğu anları yaşamıştık. Bulgar askerleri bize ateş açsalar da, atılan deli kurşunlar boşa gitmişti. Arkamızdan ağdalı küfürler savurup durmuşlardı. Sınıra gediğimizde arabadan önce anam inmişti sonra da babam.

“Siz Türk askerisiniz değil mi, burası da Türk toprakları?” derken burnum sızlamıştı.

Türk askerleri; “Evet!” diye ağız dolusu bağırmışlardı.

Anam; “Vatanına kurban! Toprağına kurban” deyince hepimizin gözleri buğulanmıştı. Önce askerleri sonra toprağı eğilip öpmüş, uzun süre secdede kalmışlardı. Nefesim yettiği kadar “Yaralımız var!” diye haykırınca askerler koşturarak gelmişlerdi.

Yüzlerindeki acı ifadeyi görünce anlamıştım ki Ali’m Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu.

O saatten sonra benim için Ali’min yanına uzanıp uzanmamak arasında bir fark kalmamıştı. Fesimi fırlatıp saçımı başımı yolmuş, üzerimdekilerini paralamıştım. İçim dışıma çıkmıştı. Genç bir kavak gibi sallanıp başımı vurmuştum vatan topraklarına...

Yaslandığım ceviz ağacından titreyerek ayılıyorum şimdi, yavaşça gözlerimi aralıyorum, gözkapaklarım hâlâ ağır. Güneş tamamen batmış, nehir durgunlaşmış. Gece ise yüzünü göstermek için âdeta yüz görümlüğü istemede. Gökyüzündeki kuşlar uçup gitmişler, birkaç leylek görüyorum nehrin üzerinde. Yanımdaki ekmekten koparıp atıyorum. Bir hamlede yutuyorlar. Artık yaşamak ve yaşamamak arasında fark yok benim için. Göğün göğsüne yazıyorum sevdamı.

Ali’m sen sonsuza kadar sussan da, ben seni sessizliğinden tanırım… Biliyorum ki sen huzur içinde uyuyacaksın. Bense seni yere göğe koyamayacağım ve yüzümde yarım kalan gülücüklerle soluk alıp vereceğim. Sökemiyorum seni kalbimden, mıh gibi yüreğimde sevdan. Sürgün bu aşk, sürgün...

Kayalara tutunan midyenin içindeki inci tanesi gibi saf sevgini özledim. Hasret ve özlemimi sessizce toplayıp nehrin derinliklerine bırakırken, gül dalında bir bülbül ötüyor duyuyor musun Ali’m?

Özgürlük rüzgârını göğsümde ehlîleştirip çıktığım bu yolda vatan sağ olsun be Ali’m, vatan sağ olsun!

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi