VAR OLMAK İÇİN YOK OLABİLECEK MİSİN
Zamanın başı da yoktu sonu da. Ay her gece gökyüzünde yükseliyor, güneş her sabah dağların arkasından yükselerek kararan geceyi aydınlatıyordu. Rüzgar bu vadide kaç yüzyıl esmişti bilinmezdi; ama o vadi tekrar yaşanacak bir fırtınaya hazırlanıyordu.
Bir zamanlar güneş tanrısı Apollon’un oğlu Orpheus’un lirini çalışı gibi, parmaklarının tellere dokunuşu gibi, onun ağzından da öyle kelimeler dökülürdü ki dinleyenler adeta bu kelimeler ile ruhani bir yolculuğa çıkarlardı.
Odasında tek başınaydı. Birazdan yaşayacağı fırtınadan habersiz son hazırlıklarını yapıyordu. Dakikalar sonra kalplerde oluşturacağı fırtına kendi yaşayacağının yanında basit bir esinti olacaktı. Salona girdiğinde birbirine deli gibi çarpan avuç içlerinden çıkan ses uzaklardan duyulan gök gürültüsü gibi salona yayıldı.
Kimseye bakmadan ama herkese dokunarak sözlerine başladı.
“Gerçekten var olmak için önce tümüyle yok olmalısınız!”
Ve herkes olduğu yerde kalakaldı. Ağzından dökülen kelimeler iç dünyalar ile dış dünya arasında görünmez bir kalkan oluşturuyor, rüzgar susuyor, cümleleri sadece kulağa değil, kalbe dokunuyordu.
“Siyah bir denize gireceksiniz. Kumsalda tüm anılar ve sevdikleriniz kalacak. Her adımınızda suyla birleşeceksiniz. Tamamen çözünmeyi başarırsanız kıyıya vuran dalgalar ile yeniden doğdunuz demektir!”
Ağzından dökülen kelimeler en suskun insanların kendilerini açmasını sağlıyor, en vahşi kalpleri yumuşatıyor, en inatçı zihinleri ikna ediyordu. Ona kulak veren herkes farkında olarak ya da olmayarak ona yaklaşıyordu.
“Orman perilerinin en güzeli Eurydike.”
O gece, karanlığın hüküm sürdüğü, yıldızların sükûnetle beklediği bir geceydi. Konuşmanın yapılacağı salon saatler önce dolmuştu. Tüm kulaklar dökülecek kelimeleri nefes almadan bekliyordu.
Birden kalabalığın içerisinden bir an onu gördü. Kalabalığın içerisinde ama onlardan ayrı. En ön sırada beyazlar içerisinde oturuyordu. Diğerleri gibi ona hayranlıkla bakmıyordu. Şaşırdı. Herkesi etkileyen kelimelerini duymuyor gibiydi; çünkü o daha çok konuşmalarına değil, sessizliğine kulak veriyordu. Bu kadın, onun ruhunu görüyor gibiydi.
O bakışla kalbinin ritminin değiştiğini hissetti. Bugüne kadar yüzlerce bakışın, alkışın, övgünün içinden geçmişti ama bu... Başkaydı.
Adamın sesi yıllardır dış dünyada yankılanıyordu. Ama ilk defa kendi sesinin içinde oluşturduğu yankıyı dinliyor gibiydi. Onlar birbirlerine ilk andan itibaren iç sesleri ile dokunacaklardı.
Ve işte, birlikte sessizlikte de anlaşabileceklerini anladıklarında her şey başlamış oldu.
Sahnesi bittiğinde kalabalığın arasından sıyrılarak kadının yanına geldi. İkisi bir araya geldiğinde bedenler silindi; geriye ne bir el ne bir yüz ne bir isim kaldı. Varlıklıkları yok oluyor gibi görünse de o güne kadar gizlenen gerçek varlıkları ortaya çıkmıştı. Ve birden toprak çatladı ve bu çatlaklardan rüyaların bile tanımadığı rengarenk çiçekler fışkırdı. Onların sevgisi biçimsiz; ama sonsuz bir hayat vaat edecek şekilde evrene yayılacaktı. Evrenin bugüne kadar bilmediği bir renkti, birlikte olduklarında oluşan.
Bu buluşma değişimi harekete geçirmişti. Yıllardır sabırla saklanan tohumlar uyanıyordu, adını koyamadıkları bir sevinç her yeri renklendiriyordu.
“Ama Aristaeus güzeller güzeli Eurydike’yi rahat bırakmayacaktı.”
Ay kaç defa göğe yükseldi, güneş kaç defa ayı kovaladı? Kadın bunları hiç saymadı. Saymak istemedi. Ama bu kovalamaca devam ederken renkler içindeki karanlık gölgeleri uyandırmaya başlamışlardı. Kapalı bir kutudaki gölgeler renkler ile birleşmek istedi. Ruhunun derinliklerindeki gölgeler eski bir melodi gibi kadının varlığını ortaya koymasından rahatsız olmuşçasına, kendi içinde kara deliğe dönüşmeye başladılar. Gölge zincirlerini kırdı. Artık tek görünen oydu.
Ve sonun başlangıcının fitili ateşlenmiş oldu. İçinde başlayan huzursuzluk ve adımlarını hızlandıran bu huzursuzluk, birden kendi geçmişinden fırlayan bir yılan gibi ayağına dolandı ve eski düşünceler ile onu zehirledi. Yılanın zehri bedenden önce ruhuna yayıldı ve kadın kendi içindeki karanlığa teslim oldu.
“Eşinin ölümü ile içine kapanan Orpheus sadece lirini çalarak eşine yaktığı ağıtları haykırıyordu.”
Adam ise derin vadisinde kadının kendi gölgesinde kayboluşunu izlemeye mahkum oldu. Uzun bir süre ne dünyanın sesini duydu ne konuşabildi ne de yürüyebildi. Kelimeleri kurudu, ışık çekilmiş, renkler solmuştu. Ne kadar zaman geçtiğini kimse bilmiyordu, bu belirsiz zamanda hep bir cevap aradı. Kadınının kayboluşuna, ruhunun eksilişine… Bu böyle devam edemezdi.
“Orpheus yeraltının derinliklerine inerek Hades ile karşılaşır.”
Ve bir gün, çılgınca bir karar aldı.
Denizin ve toprağın birleştiği, kimseciklerin olmadığı o yerde buldu kendini. Gözlerini sessizce kapattı. Sadece rüzgarın sesini duyuyordu ve bir de kendi nefesini. Derin bir nefes aldı ve gerçek dünyanın sınırlarını aşarak kendi iç karanlığına, unutulmuş anılarına, bastırdığı korkulara doğru yürüdü. Kendi korkularını ararken sevdiği kadını da bulma umudu ile. Yanında sadece ruhunun eski müziği vardı, sözsüz ama canlı bir ezgi gibi.
İçindeki derin kuyulardan geçerek en karanlık dehlizlere ulaştığında, orada “O”, onu bekliyordu. “O” yeraltının tanrısı, adamın kendi içindeki gölgesi, kendi ruhunun bir yansıması…
Ve dedi ki
"Ruhunla buluşmak istiyorsan cesaret edeceksin. Var olmak için önce yok olacaksın! Yok olmayı göze almak için arkana bakmayacaksın. Şüphe edersen, şüphenin gölgesi sadece seni değil, sizi yok eder."
Adam başıyla onayladı.
Ve birden önünde belirdi, yıllardır özlemi içinde kavrulduğu kadınının silueti, kaybolan sevgisinin; yitirilen eşinin gölgesiydi.
Titredi önce… Ve ilerlemeye başladı.
Adım adım, karanlığın içinden hiç bilmediği bu yerde…
Sadece bir sıcaklıktı hissettiği, yolunu bu sıcaklık ile buluyordu. Gölgelerin ardındaki soğukluk arada aklını karıştırsa da sıcaklığa doğru yol aldı.
Fakat yeryüzünden gelen sıcaklık artmaya başladıkça gölgelerin soğukluğu yavaşça kalbine sızmaya başladı, eski korkuları göstermek için birbirleriyle yarışarak.
"Geliyor mu?"
"Ya hayal ettiğim gibi değilse?"
"Ya bana yetişemezse?"
Ve işte o anda, şüphenin gölgesine yenik düşerek, bir anlık zayıflıkta arkasına döndü. Var olmasına anlar kala gölgesinin gücüne yenilerek…
Göz göze geldiler.
Kadının ruhu tam birleşmek üzereyken bir rüzgâr gibi dağıldı, silindi. Bir çığlık koptu evrene yayılan…
Tüm yolculuk, tüm acı, tüm umut bir anda havaya karıştı.
Adam, orada; kendi korkusunun yarattığı boşlukta kala kaldı.
Ve artık yalnız değildi sadece.
Yarım kalmıştı.
Çünkü bazen aşk yetmezdi, gölgeler ile savaşacak cesaret de gerekirdi. Var olmak için önce yok olmak gerekirdi.
Ve o günden sonra rüzgar vadide her estiğinde yankılanan ses, dünya döndükçe, aşıklar dinledikçe çarptı yüksek dağlara, yankılandı gökyüzünde:
“Bu nedir söyle sevgilim
Yüzyıllara yenilmeyen aşk, korku dağlarına mı yenildi
Korkma! Beni kaybetmedin!
Her rüzgar estiğinde kokumu sana getirecek
Şimdi git, yaşamaya devam et, beni içinde taşıyarak…”
Kelimelerin büyücüsünün sesini bir daha duyan olmadı. Deniz ile toprağın kıyısına vardı. Son sözlerini denize haykırdı. Gölgelerde kaybolan sözcükler denizin akıntısında sonsuza kadar var olsunlar diye…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz