ÜÇ ARKADAŞ
“Bir, iki, üç deyince başla, tamam mı?” demişti, Mehmet… İşini eksiksiz yapmanın çabası, vücut dilinden belli olan heyacanıyla, yerinde duramıyor gibiydi. Her ne kadar elinde ince ve küçük çubuk; baton” olmasa da işini tam anlamıyla icra edebiliyordu.
Duruşu, bütün olup bitenlere, çocuk ve kadın ölümlerine inat görülmeliydi. Umutlarını ne kadar gasp etseler de dik duruşundan vazgeçmiyordu. Artık öğrenmişti; her şeye rağmen yaşaması gerektiğini, hayallerinin peşinden gitmesi gerektiğini… Bu bağlamda dik duramayanların hayatta nasıl yalpalayıp, zaman zaman yıkıldıklarını…
Görmüştü, duymuştu terör vahşetini… Her zaman bir grup terörden kaynaklı değildi bu durum ve vahim olaylar... Güçlü ve insanlıktan çıkmış o devletin yöneticilerinin yarattığı terör ve göz göre göre yapılan kıyımı, dramı biliyordu.
Şimdi yalnız üç arkadaş hayata kendi damgasını vuruyordu.
Kemanı elinde kız; alacağı komutu bekliyordu, tam konsantre olmuştu. Hatta çoktan müziğin akışına bırakmıştı kendini…
Mahallenin kara kedisine Zeytin ismini vermişlerdi. Zeytin, arkadaşları kendi aralarında konuşurken etrafı biraz dolaşıp gelecekti.
Ama durun, o da ne? Bu müzik… Zeytin olduğu yerde kalakalmış gibiydi öylece... “Bu kadar güzel duygu olabilir mi?” diye şaşkın kalmıştı. Naz kendinden geçmiş, sanki müziğin içinde salınıyor, yaşıyordu. “Yok ki temiz bir yer; taşın, toprağın içinde kaldık. Bu çocuklar harika, hiç bir şeyi engel tanımıyorlar; oldukları yeri en anlamlı ve cennete çevirebiliyorlardı. Mırnav” diyerek destekliyordu.
Ahmet’teki ve Naz’daki heyecan, başarı görülmeye değer bir durumdu.
Ahmet’in başla komutundan sonra şimdi de orkestra şefliği yapıyordu.
Büyükler olmasa ya da sadece insan gibi insanlar olsa, çocukların dünyası ve hayvanların dünyası yaşanabilir bir yer olur ve cennete dönerdi.
Atıl bir sandalye ilk defa bu kadar anlamlı ve güzel bir işe yaramıştı. Çocukların heyecanı sarmıştı dört bir tarafı, huzur gelip oturuvermişti zamana…