ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 13-06-2025 15:56   Güncelleme : 13-06-2025 16:38

Sare / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Yazan: Ümmügülsüm Hasyıldırım, SARE

Sare / Ümmügülsüm Hasyıldırım

SARE

Sare, pencerenin kenarına oturmuş, yağan kara bakıyordu. Göz çukurlarında derin bir hüzün vardı. Çocuklar kayak yapmaya inmişti ve o, onları pencereden takip ediyordu.

Çocuklar, annelerine el sallayıp tırmanırken Sare'nin düşünceleri de peşlerine düştü. Memleketlerinden tam da böyle ayrılmışlardı. Kar, fırtına, soğuk... Tabii ki bitmek bilmeyen açlık... Bazen para da işe yaramıyordu.

Çinlilerin zulmünden kaçan, çocuklarına daha iyi şartlar sunmak isteyen Sare, eşinin tutuklanıp götürülmesinden sonra çocuklarının elinden alınması endişesiyle araştırmaya, yurt dışına giden arkadaşlarıyla görüşmeye başlamıştı. Her gün kapı çalınca yüreğine düşen ateşi söndürmek istiyordu. Yüreği ağzında yaşıyorlardı. Eşinin gidişinden sonra hayatları daha da zorlaşıyor, azınlık olan Türk halkına karşı zulümler arttıkça artıyordu.

Tecavüze uğrayan, cebindeki parası ile dahi ekmek alamayan, hakaret üstüne hakarete uğrayan, çocuklarına eğitim aldıramayan, kendi vatanında sığınmacı gibi yaşayan bireyler olmuşlardı. Artık son olaylarla sokakta yürüyemez hale gelmişler, kaçmayı çare olarak görmüşlerdi.

Gece gündüz soruyor, araştırıyor, hazırlık yapıyordu. Kimi kimsesi de yoktu zaten. Bir canı, üç çocuğu... Ne anne ne baba ne de başka bir yakını... Hicret tek çaresiydi. Güvendiği, önden giden arkadaşlarının da yardımı ve yol göstermesiyle yola çıkan Sare, kendisini bekleyen olaylardan habersizdi. Ama her şeyi göze aldı. "Buradan daha kötü olamaz ya." diyordu kendi kendine.

Gün geldi, çıktı Sare yola. Üç küçük çocuğuyla bilmediği insanlarla dilini, dinini bilmediği yerlere doğru çıkmıştı. Hayat nasıl bir sürpriz hazırlamıştı ki? İçinde evlatları adına büyük bir endişe vardı. Korku tüneline kelepçelenmiş gibi hissediyordu.

İlk olarak Kırgızistan'a, oradan Özbekistan'a, sonra Türkmenistan ve akabinde Azerbaycan'dan Nahçıvan yoluyla Türkiye'ye geçmeyi başarmıştı.

Beş-altı ay Türkiye'de kaldıktan sonra bir kaçakçı ile anlaşıp önce denizden tekneyle, da sonra günlerce yaya devam ederek Atina'ya ulaştı. Ancak üç küçük çocuk yolda şarbon hastalığına yakalanınca, beyninde şimşekler çakmış gibi alev alev oldu yüreği. Ya yavrularına bir şey olursa? Vücutları göz göz yara olmuştu, ateşler içinde yanıyorlardı. Çaresizce çözüm aradı Sare.

Zaman gemisinde sinsice kayıp giden günler, Sare'yi yeni çetrefilli yollara götürdü. Günlerce derman aradı. Daha sonra Allah'ın inayetiyle bulunduğu şehirde tanıştığı bir Türk doktorun yardımları hayata tutunmasına, umudunun tazelenmesine neden oldu. Günlerce süren tedavi sonrasında ateşi düştü ve yaralar hafiften kapanmaya başladı. Pansiyonlarda Belçika'ya geçmeyi bekleyen Sare, deniz kenarında çocukları gezdirirken altın saçlı bir kız çocuğu Leyla'nın yanına geldi. Serpilmiş dal gibi vücuduyla dudaklarının kenarındaki kıvrımla tatlı tatlı gülümsedi. Sare kızı dikkatle takip ederken, annesi olduğunu tahmin ettiği, kömür gözlü, selvi boyu, acının buğulandırdığı ışıl ışıl kocaman gözleriyle gülümseyen genç bir anneyle tanıştı. Onunla aynı kaderi paylaşan Cennet, bir müddet muhabbet ettikten sonra pansiyonlarda kaldığını öğrenince Sare'yi kaldığı eve götürdü.

İki kadın birbirine umut ve moral oldu. Yepyeni umutlarla güç kazanınca yeniden harekete geçtiler. Havaalanına giden iki kadın, sorunsuz geçebilmek için durmadan dua ediyorlardı. Cennet ilk denemesinde geçti ancak Sare'nin imtihanı bitmemişti. Arkadaşının gidişiyle yine sokakta kalan Sare, otel aramaya başladı. Ancak hiç boş otel bulamadı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde korkuyla yüreği titrerken çocuklara, "Hadi oyun oynayalım!" diyerek deniz kenarına götürdü. Fakat her yere sızmış alkolikleri görünce, geriye dönüp ara sokaklardan sığınabilecekleri yer aradı. Tam ümidi bitmişti ki bir otel gördü ve şansını denemek için girdi. Sadece bayanlardan oluşan bu otelin sahibi olan bayan, onları güler yüzle karşıladı. Çocukların her halinden aç, yorgun ve bitkin oldukları belliydi. Kalacak bir oda ve yiyecek verdi. Fiyatı biraz pahalı idi ama en azından güvenliydi. Cemal elindeki sandviçi bitirmeden oturduğu yerde uyuyup kaldı. Sare onu yatağa aldı. Kızlar da ellerini yüzlerini yıkayıp külçe gibi yatağa yığılıp kaldılar. Onlar derin bir uykuya daldılar.

Sare uzun uzun çocukların yüzlerini inceledi. Bundan sonrası muallaktı. Gırtlağına yumru oturmuştu sanki. Bitap düşmüş bedenini yatağa bırakıverdi.

Birkaç gece burada kaldıktan sonra tekrar havaalanına giderek uçağa binmeyi denediler.  Kontrol yapan görevli Sare'nin gözlerinin içine baktı. Sonra çocuklara... Elindeki kimliği ve pasaportu yere koydu. İki yanına bakındı. Birilerini arıyor gibiydi. Sare bildiği tüm duaları okuyor, ayakları titriyordu. Sonra birden önüne döndü; mührü vurup “Buyurun, iyi uçuşlar.” dedi. Birkaç saniye içinde tümden rahatlayan Sare, gözyaşları içinde uçağa doğru yöneldi. Geriye bakmaya ödü kopuyordu. İçindeki fırtınaya inat, gökyüzü pırıl pırıldı.

İki kızı Nare ve Leyla ile oğlu Cemal, uçağın merdivenlerinden şaşkın, meraklı ve bir o kadar da mutlu bir şekilde  adeta uçarak çıktılar. İlk defa uçağa biniyorlardı. Sare korkuyor ama çocuklara bildirmemek için gülümsüyordu.

Belçika'ya iner inmez garip bir hisse kapıldı Sare. Ayakları yere temas etmiyor gibiydi. Bir taraftan gelebildiğine sevinirken diğer taraftan bilmediği bir el yüreğini sıkıyordu. Korkuyordu. Aslında omuzlarındaki yük inmiş gibiydi. Fakat burada kadın başına üç küçük çocukla ne yapar, ne yer ne içer diye düşünüyor, kalbine kramplar giriyordu.

İlk iş olarak emniyete gidip iltica etmek için teslim olmalıydı. Fransızca bilmediği için yarım yamalak İngilizcesi ile emniyeti sormak istedi. Anladığı kadarıyla tarif üzere çocuklarla otobüs durağına geldi. Zaten fazla eşyası yoktu. Otobüs durunca çocukları önce bindirdi. Sonra valizleri koydu. Tam kendisi binecekken otobüs kapılarını kapatıp hareket edince Sare donup kaldı.

Bütün vücudunu erimiş gibi hissediyor, ne yapacağını bilemez bir halde bir ileri iki geri koşuyordu. Kimseye derdini anlatamıyor, otobüsün güzergâhını bilmiyor, ellerinden yavruları uçup gidiyordu. Yeryüzüne en yakın mesafede fay hattı kırılmış da dokuz şiddetinde sarsıntı olmuş, o da yıkılan binaların altında kalmış gibi hissediyordu.

Nefesi durdu. Bacaklarındaki can gitti. Gözleri buğulandı. Sesi kısıldı. İki yanına baktı. Gelen taksiyi durdurmak istedi, durmadı. Etrafında kimse yoktu sanki. Tıkandı. Koştu. Birden polisleri gördü. Onlara doğru koşmaya başladı. Tam polisin önünde durdu. Konuşacak mecali yoktu. Ağzını açıyor ama sesi çıkmıyordu.

Birden mucizevi bir şekilde karşıdan çocukların koşarak ve "Anne!" diye bağırarak geldiklerini görünce hıçkırıklara boğuldu Sare. Artık gücü tükenmiş, olduğu yere yığılmıştı. Var gücüyle ağlıyor, yavrularını bir bir öpüp kokluyordu. Büyük kızı Nare, "Anne! Tamam, bak biz buradayız. Korkma. Ben Cemal'i tutarken, Leyla da şoförü durdurdu. Diğer durakta inip geriye geldik, ağlama.” diyordu.

Zilin ısrarla çalması ve kapının yumruklanmasıyla Sare kendine geldi. Karşıya baktı. Çocukları göremeyince, aynı yürek sıkıntısı kapladı göğsünü. Hışımla kapıya koştu. Kapıyı açtığında çocukları karşısında görünce, aynı duygularla sıkı sıkı sarıldı. Ağlama krizi yine tutmuştu. Cemal ne olduğunu anlayamadı ama Nare yine annesine sarılıp, "Annecim, biz buradayız. Artık güvendeyiz. Ne olur sakin ol." dedi.

*** 

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi