SAİT FAİK ABASIYANIK
“Yazmazsam deli olacaktım” (Sait Faik Abasıyanık)
18 Kasım 1906’da Adapazarı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hayat serüvenine başladı.
Her canlı bir fani olduğuna göre bir son olacaktı. Hayata bakış açısı ve deneyimlerini edebiyat üzerinden bizlere ve bizden sonraki nesillere bırakarak aramızdan ayrıldı.
11 Mayıs 1954’te henüz 47 yaşındayken hayata gözlerini yumdu ve İstanbul’daki Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
Bütün eserlerini sonraki kuşaklara armağan ederek anlatması, işaret ettikleriyle toplumu aydınlatmaktı amacı…
O, Türk edebiyatının en önemli hikâye yazarı, romancı ve şairlerinden biri olan Sait Faik Abasıyanık’tı…
Babası: Mehmet Faik Abasıyanık.
Annesi: Makbule Abasıyanık.
Amcası: Ahmet Faik Abasıyanık.
Sait Faik, Mehmet Faik Abasıyanık ve Makbule Abasıyanık’ın oğlu olarak 18 Kasım 1906’da dedesi Seyyit Ağa’nın Adapazarı Semerciler Mahallesi’nde bulunan evinde dünyaya geldi.
Seyyit Ağa, Adapazarı’nın önde gelenlerinin toplandığı bir kahve işletiyordu.
Türk Kurtuluş Savaşı sırasında bir sene boyunca (1922) Adapazarı'nda belediye başkanlığı yapan Mehmet Faik Bey’e, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ndeki hizmetlerinden dolayı İstiklal Madalyası verilmişti.
Yazarın amcası Ahmet Faik de tıpkı babası gibi Adapazarı belediye başkanlığı yaptı, daha sonra ise milletvekilliği görevinde bulundu.
Doğduğunda kendisine Mehmet Sait ismi verilen yazarımız daha sonra ismine babasının ismini ekleyip Mehmet’i atarak Sait Faik adını kullanmaya başladı. Hayata karşı bakış açısının farklılığını hissettirmeye başlamıştı. Ailesi, Abasızzadeler ya da Abasızoğulları olarak anılıyordu ama Soyadı Kanunu çıktığında Sait Faik kendi isteği ile “Abasıyanık” soyadını aldı.
1910 yılında Sait Faik’in babasının tayini Tahrirat Kâtibi görevi ile Karamürsel’e çıktı. Üç sene boyunca bu kasabada yaşayan aile 1913 yılında Adapazarı’na geri döndü. Yazarın babası kereste ve ceviz kütüğü ticareti yapmaya başladı.
Yazar, ilköğrenimini yabancı dilde eğitim veren ve şehirde "Gâvur Mektebi" olarak anılan Rehberi Terakki isimli özel okulda tamamladı. Sait Faik daha sonra, çocukluğunda “haşarı bir burjuva çocuğu” olduğunu yazacaktı. Arkadaşları, o dönemde yazarı “Abasızın Mançuko” olarak çağırırdı.
İlköğrenimi sırasında anne ve babası geçimsizlik sebebiyle ayrıldı. Üç buçuk yıl süren ayrılık döneminde Sait Faik babasıyla birlikte yaşadı, annesini ancak haftada bir görebiliyordu. Rehberi Terakki’yi bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi’ne girdi. 1920’de Yunan işgali sebebiyle eğitimine ara vermek zorunda kaldı.
Bu dönemde Abasıyanıklar diğer akrabalarıyla birlikte neredeyse göçebe gibi önce Düzce’de, ardından Bolu’ da, son olarak da Hendek’te yaşadılar. Sait Faik, işgal sona erince Adapazarı’na döndü ve idadideki eğitimine devam etti.
Abasıyanık ailesi 1924 yılında, oğullarının lise eğitimi için İstanbul’a göç etti. Şehzadebaşı semti Bozdoğan Kemeri yakınlarındaki Kirazlı Mescit Sokak 7 numarada oturmaya başladı. Sait Faik de İstanbul Erkek Lisesi’nde okumaya başladı. Onuncu sınıfa kadar bu okula devam eden Abasıyanık, kendi deyimiyle haşarılığını burada da göstermiş oluyor ki Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi’nin sandalyesine iğne koydukları için 41 arkadaşıyla beraber okuldan atıldı ve öğrenimini Bursa Erkek Lisesi’nde tamamladı.
İlk hikâyesi “İpekli Mendil”i edebiyat ödevi olarak bu okulda yazdı. “İpekli Mendil,” Varlık Dergisi’nin Nisan 1934 tarihli 19. sayısında yayımlandı. “Uçurtmalar” ve “Zemberek” hikâyelerini de gene Bursa’da kaleme aldı.
Annesiyle babasının geçimsizlik yüzünden bir süre ayrı yaşamaları, Abasıyanık’ın hayatını ister istemez içinden çıkılmaz zor durumlara sürükledi. Bir çocuk ve bir delikanlı için anlaşılamaz ve dalgalı bir hayat, 'bir çıkış yolu' olarak onu yazmaya itti. Hayatının etrafını bir sürü yazar ve şairle ören tesadüfler ona muhakkak olumlu etki etmiştir.
Edebiyat öğretmeni Hakkı Süha Gezgin Bursa Lisesi’ndeki Sait Faik’i “sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız” olarak anlatır. Lise eğitimindeki aksaklıklar ve isteksizliği yüzünden parlak bir eğitim hayatı olmadı.
1928 yılında liseyi bitirip İstanbul’a döndü ve yazmaya devam etti. Yazdığı hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere ve gazetelere gönderiyordu. Aynı yılın sonunda girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne iki sene devam ettikten sonra “Uygurca” öğrenmek istemediği için ayrıldı.
9 Aralık 1929’da “Uçurtmalar” isimli hikâyesi Milliyet gazetesinde yayımlandı. Sait Faik, İstanbul Üniversitesi’nde okuduğu dönemde sık sık Beyoğlu’nda dolaşıyor, evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gidiyordu.
Sanat ve edebiyat çevreleriyle o günlerde tanışmaya başladı. 9-23 Eylül 1930 tarihleri arasında on öyküsü ve bir yazısı Hür Gazete’de yayımlandı. Yazar, bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı. Eserlerinin basılmaya başladığı o günlerden hayatının son anına kadar Hüsamettin Bozuk’un ifadesi ile “genç hikâyeci” damgasını “acı bir gülümseme” ile taşıdı.
1931 yılında babasının isteği üzerine iktisat okumak üzere İsviçre’nin Lozan şehrine gitti. Yerinde duramayan ve zamanını nasıl denetleyeceğini öğrenmemiş biri olarak bu duruma kısa süre sabredebilmişti. 15 gün kaldığı şehrin sıkıcılığından bunalarak Fransa’nın Grenoble şehrine geçti. Bu şehirde Fransızca öğrenmek amacıyla Champollion Lisesi’ne devam etti. Ardından üç dönem boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okudu.
Yazar, Alpler’in eteklerindeki çeşitli endüstri ve bilim kurumlarıyla tanınan Grenoble’de üç seneden fazla yaşadı. Orada bulunduğu günlerde Paris, Lyon ve Strazburg’u ziyaret etti. Kısa bir süre amcasının yanına Milano’ya gitti. 1932 yaz tatilinde İstanbul’a geldi, 1934 yılında ise ailesinin isteğiyle Orta Avrupa üzerinden Tuna Nehri yoluyla İstanbul’a geri döndü.
Ailesinin yeni taşındığı Nişantaşı Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı’na yerleşti. Bursa Erkek Lisesi’nden sonra İstanbul’da ve yurt dışında gittiği okulları diploma alamadan terk etmiş oldu.
Sait Faik, 1934 yılında İstanbul’a döndükten sonra Halıcıoğlu’ndaki Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalan Sait Faik’in ay sonunda gecikmeleri hesaplanıp maaşından düşülürdü. Bu yüzden okulda çalıştığı ilk ay eline sadece 13 lira geçti. Öğrenciler üzerinde hakimiyet kuramaması da okul idaresi ile tartışmasına yol açıyordu. Hem yaşadığı disiplin problemleri hem de babası Mehmet Faik’in kendisine bir zahire alım satım dükkanı açması sebebiyle öğretmenlikten ayrıldı. İleriki günlerde bu durumu “Anladım ki öğretmenlik benim harcım değildi.” diyerek açıklayacaktı.
Bir insan çocuklukta iç disiplinini elde edememiş ve bir de ailede yaşanan sorunlar üzerine tuz biber olmuşsa hiçbir işte sabredemez. Tabii ki herkes için bu geçerli değildir.
Babası, onu ortaklarından Ali Emali’yle birlikte çalışması için dükkana yerleştirdi. Sait Faik, işlerle ilgilenmediği için altı ay sonra dükkanı babasına boş olarak teslim etti. Aynı dönemde babası ileriki yıllarda Sait Faik’in yerleşeceği, Şişli Kırağı Sokak’taki İkbal Apartmanı’nı satın aldı.
Sait Faik bir yandan yazmaya ağırlık veriyor, bir yandan da Andre Gide’den çeviriler yapıyordu. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlık dergisinde yayınlandıktan sonra 1936'da babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver’i Remzi Kitabevi’nden çıkardı.
İlk kitabının yayınlanmasından büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra “Hallaç” isimli öyküsünde anlattı. Semaver’in çıkışından sonra yazmaya devam etti fakat bir mektubunda da söylediği gibi 'aylaklığı' sebebiyle yazdıklarını genelde bir yerlerde unutuyordu. Yazdıklarının fazla ilgi görmemesi yüzünden küskünlük ve kırgınlık duyuyordu.
Yazmak ve okumanın insan ruhuna iyi gelen bir şey olduğu söylenir ya, Sait Faik de kendini yazarak mutlu etmenin yolunu bulmuştu. Ancak zaman, azgın bir nehir gibi akarken yön verilemezse insan, bu akıntıya kapılıp gidebilir. O yıllarda özel okullarda okuyup bilgi birikimine sahip olup onu hayatla harmanlayamayan kişi maalesef hayattan ve yaptığı şeyden çabucak küsebilir ve hayatı kırgınlıklarla dolabilir.
O günlerde askere çağrılan Sait Faik, Asabiye Kliniği’nden aldığı rapor sayesinde askerlikten muaf tutuldu. Bu raporun varlığını onaylayan Yaşar Nabi konuyla ilgili olarak “Askerlik yapmamıştı. Ruh hastası olduğuna dair asabiyecilerin verdiği bir rapor askerlikten ihracını temin etmiş. Bir tıbbi gerekçeye mi dayanıyor yoksa hatır için mi verilmiş, bilmiyorum.” açıklamasını yaptı. Sait Faik’in söz konusu raporu bir kavga sırasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin’e gösterdiği bilinmektedir.
Eylül 1937’de ikinci kez yurt dışına çıkıp Marsilya’ya gitti. Bu şehirde 18 gün kaldıktan sonra İstanbul’a geri döndü. 1938 yılında, babası Burgaz Adası’nda Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı ve aile bu köşke taşındı. Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938’de burada yaşarken yakalandığı ağır bronşitten kurtulamayarak öldü. Sait Faik, babasının ölümünden sonra kışları Nişantaşı’ndaki apartmanlarında, yazları ise Burgaz Adası’nda yaşamaya başladı.
Abasıyanık, on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı Sarnıç’ı 1939 yılında Çığır Kitabevi’nden çıkardı. Kitabın kapağında adı “Sait Faik” olarak yazılmıştı. Bu kitabında da tıpkı ilk kitabı Semaver’de olduğu gibi Adapazarı ve Bursa’da geçirdiği çocukluk günleri ile hem İstanbul’daki hem de yurt dışındaki yaşamında yaptığı gözlemlere yer verdi.
Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan’da diğer iki kitabının aksine Fransa’da gözlemlediği olaylara yer vermedi. Yazar, bu kitapta yer alan Çelme isimli hikâyesiyle halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askeri mahkemeye verildi. Bu öykü ilk olarak 22 Mart 1937’de Kurun gazetesinde, ikinci olarak ise 15 Haziran 1940’ta Varlık Dergisi’nde yayınlanmıştı. Sait Faik, 10 Eylül 1940’ta yapılan duruşmaya katılmak üzere bizzat Ankara’ya gitti. Oğlunun mahkemeye düşmesine en az onun kadar üzülen annesi Makbule Hanım da yazarı yalnız bırakmadı.
Avukatlığını kendisi de şair olan Fuat Ömer Keskinoğlu yaptı. Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır, dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Münir Paşa’yla temasa geçerek Sait Faik için destek bulmaya çalıştı. Orhan Veli Kanık, Abasıyanık’a o dönemde yazdığı bir mektupta “… bu arada Çelme hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikâye azizim.” diye yazarak arkadaşına destek oldu.
Yazarın ilk kitabını öven Peyami Safa ise bu olaylar sonrasında Abasıyanık’ı Marksistlerin ardına takılmakla suçladı. Bu suçlamayı duyan Yaşar Nabi’nin yorumu “Peyami Safa edebi günahlarına bir yenisini ekliyor.” oldu. Sonuçta, Sait Faik davadan beraat etti. Fakat bu olay sonrasında annesi, yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını iddia ederek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.
Oysa yazmak, yazarımızın tutunduğu bir daldı. Yazmadığı zaman kendini daha yalnız daha içinden çıkılmaz hissederdi. İnsan zamanını bir şeyler üreterek geçirdiğinde daha anlamlı bir hayata sahip olabilir. Duyguların ve düşüncelerin bir yere kanalize edilmesi hayatta birçok şeyin üstesinden gelmesini kolaylaştırabilir.
Sait Faik, Çelme hikâyesi yüzünden yargılanmasından dolayı ve bu olayın annesini üzmesi sebebiyle uzun süre kitap çıkartmadı. 28 Nisan ve 31 Mayıs 1942 tarihleri arasında, bir uğraş olması için Haber-Akşam Postası isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu röportajlarına gözlemlerini de katarak “Mahkemelerde” başlığı ile yayınlıyordu. Bu işe bir ay dayanabilen Abasıyanık, bu süre zarfında 28 mahkeme röportajı yazdı.
Hikâye tadındaki yazıları 1956'da Varlık Yayınları “Mahkeme Kapısı” ismiyle kitaplaştırdı. Çok aktif bir yazı hayatının olmadığı 1940 ile 1948 yılları arasında “Yürüyüş”, “Büyük Doğu”, “İnkılapçı Gençlik” ve “Serveti Fünun” gibi dergilerde hikâyelerini yayınlamaya devam etti.
Muhabirlik yapmadan önce, 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında Yeni Mecmua’da derginin 75. sayısından 95. sayısına kadar 19 bölüm halinde yayınladığı Medarı Maişet Motoru’nu 1944 yılında kitap olarak bastırmaya karar verdi. Fakat hiçbir yayınevi kitabı yayınlamak istemedi. Sonunda Yokuş Kitabevi’nin sahipleri Agop Arad ve Burhan Arpad’ın yardımı ve annesinin maddi desteğiyle kitabı çıktı. Ancak Medarı Maişet Motoru kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı.
Sait Faik, Medarı Maişet ismini ilk kez Vakit Gazetesi’nde yayınlanan “Bir Balık Avı Hikâyesi'nde kullandı. Hakkı Süha Gezgin’in söylediğine göre o bu sözcüğü çok seviyordu. Kitap 1952 yılında Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken Abasıyanık, kitabın ismini “Birtakım İnsanlar”, romanda geçen Medarı Maişet Motoru’nun ismini ise “Ceylan-ı Bahri” olarak değiştirdi. Medarı Maişet Motoru’nun ilk baskısı sadece 99 adet satılmıştır.
Çelme olayının ardından Medarı Maişet Motoru da asılsız bir ihbar sebebiyle toplatılınca Sait Faik’in yazın hayatı bir kere daha yavaşlamış oldu. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak aylak geziniyordu. Beyoğlu’na sık gittiği bu dönemde Şişli’de İkbal Apartmanı’ndaki evlerinde kalıyordu.
Bekar hayatından sıkıldığında ise Ada’ya annesinin yanına dönüyordu. Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan hikayelerden oluşan kitabı “Lüzumsuz Adam”ı 1948 yılında yayımladı. Sait Faik, kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yazdığı günlerde isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali’den duyduğu “Lüzumsuz Adam” ismini önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik onu öyküsünde kullandı.
Hastalığının ilk belirtileri 1945 yılında ortaya çıkmıştı. Amcasının oğlu Mustafa Raşit Abasıyanık’ın söylediğine göre 1947 yılında, burnundan ara sıra kan gelmeye başlayan Sait Faik, aynı zamanda yazar da olan doktor arkadaşı Fikret Ürgüp’e muayene olmuş ve karaciğerinin büyüdüğü ortaya çıkmıştı. 1948 yılında hastalığının “siroz” olduğu kesinleşti. Bu arada 1950 yılında Mahalle Kahvesi, Varlık Yayınları tarafından yayımlandı.
Sık sık doktora görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine, amcası ve Samet Ağaoğlu’nun desteği ve Doktor Kazım İsmail Gürkan’ın tavsiyesiyle Doktor Justin Besançon’a muayene olmak için 31 Ocak 1951’de Paris’e gitti. Paris’te sadece beş gün kalıp İstanbul’dan uzakta öleceği korkusu ve tedavinin ağırlığı nedeniyle geri döndü. Sait Faik daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş sebebini, doktorlarla olan konuşması üzerine hastaneye yatmaya kararından sonra içine düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak açıkladı.
Paris’teki doktorlar, Sait Faik’e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı. Fransa’dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla, Paris’e geri dönme ve tedaviye devam etme arzusunu ölene kadar muhafaza etti.
Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen Sait Faik, bir yandan da yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçiriyordu. Önce 1951’de Varlık Yayınları’ndan “Havada Bulut” ve “Kumpanya”, ertesi yıl yine aynı yayınevinden “Havuz Başı” ve “Son Kuşlar” yayımlandı. Yazılarında ölüm teması görülmeye başladı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya giderken daha sonraki günlerde çok sevdiği İstanbul’dan bile nefret etmeye başlamıştı.
1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Mark Twain Cemiyeti, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü Sait Faik’e “onur üyeliği” verdi. Sait Faik’ten önce Türkiye’den Mustafa Kemal Atatürk’e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da onun bu ödülü sevinerek kabul ettiği bilinmektedir. Mark Twain Cemiyeti üyesi olan Halide Edip Adıvar, derneğin Türkiye’de bu ödülü kime verebileceğini araştırırken Vedat Günyol, Halide Edip’e, bu kişinin Sait Faik olabileceğini söylemişti. İlgililer konunun üstüne eğilip araştırdılar ve onu ödüle layık gördüler.
Sait Faik ödülle ilgili olarak “Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete, dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek.” açıklamasını yaptı.
1953 yılında, ikinci romanı “Kayıp Aranıyor”, Varlık Yayınları’ndan, tek şiir kitabı “Şimdi Sevişme Vakti” de Yenilik Yayınları’ndan çıktı. 23 Ocak 1953’te Paris’e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Sanatı hanesinde “yok” yazan bu pasaportu hiç kullanamadı. Ölümünden kısa bir süre önce yazarla Burgaz Adası’nda karşılaşan Nurullah Ataç, Sait Faik’i “dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru ve benzi sapsarı” bulmuştu.
1954 yılında “Alemdağ’da Var Bir Yılan” ve Georges Simenon’dan çevirdiği “Yaşamak Hırsı” isimli kitapları çıktı.
5 Mayıs 1954 günü yemek borusu kanaması nedeniyle komaya girdi. Doktor Ahmet Erbelger tarafından acilen Şişli’deki Marmara Kliniği’ne kaldırıldı. Beş gün süren krizler nedeniyle Sait Faik’e kan verilmesi de gerekti. Yapılan bütün müdahalelere rağmen, 10 Mayıs’ı 11 Mayıs’a bağlayan gece saat 02.35’te aynı klinikte öldü. 12 Mayıs 1954 günü saat 11.00’de Sait Faik’in naaşı Marmara Kliniği’nden alınarak Şişli Camii’ne getirildi. Burada kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Naaşı, mezarlığa götürülürken Abasıyanık’ın isteği üzerine Kırağı Sokağı’ndaki evlerinin önünden geçirildi.
Ölümünün ardından aynı yıl, “Az Şekerli” isimli kitabı Varlık Yayınları tarafından yayımlandı.
Eserlerinden bazıları:
Semaver (1936, Remzi Kitabevi)
Sarnıç (1939, Çığır Kitabevi)
Şahmerdan (1940, Çığır Kitabevi)
Lüzumsuz Adam (1948, Varlık Yayınları)
Mahalle Kahvesi (1950, Varlık Yayınları)
Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954, Varlık Yayınları)
Son Kuşlar (1952, Varlık Yayınları)
Şimdi Sevişme Vakti (1953, Varlık Yayınları)
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz