ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 07-06-2024 19:49

Paranoid / Oğuzhan Yapıcı

Yazan: Oğuzhan Yapıcı -PARANOİD

Paranoid / Oğuzhan Yapıcı

PARANOİD

Üniversiteye başlayana kadar hayatımı geçirdiğim Kuşadası’na gelmeyeli yıllar olmuştu. Annemler küçük yeğenimi görmek için sık sık İstanbul’a geldiğinden ben onları görmeye Kuşadası’na uğramazdım. Zaten kocam olacak yalancı adam mahkemede bana akıl hastası diyerek vasim olduğundan beri kredi kartı bile kullanamadığımdan otobüs bileti almam da zordu. Birkaç gün burada kaldıktan sonra İstanbul’a döndüğümde boşanma davasını açıp onu da evden uzaklaştırmayı planlıyordum.

Öylesine hava almak için sahile kadar yürümek istemiştim. Belediye binasının önüne kadar geldiğimde Kuşadası’nı ne kadar özlediğimi bir kez daha hatırladım. Yollar, binalar ve hatta güneş bile daha güzel burada. En önemlisi de beni tanıyan neredeyse hiç kimse yok. İki gündür ne yolda peşime takılana ne de bana özel muamele yapan bir esnafa rastladım. Takip edilmemenin ne kadar huzurlu olduğunu unutmuştum. Belki de birkaç günlüğüne ziyaret etmektense temelli buraya yerleşmek benim için çok daha iyi olabilirdi.

Sahile yaklaşırken gözüm caddedeki mağazaların vitrinlerine kaymıştı. Tekstil mağazalarının, oyuncakçıların ve gözlükçülerin ardından sıra bir elektronik eşya mağazasına geldi. Vitrindeki televizyonlar kalitelerini göstermek için açık tutuluyordu. Televizyonların aynı görüntüyü nasıl da birbirlerinden bu kadar farklı renk tonlarında gösterdiklerini anlayamazdım bir türlü. Gözüm bir sonraki tekstil mağazasına ilişmek üzereyken televizyondaki bir detay dikkatimi çekti. Ekranın altında yazdığına göre oynamakta olan tartışma programının oldukça şaşırtıcı bir konusu vardı: “Devlet paranoid şizofrenleri yeterince izliyor mu?”.

Hemen mağazanın içine girip görevlilerin birinden televizyonun sesini açmasını istedim.

“Şimdi müzik çalıyor mağazada hanımefendi, açamayız.”

“Şu televizyonun ses kalitesini merak ediyorum da. Benim evdekini değiştirmeyi düşünüyorum. Bu benim duvara tam uyar.”

“Peki.” deyip televizyonun altındaki sehpanın çekmecesinden çıkardığı kumandayla sesi açtı.

“Teşekkürler.”

“Bu model çıkalı üç sene oluyor ama yüksek kalitede olduğundan hala isteyeni çok. Sesi de baya iyidir. Müzik kanallarını deneyelim isterseniz.”

Tam kumandadaki tuşlara basacaktı ki son anda durdurdum. “Hiç gerek yok. Bana normal bir sohbetin sesini salonun ucundan duymam yeter.”
“Peki nasıl isterseniz.”

Neyse ki o sırada bir müşteri yardım istediğinden mağaza görevlisi yanımdan uzaklaştı. Ben de televizyonda konuşulanları dinlemeye başladım. Programda söylenilenler hayatım boyunca anlam veremediğim birçok olaya ışık tutuyordu. Konuşma yapan doktorlar bir konuda hemfikirdi. Paranoid şizofreniye sahip olanların korunması için yakından gözetleme yapılması, gittikleri yerlere kameralar gizlenmesi, hatta cilt altlarına mikroskobik çipler yerleştirilmesi gerekiyordu. Devletin halihazırda sokaklarda yaptırdığı gözetleme ise konuşmacılara göre yetersizdi. Bir süre sonra sunucu kısa bir özet geçtikten sonra programı son sözleriyle bitirdi: “Gelecek programımızda devamlı olarak endişelerinizi düşünerek anksiyetenizden nasıl kurtulacağınızı anlatacağız. Bizi izlemeye devam edin.”

Biliyordum. Bu zamana kadar bana hep kuruntulu olduğumu söyleyerek kendi aklımdan bile şüphe ettirdiler. Oysa gerçekten de takip ediliyordum. AVM girişlerinde bile herkes öylece geçerken güvenlik görevlileri özellikle beni ek olarak bir de el dedektörüyle tarıyordu. Yaşadıklarımın önemli bir parçasına doğrudan bir açıklama gelmişti sonunda. Ama bunları neden yeni öğreniyordum ki? Daha önce ne yakınlarım ne de doktorlar bana böyle bir şeyin olduğunu söylemişti. Hadi bir şeyden haberi olmayan yakınlarım neyse de, bir de doktorların bu kumpastaki rolünü anlayabilseydim...

Anlaşılan o ki güvenebileceğim kimse yoktu. Bunun çok büyük bir sır olduğu açıktı.Şanslı günümde olmalıydım ki dikkatsizliklerini yakalayabilmiştim. İlaçları İstanbul’da unutmam isabet olmuştu.

***

Gerçeği öğreneli bir hafta olmuştu. Benden sakladıklarını yüzüne vurunca annemle büyük bir tartışma yaşadım. İnkâr edip saçmaladığımı söylemekten öte bir açıklama yapamadı. İstanbul’a ise haladönmemiştim. Akşam lise zamanlarından arkadaşım olan Mustafa’yla görüşecektim. Güvenebileceğim birisi olabilirdi. Lise zamanlarında hislerine karşılık vermediğimden beni hala sevdiğine pek ihtimal vermesem de bazı şeylerin hiç değişmediğini görmek güzel olurdu.

Eskiden olduğu gibi yine meydandaki Ambar denilen bir giyim mağazasının önünde buluştuk. Oradan beş dakikalık yürümeyle sahile vardıktan sonra ya sağdan gidip marina taraflarındaki pahalı kafelerden birine oturacaktık ya da soldan devam edip devamlı koca koca kruvaziyer gemilerin uğradığı iskele taraflarındaki salaş mekanlarda bira içecektik. İlkokulumu da görmek bahanesiyle soldan devam etmek istediğimi söyledim. Bir müddet yürüdükten sonra bir barda oturup birer bira söyledik.

Dört kişilik bir masada karşı karşıya oturmuştuk. Başıma gelenleri anlatmak için sabırsızlanıyordum. Duyduğunda oldukça şaşıracağından emindim. Ama içimden bir ses, hemen bu konuyu açmaktansa öncelikle daha basit konular üzerinden samimiyetimizi pekiştirmemizin daha iyi olacağını söylemişti. Çoğunlukla da eski arkadaşların nerelerde neler yaptığından bahsediyorduk. Güzel ve akıcı bir sohbetti. Bir süre sonra konuyu bu devirde kimseye güven olmayacağına getirdim. O da benimle aynı fikirdeydi. Daha dün internetten sipariş ettiği ikinci el çadırı yırtık halde gönderen dolandırıcı adamdan bahsediyordu. “Herkes kendini düşünüyor, başkalarına neler yaşattığını düşünmüyor bile.” diye konuşmasına devam ederken beni anlayabileceğini düşünmeye başlamıştım.

Lavaboya gidip geri geldiğimde Mustafa’nın karşısına geçmektense yanına oturdum. İkinci biralarımız hazırdı. Sabırsızlandığım konuyu açmadan önce biraz da annemin hayatımı zehir etmesinden bahsettim. Kapalı şekilde anlatsam da Mustafa’nın nasıl bir değerlendirme yapacağını merak ediyordum. O da “Aynen öyle. Bize iyilik yaptıklarını düşünürken çoğu zaman hayatımızı zorlaştırıyorlar.” diyerek karşılık verdi. Kesinlikle iyi bir dinleyiciydi ve beni anlayacağından emin gibiydim. Hatta belki de sadece o anlayabilirdi. Aramızda bir çekim olduğundan da şüphem yoktu. Bana mı öyle geliyordu bilmiyorum ama sanki zamanla daha yakışıklı olmuştu Mustafa. Arkamdaki sandalyemin üstüne uzattığı koluna dokunmak için arkama yaslandım. İlaçları tamamen bıraktığım için olacak, uzun zaman sonra iyi hissediyordum. Her şeyi bu gece anlatmasam da olurdu.

***

Sabah uyandığımda Mustafa yanımdan çoktan kalkmış, kahvaltı hazırlıyordu. Dün gece söylemek istediklerimi şimdi kahvaltı masasında söyleyebilirdim.

Mustafa anlamaya çalışırcasına gözlerini kısmış, sessizce beni dinliyordu. Geçen hafta televizyonda gördüklerimi hemen söylemesem de, yaşadıklarımı özetlemiştim. “Hmm, peki. Ama neden seni takip ediyorlar anlamadım?” diye sordu.

“Ben de emin değilim. Dün senin de dediğin gibi, kendilerince iyilik yaptıklarını sanıyorlar herhalde.”

Mustafa güldü.

“Ya hadi bırak lütfen.”

“Şaka yapmıyorum. Daha dün beraber yürürken bile takip ettiler.”

“Bir sebebi vardır belki. Ne yapmış olabilirsin ki? Ya da ne bileyim… Sana öyle geliyor olabilir mi?”

“Ya niye bana öyle gelsin!” diye çıkıştım. İster istemez verdiğim bu tepkinin ardından gözlerini iyice açıp şaşkınca suratıma bakan Mustafa’nın bu yüz ifadesi benim için oldukça tanıdıktı. Bana inanabileceğini düşündüğüm belki de tek kişinin bu söylediğini duymak moralimi bozmuştu. Yine de etrafımda güvenecek kimsenin kalmadığını düşününce, küsmektense ikna etmek için elimden geleni yapmak daha doğru olacaktı. Zor olsa da sakince devam ettim: “Hayır yani, bana da hep öyle dediler ama geçen hafta gerçekten de izlendiğimi teyit ettim sonunda.”

“Nasıl teyit ettin?”

“Televizyon programında duydum. Hangi programdı hatırlamıyorum. Ama insanları gerçekten de izlediklerini ve daha fazla izlemeleri gerektiğini konuşuyorlardı.”

“Televizyonda söylediler ha, ilginç. E ama neden izliyorlarmış ki insanları?”

Paranoid şizofreni teşhisimden bahsetmek için Mustafa’nın hazır olmadığını seziyordum. O yüzden “Bilmiyorum.” diye yanıtladım. Bu yanıtım kısa bir sessizliği de beraberinde getirdi. Sonra Mustafa’nın gülümsediğini farkettim. “Ben biliyorum.” dedi gülümseyerek. “Ben öyle yapmalarını söyledim de ondan.”

Dalga geçip geçmediğini anlayamamıştım. Ama biraz düşününce bunun aslında uzak bir ihtimal olmadığını farkettim. Başıma gelen her şey üniversite zamanlarımda başlamıştı ne de olsa. Üniversiteden önce kalbini kırdığım birisi varsa o da lise zamanında karşılık vermediğim Mustafa’dır. Bu farkındalığın ardından derin bir ürperti hissettim. “Nasıl yani?” diye sordum korkumu olabildiğince gizlemeye çalışarak.

Mustafa ise belki de korktuğumu hissettiğinden olacak, gülümsemesinin dozunu artırarak bir kahkahaya çevirdi. Sanki benim korkum ona neşe veriyordu. “Ben izlettiriyorum seni. Ne sandın?”

Hızlanan kalp atışımı başımda hissedebiliyordum. Odağım masanın ortasındaki ekmek teknesinde duran bıçakta olsa da anlaşılmasın diye oraya bakmıyordum. “Neden?” diye sordum sadece.

“Güzel soru. Çünkü… Benim olacağından emin olmak istedim. Evet ondan dolayı.” dedi sırıtarak.

Neyi neden yaptığını kendisi de umursamıyordu anlaşılan. Aynı masada oturduğum bu adamın hasta ruhlu bir manyak olduğuna şüphem kalmamıştı.
Yine kısa bir sessizlik hâkim oldu.

“Ben eve gideyim, annem merak etmiştir.” diyerek masadan kalkmaya yeltendim. Heyecanımdan olacak, sandalyemi geri çekmeden kalkmaya çalışınca masayla mücadele ederken buldum kendimi. O sırada yerinden kalkan Mustafa pençe gibi yaptığı elini yavaşça yüzüme uzatırken “Artık benimsin, hiçbir yere gidemezsin.” dedi.

Kapana kısılmıştım. Hemen hareket etmem gerekiyordu. Elini tam yüzüme değdirecekken ekmek teknesine atıldım. Bıçağı elime aldığım gibi tüm gücümle Mustafa’nın yüzüne savurdum. Bıçak saplanmadan önce Mustafa’nın şaşkınlığını hissetmiştim. O sırada bir anlığına gözümü kapattığımdan ve geri dönüp bakmadığımdan bıçağın tam olarak nereden nereye kadar girdiğini dahi bilmiyordum. Kalkarken masayı da sandalyeyi de yıkıp evin kapısına koşmuştum.

Kafamda düşüncelerle eve koyuldum. Bir taksiye veya minibüse binmek aklıma bile gelmediğinden yürüyordum. Acaba polise mi gitmeliydim? Buraya beş on dakika uzaklıkta, ilkokuluma yakın bir yerde polis merkezi vardı. Bana inanmalıydılar. Ama ya inanmazlarsa? Acilen bir sigaraya ihtiyacım vardı. Gözüme ilişen ilk tekele girdim. İçerideki küçük tüplü televizyonda geçen hafta izlediğim konuşmacıları yeniden görünce şaşırdım.

“Hangi kanal bu? Kim bunlar?” diye sordum tekelci adama.

“Ooo bunu nasıl bilmezsin ya. Soğan diye bir program. Çok güzel skeçleri var bunların.”

“Nasıl yani?”

“Yeni yeni popüler olmaya başlamışlar. Aynı adamların eskiden tiyatroları yayınlanıyordu. Neydi ismi unuttum.”

Sigaramı alıp tekelden çıktım. Çıkar çıkmaz ilk işim telefonumdan “Soğan” denen programı aramak oldu. Görünüşe göre geçen hafta izlediğim program bir komedi skeciydi. Ama bu yine de anlattıklarının gerçek olmadığı anlamına gelmiyordu. Komedyenlerin sık sık yaptığı gibi gerçek olaylar üzerinden devleti eleştiriyorlardı büyük ihtimalle. Tamamen şakadan ibaret olma olasılığı da vardı elbet. Belki Mustafa da sadece şaka yapıyordu. Aksini nasıl kanıtlayabilirdim ki? Kimse dediklerime inanmıyordu. Öyleyse hapse girecektim...

Mustafa’nın evinin anahtarı bende olmadığından yeniden dönüp parmak izlerimi yok etme şansım yoktu. Zaten evine girip çıktığımı kameralar da kesin görmüştü. Evi dışardan yaksaydım? Yine binadaki kameralara yakalanırdım. Oysa binayı tamamen yakmak, evet, en garantili yol buydu. En iyisi yarını beklemeden bu gece halletmekti. Hem gecenin köründe çıkan yangını zamanında da söndüremezlerdi ki.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi