ÖZGÜRLÜĞÜN AÇLIĞI, EKMEKTEN DAHA BESLEYİCİYDİ
Gece, köy evinin küçük penceresinden sızan solgun ay ışığıyla aydınlanıyordu. Taş duvarlar soğuk; tahta kapılar içeriye rüzgâr üflüyordu.
Babası, oğlunun eşyalarını küçük bir torbaya koydu; azıcık un, birkaç kuru ekmek ve biraz yiyecek hazırladıktan sonra, şehre gidecek olan komşularının traktörüne yetişmek için aklı annesini hazırladığı peynirli sıkmada kalarak çıktılar.
Koşarak ancak yetiştiler. Traktörün motoru çalışmış onları bekliyordu. Çocuk, traktörün arkasına otururken babasının yüzüne son kez baktı. Yol boyunca serin rüzgâr yanaklarını okşadı; ama içindeki ürperti hiç geçmedi.
İnsan bazen kendisini taşıyan yolculukların aslında ruhunun sürüklediğini fark edemezdi.
Şehre vardıklarında, babası onu amcasının evine bıraktı. Bu evde mutlu olamayacaktı. İlk günden anlamıştı bunu.
Yengesi, onu baştan aşağı süzen, memnuniyetsiz bakışlarını hiç gizlemedi. Amcası da pek ilgilenmedi.
Okuldan akşamları yorgun argın gelince bir köşeye çekilirdi. Çocuk, odanın köşesinde bir yastıkla yetinir, kendini fazlalık gibi hissederdi.
Sabahları çoğu zaman son anda uyandırılırdı, kahvaltı yapmak bir lüks haline gelmişti. Aç karnına okula gitmek alışkanlık olmuştu, midesinin kazınmasını ders zilinden bile önce hissederdi.
Lastik ayakkabılarının içi boştu; ona çorap bile lükstü. Sınıfta tahtaya kalkmaya çekinirdi. Bildiği soruları bile bilmez gibi yapardı. İnsan bazen bilgisiz görünmeyi tercih ederdi; çünkü bilginin yükü bazı gözlerde küçümseme olarak yankılanırdı.
Akşam olduğunda sofranın başında büyükler oturur, yemekler sıcak sıcak önlerine konurdu. Çocuk ise kenarda, divanda beklerdi. Kaşık sesleri ve yemek kokuları açlığını daha da artırırdı. Kuru ekmeği elinde evirip çevirirken yengesinin sert sesi duyulurdu:
"Hadi, niye bekliyorsun? Masaya gelsene!"
Bu çağrı, bir davet değil, bir azarlamaydı.
Çocuk sofraya yaklaştığında gözleri tabakları tarardı. Önünde yarım kalmış yemeklerden başka bir şey olmazdı. Bazen sadece birkaç lokma soğumuş pilav, bazen tencerede kalmış yağlı suya batırılmış ekmek parçaları… Eğer şanslıysa, birkaç kemik sıyrıntısı ya da yarım kalmış bir patates bulurdu. Sofradakiler doyduktan sonra, ona artanlar reva görülürdü. Eğer hiçbir şey kalmadıysa, mutfaktaki ekmek sepetinden aldığı bayat bir dilimle açlığını bastırmaya çalışırdı.
Belki de insan, hayatın artıklarıyla beslenmeye alıştığında yalnız açlığı değil, sevgisizliği de sindirmeye başlıyordu.
Zaman geçti, ama baba bir daha hiç gelmedi. Çocuk, yatağa uzandığında gözyaşlarını sessizce yastığına akıtırdı, "Babam beni hiç mi sevmiyor?" diye düşünerek uyurdu. Oysa sevgi bazen gözle görülmeyen bir yük olurdu; taşınmaz, gösterilmez, ama eksikliği her şeyden ağır gelirdi.
Yılsonu gelip okul bittiğinde, karnesinde “sınıfta kaldı” yazısını gördüğünde hiç şaşırmadı. Yıl boyunca ya bildiğini söyleyemedi ya da bilemedi.
Yaz tatilinde köye döndü, babasının karşısına geçtiği her gün, “Amcamın evinde bana kötü davranıyorlar.” diyemedi; "Ben tek başıma yaşamak istiyorum.” dedi.
Babası öfkelendi, bağırdı, direndi. Ama çocuk kararlıydı. Sonunda, bir odalı eski bir ev buldular. İçinde bir yer yatağı, bir gaz lambası, bir de dumanını odanın içine yayan bir soba vardı. Ama bu, onun yuvasıydı.
Gündüzleri kahvede garsonluk yaptı, lokantada bulaşık yıkadı. Bazen odun taşıdı, bazen ayakkabı boyadı. Ellerinde nasırlar çıktı; ama eve döndüğünde içini bir huzur kapladı. Kendi evine dönüyordu, başkasının fazlalığı değil, kendi hayatının sahibiydi. O soğuk köşeler, o aç geçen sabahlar, sofradan artıkları beklemek yoktu artık. Yiyecek bir lokması varsa kendinindi. Akşamdan kalan yarım tabak pilav, kuru ekmek, bayat çay kendinin artığıydı.
Marcus Aurelius’un, “Mutluluk, dış koşullara bağlı değildir; o, içsel bir meseledir." dediği gibi. Hepsi geride kalmıştı. Açlığı bilirdi, yalnızlığı bilirdi; ama şimdi özgürlüğü de biliyordu. Belki de insan en büyük serveti elinde değil, ruhunda taşıyordu. Özgürlüğün açlığı, ekmekten daha besleyiciydi.