ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 17-03-2025 23:02   Güncelleme : 18-03-2025 17:51

Morto Koyu'nda Zaman / Hüseyin Uyar

Hüseyin UYAR -MORTO KOYU’NDA ZAMAN

Morto Koyu'nda Zaman / Hüseyin Uyar

MORTO KOYU’NDA ZAMAN

Nisan ayının sonları, hava kış ile yaz arasında cilveleşiyor. Vakit öğle sonrasını gösteriyor. Yeni geldim. Bilmem bu kaçıncı gelişim. Saymadım, hesaplamayı da düşünmüyorum. Ruhumun bir kısmının buraya ait olduğunu hissettiğim için her şeye aşinayım. Bu akşam Seddülbahir’de, yarın sabah Morto Koyu’nda, öğle sonrası da kara savaşlarının olduğu Kanlısırt bölgesinde vakit geçirip, akşama doğru İstanbul’a dönmeyi planlıyorum. Her zaman yaptığım gibi diyeceğim ama bu sefer bir adım ‘öteye’ geçebilecek kadar cesaretim var. Sanki her şey masummuş gibi davranarak kendimi rahatlatmak istedim.

Yarın sabah, tan vakti Morto Koyu’nda Mehmet ile birlikte düşmanı karşılayacağım! İşte ben böyle söylersem “deli” diyecekler. Neyse ki, çevremdekilere herhangi bir şey anlatmak zorunda değilim.

“Bu da nereden çıktı?”, “Böyle buluşma mı olur?”, “Yoksa sen delirmeye mi başladın?” gibi onlarca soru. Oysaki sorulabilecek hiçbir soru umurumda değil. Şimdi buradayım ya gerisi önemsiz…

Uzun uzadıya Ertuğrul Koyu’nu seyrediyorum. Bir taraftan da, gruplar halinde dolaşan insanlara bir şeyler anlatmaya gayret gösteren rehberlerin söyledikleri geliyor kulağıma. Duyduklarımdan hiç memnun değilim. Anlatıcılar mı yeterince bilmiyor, dinleyenler mi anlayamıyorlar, emin olamıyorum… Tur otobüsleri, minibüsleri; biri geliyor, biri gidiyor. Sanki benim özel mülküme izinsiz giriliyormuş gibi rahatsız oluyorum. “Ta en başa, Kilitbahir’e bir kapı konulmalı ve içeri girmek için sınav yapılmalı. Hatta bu sınavda mistik algı seviyesi ölçülmeli.” diye içimden geçiriyorum. Kurtulamadığım ve pek de geçerliliği olmayan bu duygularıma rağmen mutluyum. Çünkü ait olduğumu sandığım yerdeyim. Bazen boğazı bazen de Ege Denizi’ni seyrederek akşamı ettim. Sahibinin beni artık tanıdığı pansiyonuma gittim.

Yemekler, sohbetler ve her zamanki gibi vakit geçirme yöntemleri ile zamanın akmasına müsaade ediyorum. Dış dünyamda bütün bunlar olurken, aklım fikrim sabahki buluşmaya kenetlenmiş durumda…

Ve işte vakit geldi. Morto Koyu’ndayım… Etraf çok sessiz. Tabiat gecenin koyu halinden kurtulmak istiyor. Güneşin doğmasına epeyce vakit var. Sabah ezanı daha okunmadı...

Henüz tüm algılarım beşeri durumda. Kollarını kıvırdığım haki yeşili gömleğimin cebinden sigaramı çıkardım ama ucunu yakmadım. Kum rengi şapkamı şakaklarıma kadar indirdim. Birçok cebinde planlarıma uygun materyaller olan siyah pantolonumla, mevsimine uygun şekildeki botlarımla ve artık ehlileştirdiğimi düşündüğüm korkularımla hazırım. Ortalık aydınlanmadan buluşma gerçekleşmeli.

Morto Koyu çok sakin. Seddülbahir yönünden anıt tarafına doğru birkaç adım daha ilerliyorum. Gözüme bir ağaç karartısı kestiriyorum. Ayaklarımın titremesini engelleyemiyorum. Bu korkunun beni esir almasına müsaade etmeyeceğim. Hatta daha fazla korkuyu üzerime çekip korku eşiğini aşmayı planlıyorum… Vakit daralmaya başlıyor.

Birkaç adım daha atarak hedeflediğim ağacın altına ulaştım. Yüzüm denize dönük vaziyette oturdum. Sırt çantamı sol yanıma koydum. Kalem ve defterimi elime aldım. Sağ bacağımı hafifçe kaldırarak sehpa gibi kullanacağım. Ağacın dibine iyice sinmiş haldeyim. Şapkamı şakaklarımdan daha da aşağıya indirdim.

Derin bir nefes aldım… Gözlerimi, henüz aydınlanmamış vaziyetteki ufka diktim. Ve artık hazırım. Şimdi zamanı kendinde eriterek, varılan derinliğin içine açılan kapıdan geçme anı! Artık zaman yok…

Şafak sökmemişti ve denizde hiç dalga yoktu. Zaten buraya eskiden beri Morto Koyu denirmiş. Sessizlik ile ölümün ortak adının, sakinlik olarak yansıdığı bir garip yer.
Denizde bir karartı görülmeye başladı. Canavarın avına sessizce yaklaşırken duyulan nefesi gibi ürpertici. Sonra birkaç tane daha...

Birazdan açılacak cehennemin kapıları için hazırlanıyormuşçasına beklemekte olan ve şimdi hiçbir şeyin uyumadığı bu vakitte, denizden yaklaşan ölüm karartıları ve onları bekleyen seksen Mehmet’in karşılaşma anı. Adı Morto olan bu yerde, adından daha sessiz ve patlamaya hazır volkanın son dakikalarındaki bekleyiş hali… Uçan bir karabatağın suya değen kanat sesi duyuldu. Peşinden birkaç tane daha. Ölümü getiren karartıların ve bekleyen Mehmetlerin bir kısmı, birazdan ebediyette kendilerine ayrılan yere doğru yola çıkacaklar…

“Geliyorlar!” diye kısık bir ses duydum.

“Hazırız Komutan’ım!” diyen Mehmet’in fısıltısını da…

Yerimden kalktım onların yanına gitmek istedim ama bu mümkün olmadı. Hangi dilden olduğunu bilmediğim ve zihnimin tam da derinliklerinden gelen bir ses, “Yerinden kımıldayamazsın. Sen sadece şahit olacaksın!” dedi ve sanki görünmez bir bağ ile beni olduğum yere sardı.

Hâlâ aynı yerde, dizimin üzerinde kâğıt kalem, diğer yanda da sırt çantama yaslanmış ve ağaca sırtımı vermiş şekilde oturuyordum.

Karanlık gölgeler iyice yaklaştı. Bir mesafede durdular ve top namlularını çevirdiler. Mehmetleri gördüm. Kendilerine doğru dönen top namlularını hissediyorlardı ve hazırlardı. Yanlarına gidip sorabilseydim “Neye hazırsınız?” diye, acaba ne cevap vereceklerdi?
Zaman mefhumu ortadan kalkmıştı ya, yine de ilerleyen ve ölçülemeyen bir şeyler vardı.

Ve cehennemin kapıları açıldı…Birden büyük bir gürültü koptu. Bir top mermisini gördüm. Ve peşi sıra onlarcası. İşte volkan patladı. Ortalık mahşer yerine döndü… Çıkarma gemilerinin kapakları açıldı. Koşmaya başladılar. Yüzlercesi koşuyordu. Yanımdan geçtiler, yüzlerini göremedim. Mehmet ile buluşmaya koşuyorlardı. “Durun! Siz kimsiniz, burada ne işiniz var?” demek istedim ama işte o görünmez bağ, sesimi de kısmış meğer.

….

“Beyefendi! Beyefendi! İyi misiniz?” diyen sesi duydum.

“Ah evet iyiyim. Teşekkür ederim asker.” dedim ve biraz toparlandım.
Devriye gezen jandarmanın beni dürtmesi ile uyanmış oldum. Askerler benim iyi olduğumu görünce fazla durmadılar ve gittiler.

Saate baktım. Sabah olmuş ve artık gün ağarmış. Toparlanıp ayağa kalktım. Oldukça yorgun hissediyordum. Biraz da terlemişim. Yüz yıllık yolculuk yapıp geri gelmiştim.

Çantamı da sırtıma atarak epeyce ileride bıraktığım arabama doğru yöneldim. Birden aklıma geldi. Muhtemelen bir saate yakın vakit geçirdiğim o mistik zamanda, elimdeki not defterime bir şeyler yazmış veya çizmiş miydim? Arabama gelince hemen not defterime baktım.

“Ben geldim!” yazmışım ve bir de garip birkaç çizgi atmışım. Hepsi bu… Ruhumun ağırlığını da hissederek, Seddülbahir tarafındaki konakladığım pansiyona doğru yönlendim.

Kapıdan içeri girdiğimde, uykulu hali ile beni karşılayan görevli “Günaydın” dedi. Bu halime hiç şaşırmıyor olması dikkatimi çekti. Benden başkası da böyle garip haller ile sabah erken saatte dışarı çıkıp geliyor muydu? Kim bilir belki yalnız değilimdir.

“Kahvaltınızı alacak mısınız?” diye sordu.

“Biraz sabah şekerlemesi yapayım da geleyim.” dedim.

Zaten bu kadar erken saatte kahvaltı servisi yapası yoktu. Böyle karşılıklı anlaştıktan sonra odama yürüdüm. Arkama doğru dönüp görevli gence doğru baktım. Etraftaki camekânlar içinde, 1915’e ait savaştan kalan bazı materyaller sergileniyor olsa da, otel sahibinin pek de etkileniyor gibi bir ruh hali yoktu. “Belki de artık iyice kanıksamıştır.” diye içimden geçti.

Yatağa uzandım. Öylesine yorgunum ki, sanki sabah yaşadığım mistik ortamın yükü hâlâ üzerimdeymiş gibi. Kısa bir uyku ile toparlanırım diye düşündüm.

Uyandığımda zaman öğleye yaklaşmış. Hemen toparlanıp çıkmalıyım. Bu sefer kara savaşlarının olduğu bölgeye gideceğim.

Ve ‘Kanlısırt’, işte benim kutsal mekânım…
 
Editör: Dr. Özlem Demir

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi