ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 27-08-2024 13:34   Güncelleme : 27-08-2024 13:40

Mavi Saat / Nihal Danışman

Yazan: Nihal Danışman -MAVİ SAAT

Mavi Saat / Nihal Danışman

MAVİ SAAT

Şubat soğuğu insanları evlerine hapsetmişti. Çok mecbur kalmadıkça kimseler dışarıya çıkmıyordu. Küçük Metin ise giyile giyile yıpranmış, kol ağızları sökülmüş ince bir kazak, ayağında yazlık bir pantolonla Kışla Mahallesi’nde dar bir sokak boyunca yürüyordu. Kışla Cami’nin yakınında idi evleri. Ev denirse tabi, oturdukları, yaşamlarını geçirdikleri bu yere…

Sığınak ya da dam demek daha doğru olabilirdi. Tek göz bir odada yaşıyorlardı. Soğuk kış günlerinde odalarını ısıtacak bir mangalları vardı. Mangalın yanında bir yer döşeği ve üzerinde kocaman bir yorganları duruyordu. Mangallarını yaktıklarında yer döşeğine otururlar, yün yorganlarını da üzerlerine çekerek ısınırlardı. Üstlerindeki dam topraktı ve bir kaç senedir tamirat görmemişti. Yağmur yağdığında odada akmayan bir yer bulup, mangallarını ve döşeklerini oraya çekiyor, akan her yere kap kaçak koyup su basmasından korunmaya çalışıyorlardı.

Metin’in anacığı, bu sene de dama onarım yaptıramadığı için hayıflanıyor, en çok da Metin’in nemden rutubetten hastalanmasından korkuyordu. Kadıncağızın tek başına damı aktaracak gücü yoktu. Bu iki insanın birbirinden başka kimseleri de yoktu. Babaları Metin henüz üç yaşındayken, onları terketmiş yeni bir eşle yeni bir yuva kurmuştu. Onların durumlarıyla ilgilenmez, seyrek olarak uğrar, biraz çay, biraz şeker getirir, Metin’in çok ihtiyacı olan baba şefkatini göstermeden, elini oğlunun başına bile değdirmeden kaçarcasına giderdi. Bu iki insanın, iki güzel dostu vardı.

Komşuları Sarya Hanım ve Metin’in anasının dikiş  hocası Hacer Hanım. Soğuk kış günlerinin çoğunda gündüzleri Sarya Hanım’ların evinde oturur, akşam olunca eve gelip mangalı yakarlardı. Sarya Hanım ve eşi Ferzan’ın öyle güzel öyle merhamet dolu yürekleri vardı ki, bir gün gitmeyecek olsalar  gelip onları evlerinden alır ve sitemle kendi sıcak evlerine götürürlerdi.  Sarya ve Ferzan yardım edecek kimseleri olmadığını bildiklerinden, hafta sonu olduğunda, Ferzan’ın izin gününde damı onarmaya söz vermişlerdi.

Metin’in annesi Hüsna, komşularının bu sözüne o kadar sevinmişti ki, kırmızı çamur, tezek ve samanı karıştırarak onarımın ilk hazırlığını yapmıştı bile. Onarım gününe kadar her gün sıva olarak kullanılacak bu çamuru karıştırıyor, gerekirse su ekliyor, kurumasını önlüyordu. Odalarının bir köşesine, baştan savma yapılmış mutfak tezgâhının üzerine koydukları bir kaç kap kacak ve yemek yapmaya yarayan küçük bir tüpleri vardı; camın önünde de ahşap bir sedir ve üzerinde oturmaya ince bir sünger yatak. O kadar fakir bir ev, fakat o kadar da zengin bir ana yüreği…

Hüsna, Hacer Hoca’sından öğrendiği nakış işleme sanatıyla geçimlerini sağlıyordu. Genç kızlara çeyiz işleyerek ve çok güzel işlemeli, kabartmalı yorganlar yaparak anlının teriyle oğlunu büyütmeye çalışıyordu.

Küçük Metin, şubat ayının insanın içine işleyen soğuğu ile yürürken, kazağının yakasını boynunun yukarısına kadar çekmiş, kendini az da olsa ısıtabilmek için de kollarını göğsüne kavuşturmuştu. Annesi genellikle böyle günlerde onu dışarıya göndermek istemezdi, ama bu gün itibarlı bir müşterisi gelecek ve nakış işi ısmarlayacaktı. Kahveyi de gelecek misafire ikram edecekti muhtemelen. Annesi çabuk gel demişti fakat içine işleyen soğuk ve rüzgar hızını kesiyor, hızlı yürümesine engel oluyordu. Kaçakçılar Çarşısı’ndan damla sakızlı dibek kahvesi ve nakış ipi almasını istemişti annesi.

Yürürken soğuktan akan burnunu kazağının yenine sürdü. 27 Mayıs Cadde’sindeki Kışla Cami’nin önüne gelmişti. Kimseleri göremedi caddede. Sanki herkes bir yerlere saklanmıştı. İçine engel olamadığı bir korku doldu. Henüz küçük bir çocuktu. Çelimsiz ve zayıf diye annesi bu yıl okula göndermemiş, okul işi seneye kalmıştı. Uzun kış gecelerinde, komşular birbirinin evinde toplandıklarında anlatılan hikâyeler dolaşıyordu taze dimağında. Gırnavaz tepesinde yaşayan ve çocuklara musallat olan üç harfliler, evlerin ta içine kadar giren periler ve türlü korkunç hikâyeler küçücük yüreğinde büyük korkulara yol açıyor; her köşeden, her ıssız noktadan bilinmeyen bir yaratık çıkarak onu alıp kaçıracak, kendi alemlerine götürecek zannıyla titriyordu. Hem soğuktan, hem de korkudan titreye titreye Kaçakçılar Çarşısı’na geldi. Burası Nusaybin’in en meşhur alışveriş merkezi idi. Ne ararsan bulabileceğin bir yer. Satılanların çoğu Çin’den, Suriye’den, hatta Lübnan’dan geliyordu bir şekilde.

Pasaja girince rahatladı, korkularını unuttu Metin. Soğuktan morarmış vücudu pembeleşti, yanaklarına kan geldi. Küçük kırmızı burnundan akan sümüğünü içine çekti. Önce ışıl ışıl parlayan avize dükkânlarının önünden geçti. Burada o kadar çok dükkân vardı ki, Metin her gidişinde şaşırmaktan kendini alamıyordu. Bazılarında çeşit çeşit yemek tabakları, tencereler; bazılarında elektronik eşyalar, elektrikli ev aletleri… Sonra onu en çok etkileyen şekerlemeciler… Çeşit çeşit lokumlar, çikolatalar, renk renk badem şekerleri...

Öncelikle çeşit çeşit lokumların, badem şekerlerinin, mis gibi kahvelerin olduğu bir dükkâna girdi. Sabahı erken saatlerinden olmasına rağmen dükkânda bir kaç müşteri vardı. Onlar satıcıyla pazarlık ederken, (pazarlıksız satış pek olmazdı bu kasabada) Metin, çok sevdiği mavi renkli badem şekerlerini seyretmeye koyuldu. Ancak bayramlarda yiyebildiği bu güzel şekerlerin ağızda dağılırkenki çıtırtısını duyar gibi oldu. Çikolatalar, gül kokulu lokumlar… Bir an için başı döndü. İyiden iyiye acıkmıştı. Hele ki dükkândan yükselen buram buram kahve kokuları insanın aklını başından almaya yetiyordu. O an için Metin’in hayalinde büyük güzel bir ev belirdi. Neşeyle kahvelerin içildiği, güllü lokmaların kahvenin yanında ikram edildiği, mutlu kahkahaların atıldığı o büyük bahçe duvarlı taş ev… Annesinin nakış hocası Hacer Teyze’nin evi. Bayramlarda gitmeyi çok istediği ev. El öptüğünde, başı okşanarak eline sıkıştırılan kâğıt paralar, gün boyunca tıka basa yediği yemekler, mavi badem şekerleri, çikolatalar… Evden ayrılırken gizlice annesinin çantasına sıkıştırılan bir miktar para ve en önemlisi Hacer Teyze’nin Metin için aldığı yepyeni gömlek, pantolon ve ayakkabı. Bütün yıl görüp görebileceği tek yeni giyimler bunlar.

Mutluluk dendiğinde Metin’in hayaline, Hacer Hanım’ların evi geliyordu hep. Bayram kışa denk gelirse, bütün evi ısıtan o kocaman dev soba. Sobanın evin tavanına vuran o büyülü ışıklarında melek kanatlarını görürdü Metin. Melekler dans ediyordu her zaman bu evde. Bahçedeki çiçeklerin içinde, cama vuran yağmur damlalarında, en çok da Hacer Hanım’ın merhametle bakan gözlerinde ve kalbinde.

Hülyalı gözlerle badem şekerlerinin, lokumların arasında yitip gitmişken, dükkan sahibinin seslenişiyle kendine geldi.

“Oğlum, ayakta mı uyudun ne? Ne alacaksın? De hadi!"

Metin, daldığı hayallerden sıyrıldı hemen.

“Damla sakızlı dibek kahvesi alacaktım amca ben”

”Kaç gram?”

Hay Allah! Unutmuştu kaç gram olduğunu. Aval aval baktı adamın yüzüne.

“Kaç paran var?”

Elli lirası vardı ama nakış ipi ısmarlamıştı annesi. Düşündü bir zaman.

“Dört pişirimlik olsun amca”

Dükkân sahibi; “Dalga mı geçiyorsun sen? Dört pişirimlik de nedir?”

Metin başını kaşıdı; “En azından ver o zaman“ Durakladı; “On liralık“

Dükkân sahibi; “la havle “ çekerek küçük bir kese kâğıdına çocuğun istediği kahveden koydu. 

“Dikkat et, yolda düşürme kese kâğıdını”

“Düşürmem”

Elli liranın on lirasını verip çıktı. Gözleriyle çeyiz mağazalarını araştırırken, ışıl ışıl saatlerin satıldığı dükkânların önünde buldu kendini. Altın renkli, gri renkli, deri kordonlu, metal kordonlu büyüklü küçüklü yüzlerce saat. Metin’in gözü çocuk saatlerine kaydı. Renk renk çocuk saatleri. Belki beş altı dükkanın önünde gezindi durdu. Her birinin önünde en az onbeş dakika boyunca oyalandı. Son dükkanın önünde dikkat çekecek kadar uzun kalmış olacak ki, içerdeki orta yaşlı dükkân sahibi, eliyle; “hadi git” der gibi bir işaret yaptı.

Metin bir önceki dükkâna geri döndü. Beş dakika kadar vitrine baktı, sonra kararlı bir biçimde içeri girdi. Satıcıya daha önceden gözüne kestirdiği dış kadranı mavi, içi beyaz bir çocuk saatini gösterdi.

“Amca bu saat ne kadar?”

“Kırk beş lira”

“Kırk olmaz mı?”

"Paran var mı?”

Kahveden artan kırk lirayı gösterdi; “Var”

Kahveci vitrinden saati çıkardı, çocuğun koluna taktı. Metin saati kulağına götürdü. Tiktaklarını duyunca içi içine sığmadı. Yarın mahalledeki çocuklara gösterse, hepsi küçük dillerini yutacaktı. Mavi saat, çocuğun kolları aşınmış, yer yer iplikleri çıkmış kazağı ve çelimsiz bileğinde emanet gibi durdu. Dükkân sahibi; “Hadi parayı ver”dedi.

Metin o anda, aklından tamamen çıkmış olan nakış iplerini anımsadı. Almadan dönecek olsa, annesi onu eve almazdı. İki gün Sarya Teyze’lerde kalırım diye düşündü. Sonra nasılsa affederdi annesi. Onun; “Yorgan dikeceğim, ipleri çabuk getir” deyişi geldi gözlerinin önüne. Nakışları işleyemezse, yorganı dikemezse, karınları nasıl doyacaktı? Kolundaki mavi saate baktı, çok güzeldi saat.

“Amca biraz dur” dedi.

Kolunda saat, dükkânın içinde ileri geri gezindi, kulağına yaklaştırdı, tiktakları dinledi. Tıkır tıkır işliyordu saat. Mahalledeki çocukları düşündü, saati görünce nasıl da şaşıracaklardı,haset edeceklerdi, Ama daha sonra annesinin yüzü geldi gözünün önüne. Üzgün, çaresiz, belki de öfkeli…

“Yok amca, beğenmedim ben bunu. Güzel çalışmıyor”

Dükkân sahibi  Metin’e çok öfkelendi.

“Çabuk çık dükkânımdan! Adam mı kandırıyorsun sen?” diye bağırdı.

Metin, kolundan saati çıkardı, tezgâha koydu; “Senin bozuk saatine kalmadık” dedi.

Satıcı, daha da öfkelendi, dükkândan fırlayarak çıkan Metin’in peşinden koştu. Ona; “defol, uğursuz!” diye bağırdı.

Metin, pasajın çıkış kapısına doğru koştu, çıkar gibi yaptı, sonra geri döndü. Saatçilerin bulunduğu yerden geçmemeye özen göstererek, çeyiz malzemeleri satan dükkânlara geldi, annesinin istediklerini aldı. Pasajdan çıktığında, saatler geçmiş, annesini endişelendirecek kadar gecikmişti. Selahattin Eyyübi Mahallesi’nde yürümeye başladı. Lozan Caddesi boyunca yürüyordu. Cadde üzerinde yürürken birden, soğuktan mı neden bilinmez, yolları karıştırdı. Kendini, Mor Yakup Kilisesi’nin önünde buldu. Geç kaldığı için annesi ona çok kızacaktı. Adımlarını iyice hızlandırdı. Soğuktan elleri üşüyordu. Bu kışta paltosu yoktu. Annesi okula başladığında ona bir palto alacağına söz vermişti. Kilisenin hemen yanında, Zeynel Abidin Cami’ne geldi. Caminin yanındaki sokaktan, giyimi kendisi kadar eski püskü, başında şapkasıyla mahalleden Kemal çıktı karşısına.

“Hey Meto nereye gidiyorsun?”

“Kaçakçılar Çarşısı’na gittim. Anam bir şeyler ısmarladı.”

“Fazla dolaşma Meto. Zabıtalar geziyor her yerde”

Metin, omuzunu silkti; “Gezsin, bana ne!”

“Oğlum, Eski demiryolundan demirleri çalanların içinde sen de yok musun?”

“Yokum.”

Çocuk eliyle işaret yaptı; “Nah! Yoksun… Ben seni gördüm. Senin en fazla on metre önündeydim.”

Metin burnundan fırlamış sümüklerini içine çekti; “Demir falan bilmiyorum ben.”

“Oğlum, sattınız ya Apo Amca’ya. Zabıta adamı bulmuş, o da herkesin adını vermiş.”

Metin’in yüreği hoplasa da belli etmedi. Eliyle çocuğu itti; “Meşgul etme beni. Yaylan hadi…”

Kemal yumruğunu salladı; “Göreceksin sen!… Özellikle seni arıyor zabıtalar… Bulunca etlerini lime lime edecekler.”

Metin kavgaya hazırlandı, elindeki poşeti kenara koydu; “Gel…gel…gününü göstereyim sana…” diye bağırdı.

Kemal, koşarak oradan uzaklaştı.

“Ödün patladı, ama  yiğitliğe leke sürmüyorsun değil mi?” diye bağırdı. Metin’in içindeki üç harfliler korkusuna şimdi bir de zabıta korkusu eklendi. Kalbinin sesi hızlandı, endişesi arttı. Nasıl olup da, Zeynel Abidin Mahallesi’ne geldiğini bilemiyordu. Kendisini mezarlığın önünde buldu. Burasını geçince kendi mahallesine yaklaşmış olacaktı. Mezarlığın önündeki sokağa geldiğinde korkuları daha da büyüdü. Hava son derece soğuk olmasına rağmen o, ter içindeydi. Ayağındaki kundura bile, terden şırıl şırıl olmuştu. Yürürken sendeledi, yere kapaklanacak gibi oldu. O anda yerde siyah bir poşet gördü. Gayrı ihtiyari poşeti alıp içine bakınca, şaşkınlıktan gözleri büyüdü. Poşetin  içinde  bir deste para ona bakıyordu. Parayı görünce Metin’in nutku tutuldu. İlk kez bu kadar çok parayı bir arada görüyordu. Nasıl olmuştu, kim parayı buraya koymuştu? Bir anda aklı karıştı. Belki de zabıtalar onu gözlüyordu. Heyecandan bütün yüzü elma gibi kıpkırmızı oldu. Poşet elinde koşmaya başladı. Her yerde sanki onu gözetleyen gözler vardı. O sessiz Nusaybin sokakları birden bire insanla dolmuştu. Nereye baksa takım elbiseli adamlar görüyordu.

Kaldırımdaki simitçiyi fark etti. Adam basbayağı ona bakıyordu dik dik. Simitçi polisti belki de, gizli polis… Gölgeler, adamlar, üzerine  kilitlenmiş bakışlar… Sanki her yer zabıta ve polisle dolmuştu. “İşte” diyordu; “Bana tuzak kurdular, bu parayı önüme yem olarak koydular, bakalım alacakmışım ? Allah’ım, keşke almasaydım elime… Beni yakalayacaklar, hapse atacaklar. Demiryolundan çaldığım demirleri Apo da söylemiş zabıtalara… Eski demiryolu orası, herkes oradan hurda topluyordu. Allah’ım keşke almasaydım.”

Ağlamaya başladı.Ne yapması gerektiğini bilemiyordu, aklı karmakarışık olmuştu. Hem yürüyor hem elindeki poşetlere bakıyordu. Diğer poşetten gelen kahve kokusuyla annesini hatırladı, ağlaması arttı. Annesiz yaşayamazdı o;  annesi de onsuz yaşayamazdı. Bir yandan ağlarken, bir yandan da Kışla Mahallesi’ne doğru koşmaya başladı. Koşarken, nasıl olduysa bir ara dönüp arkasına baktı. Arkasında bir adam vardı; bıyıklı esmer, gözlüklü…

Ardı sıra geliyor… “İşte “dedi” bu bir polis, şimdi beni yakalayacak, hapse atacak…”

Anası ne olacak, kendi ne olacak… Bu düşünceler içindeyken birden geri döndü, arkasındaki adamın yanına vardı, elindeki para poşetini adama uzattı; “Al amca “ dedi; Yolda buldum şimdi bu poşeti. Sen bunu karakola ver. Ben götürsem inanmazlar, görüyorsun küçüğüm ben…”

Bir çırpıda ardı ardına sıralamıştı cümleleri, sesi kısık kısık çıkmıştı konuşurken.

Adam, şaşkın bir şekilde eline tutuşturulan poşete bakarken, Metin ardına bile bakmadan koşmaya başlamıştı. Üstündeki o ağır yükten kurtulmuş olduğunu düşünerek, için için sevinirken; bir yandan da bir başka ses ona; “enayi” diyordu.

“Hiç olmazsa o mavi saat için bir kağıt para kendine ayırsaydın ya!“ diyordu.

O sesi bastıran bir başka ses ise; “Yok” diyordu”

O para tuzaktı, polis anlardı alsan. O ara yağmurda başladı. Metin ıslanmamak için daha da hızlandı. Annesinin ısmarladıklarını sıkı sıkı tutuyordu.

Anası onu sokak kapısında bekliyordu.
Eve varınca, bir iyice azar işitti. Tek göz barınaklarının her yerinden yağmur damlıyordu. Annesi Hüsna, damlayan her yere boş kap koymuştu.

“Ana! “ dedi Metin; “Mangalı yaksana, çok üşüdüm, titriyorum.”

Anası, mangalı yaktı. Metin yer yatağındaki yorganın altına girip, büzüldü. Anası şüphelenmiş olacak ki; eliyle Metin’in anlını tuttu.  Ateş gibiydi anlı.

“Oğlum, yanıyorsun sen… Ne vardı o kadar gezecek… Beni hiç dinlemiyorsun…” diyerek sitem etti.

Hüsna Hanım, sirkeli bez yaptı, çay demleyip Metin’e içirdi. Zavallıcık, korkudan ve yorgunluktan bitap düşmüştü. Ateşi düşer düşmez, uykuya daldı. Ertesi gün, öğleye kadar da uyanmadı. Hüsna Hanım da onun uyumasına izin verdi. Uyandığında, kahvaltı hazırdı. Biraz peynir, üç beş zeytin ve çayla iyice doyurdu karnını. Bir önceki gün düştü aklına.

“Oh be!… İyi ki verdim parayı polise, kurtuldum…” diye düşündü, sevindi.

Yağmur durmuş, damdan yere damlayan su kalmamıştı. Canı sokağa çıkıp oynamak istedi. O ara, annesi, elinde bir kutuyla yanına geldi; “Dün sen uyurken Hacer Teyzen geldi. Bil bakalım sana ne getirdi?” dedi. Kuruyu Metin’e verdi. Metin kutusu açınca gözlerine inanamadı. Kutuda güzel bir saat vardı; hem de mavi bir saat. Kaçakçılar Çarşısı’nda gördüğünün aynısı olmasa da, onun kadar güzel bir saat. Şaşırdı, sevindi, ne yapacağını bilemedi. Saati bileğine taktı, evin içinde dolaştı. Saatin sesini dinledi, çok da güzel çalışıyordu; tik tak , tik tak…Odanın içinde bir zaman, bileğine baka baka dolaştı durdu.

“Ana, ben sokağa çıkacağım”

“Oğlum, daha dün hastaydın… Karabasan bile gördün ateşten… Polis diyordun, beni götürmeyin diyordun.”

“İyileştim ben… Çocuklara saatimi göstereceğim.”

Annesi güldü, gülünce yanakları gamzelendi; “Benim güzel anam” dedi; “Ben seni çok seviyorum. Ben senden hiç ayrılamam“

Kadın, yaşaran gözlerini çemberine sildi; “Ben de seni çok seviyorum oğlum” dedi; “Koş, oyna ama terleme”

Metin sevinçle evden fırladı. Mahalledeki çocuklara nasıl hava atacağını düşündü. Sokağın başında oynayan birkaç arkadaşını gördü. Tam yanlarına varmıştı ki, Kışla Cami’sinden bir anons duyuldu.

“Dikkat dikkat… Zeynel Abidin Mahallesi’nde içinde bir miktar para olan siyah bir poşet düşürülmüştür. Bulanların insaniyet namına karakola getirmesi rica olunur.”

Metin durakladı. Kendi bulduğu paradan bahsediliyordu. Parayı polise bizzat teslim etmişti. Peki polis niye karakola götürmemişti? Yoksa adam polis değil miydi?

“Verir bugün” dedi; "Benim gibi uyuyakaldı belki de.”

Polisin onun peşinde  olmamasına sevindi. Dün olanları unutmaya karar verdi. Arkadaşlarına bileğini uzatarak saati gösterdi.

“Bakın bana hediye saat geldi, hem de tıkır tıkır çalışıyor.” dedi.

Çocuklar imrenerek saate baktılar; “Ne kadar güzelmiş, hem de mavi.” dediler.


 
 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi