KÜREK
Meltem, hayretle kocasının yüzüne bakakaldı. Kolunda hissettiği acıyı unutturacak kadar şoktaydı. Anlam veremediği bir şekilde, aldığı darbenin sebebini anlamaya çalıştı. Gözlerinde yaş, yüzünde acı ve şaşkınlık öylece kaldı.
Elindeki kazmayı yere fırlattığı gibi eve, odasına koştu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kolunu kopmuş gibi hissediyor ama kalbinin kırıklığı o acıyı ziyedesiyle bastırıyordu. Hayat arkadaşı, biricik kızının babasıydı. Ve henüz söyleyemediği, bedeninde varlığını hissettiği diğer bebeğinin babası. Ne denilebilirdi ki?
Uzun ağlamalar eşliğinde valizini topladı Meltem. Artık dayanamıyordu. Sebepsiz azarlar, dışlanma, yaptığı her şeyden memnunsuzluk, özellikle de eşinin duyarsızlığı hayatının kâbusu olmuştu. Şimdi de neden olduğunu bilmediği, herkesin içinde aldığı kürek darbesiyle, bir kez daha yerle bir olmuştu hayalleri. Asla değişen bir şey olmayacaktı belli ki.
Evlerinin kanalizasyon arığını kazıyorlardı. Henüz bir, bir buçuk aylık hamileydi. Emin olmadığı için eşine dahi söylememişti. Hamileliğin verdiği hormon değişikliği sebebiyle kolları felaket ağrıyordu. Kazmayı her kaldırdığında kolu kopacak gibi oluyordu. O da biraz dinlendirmek için azıcık dinelivermişti. Ne olduysa o anda oldu.
Kayınvalidesi; "Dinelip durmayın da çabuk bitsin. Benim değil, sizin bu ev. Bana mı çalışıveriyorsunuz. Ele işleyiverir gibi iş yapıyorsunuz. Uyuyup durmayın" diye sert bir şekilde uyarınca; cevap bile veremeden koluna fırlatılan kürek darbesiyle ne olduğunu anlayamadı. Küreğin keskin kıyısı kolunu sıyırıp geçmişti. Kopmaktan kıl payı kurtulmuştu.
Eline aldığı valiziyle pencereye oturdu. Kapıdan çıkamazdı. Yer ev olunca pencereden adımlayıp çıkmak daha mantıklıydı. Kerpiç ev olduğu için pencerelerin duvarı, 50 cm yakın epey kalındı. Pencerenin içine oturdu. Uzun süre öylece durdu. Bir an önce gitmek istiyordu. Lakin kimsenin bilmediği yavrusunu düşündü. Kesinlikle biliyordu ki eğer şimdi giderse evladını reddederler, üstüne üstlük bir de 'başkasından' iftirası atarlardı. Namusuna helal gelirdi. Uzun süre büyük bir çıkmazda bocaladı.
Aradan ne kadar zaman geçti, ne oldu bilmeden oturdu. Karanlık çökmüş, beş yaşındaki kızı yanına gelmiş, yemeğe çağırıyordu. Çıkmadı. Sıkı sıkı kızına sarıldı. Doya doya kokladı.
"Hadi sen çık, yemeğini ye. Ben acıkmadım" dedi.
Sessizce yatağına uzandı. Eli karnının üzerinde saatlerce ağladı. Hiç kimse "sen napıyorsun, neredesin?" demedi. Eşine ve ev ahalisine karşı içinde nefret kokan bir boşluk oluştu. Ne çıkıp gidebildi ne de yukarıya çıkıp sofraya oturabildi. Annesine duyduğu öfke katlandıkça katlandı. Sabah sanki o dayağı yememiş, o hakaretleri duymamış, o gözyaşlarını dökmemiş gibi hayvanlara bakıp; yüzsüzce bütün gururunu, kişiliğini, duygularını yürek mezarına gömüp çıktı kayınvalidesinin yanına. Kırılan kalbi, kâr kaldı yanına...