ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 08-08-2024 23:14

Kırmızıyla Beyaz / Burcu Karacan Gündüz

Yazan: Burcu Karacan Gündüz -KIRMIZIYLA BEYAZ

Kırmızıyla Beyaz / Burcu Karacan Gündüz

KIRMIZIYLA BEYAZ

Kış güneşi, parlak turuncusuna inat iliklerine kadar donduruyordu insanı. Soğuk uğuldayarak  evlere doluyor, ayazın acımasız pençesinden kurtulamayanlar ısıtmaya çalışıyordu ellerini; “hohlayarak”. Soğuğun acısını çok değil birkaç yıl önce Güneydoğu dağlarında ezberleyen Arif, kaçarak geldi eve. Kaçarken soğuğun çıkardığı o tuhaf ses, film sahnelerini aratmayan görüntüleri dizdi birbiri ardına. Bu evden askere uğurlanışı, boylu poslu oluşundan mütevellit dağ komando oluşu, alabildiğine uzanıp gözlerini acıtan beyaz, parlayan metal, arkadaşının beyazıyla kar beyazın buluştuğu noktaya karışan koyu kırmızı.

Arif, koyu kırmızının beyazla buluşunca oluşturduğu tezata, o buluşmanın beynine sinsice dolan yansımasına zor da olsa alışmıştı da, babasıyla yaşamaya alışamıyordu bir türlü. Namı değer “Çarşafçı Naki” ile. Babası, dumanı birbirine karışan yoksul gecekondu mahallelerinde nevresim, çarşaf falan satardı. Oradan geliyordu bu lakap. Az mı kazıklamıştı mahallenin bağrı yanık kadınlarını. Veresiye yazardı Naki. Yokuşun çamurunu yara yara çıkamayan gariban kadınlar, ayaklarına kadar çarşaf getiren bu adamdan alırlardı, kendinden yaşça büyük adamlara varacak kızlarının çeyizlerini. Onlar da farkındaydı kazıklandıklarının ya, ne gelir elden? Kocalarından kaçırdıkları parayla çeyiz düzmek kolay mıydı öyle?

“Alan memnun, satan memnun” derdi Naki, gözlerini devire devire. O gözlerini devirdikçe, “Seninle aynı işi yapanlar paraya para demiyor” der dururdu ablası. Cevap vermeye tenezzül etmezdi Naki, gıdısı sarkmış kadına. Bilirdi çünkü, bir laf söylese karşılığında on katını işitecek.  Daha mühim işleri vardı onun. Kazandığı paraların dibini görene kadar içmek, gündüz kıraathane gece kumarhane batağında siftlenmek, çek senet bozmak gibi birbirinden karanlıktı bu işler.

Naki’nin karanlık işlerinden artan öfkesi yol, su, elektrik olarak değil; zulüm, kötek, küfürün bin bir şekliyle dönerdi karısı Gülsüm’e. Yediği dayaklardan mı yoksa korkarak yaşamanın yaşamak olmadığına dair inancından mı bilinmez, ince hastalığa tutulmuştu kadın. “Hastalığın incesi mi olur?” diye dertlendi Arif, yemeden içmeden kesilirken. Mayınlı arazide keşiflere çıkmış, çıkan çatışmaların önde gideni olmuştu ya, ne gelir elden? Başaramadı annesinden önce ölmeyi. Baktı olacak gibi değil, ikna oldu. “Olurmuş” dedi. Olurmuş da, ince ince eritirmiş insanı. Eritir de yok edermiş.

Erimişti kadın. Sırtının kamburu çıkmış, rengi kara sarıya dönmüş, içten içe çürümeye başlamıştı.

Çok sürmedi zaten. Tabiatın alışık olmadığı olayları yaşadığı bir gün, annesi esen yelin uzaklardan, ta uzaklardan getirdiği sonsuzluğa karıştı. Naki’den sebep sessizliğe bürünen kadının gidişi de sessiz oldu. Sessiz sedasız. Bu dünyada hiç yer kaplamamıştı sanki. Ya da Arif’e öyle gelmişti. Az önce kanlı canlı duran arkadaşlarını, az sonra mesnetsiz kurşunun parlak metaline kurban verdiğinden, bir avuç kalan annesi hacimsiz gelmişti belki de.

Gülsüm’ün  hüzünlü hacimsizliğinin  üzerine gelen halası, babasını görmeye tahammül edemeyen Arif’e “alışırsın” dedi. Sararmış dişlerini göstere göstere ekledi sonra; “İkiniz de yalnızsınız, destek olursunuz birbirinize. Sen de istifa et askerlikten. Dağlarda zor be aslanım. Babanın aklı kalır sende, heder olur adam buralarda.”  Babasının zerre kadar umurunda değildi Arif marif. Halasının yükü kendinden atma derdinde olduğunu bildiği gibi, bunu da bilirdi. Gel gör ki, merhamet yuva yapmıştı genç adamın yüreğine. Merhamet damarını bilenler gafil avlardı onu. Gafil avlanan Arif, babasının alkolden ciğer rengine dönen suratına bakınca tiksintiyle karışık acıma hissetti. Adı babaydı işte, atsan atılmaz satsan satılmaz. Baba. Çarşafçı Naki.

Annesinin gidişinden sonra çürük bir ipe dizilmiş gibiydi günler. Sıralanıyordu birbiri ardına. Aradan birini çeksen diğerleri de kopacak, yaşanmamış sayılacaktı sanki. Bu günlerin birindeydi işte. Arif kahvaltı sofrasını toplarken Naki camın önünde sigarasını tellendiriyordu. Sigaranın külü ip gibi uzadı, uzadı tam yere düşecekti ki “Ariiif” diye bağırdı adam. Sesi gelmeye hazırlanan bahar mevsiminin aksine buz gibiydi.

“Kale’nin altında bir eczacı varmış. İlaç yaparmış” dedi bacağındaki yaraları göstererek.

“Bizim Kel Hüseyin’in karısına da yapmış ilaç. Bildin mi Kel Hüseyin’i?”

Elinde sabah yedikleri sucuklu yumurtanın tavasıyla kapıda dikilen Arif nereden bilsindi Kel Hüseyin’i. Liseden sonra çıkmıştı bu evden de bu mahalleden de. Mesleğe başladıktan sonra, yalnız izin aldığı zamanlar gelirdi baba evine. Her gelişinde kavga, dövüş, kıyamet… Baktı olacak gibi değil, gelmelerin arasını açmıştı iyice. Aralarında tek tük -babası gibi- durumu hallicelerin çıktığı bu yoksul mahalleye her adım attığında, tanıdıklarının teker teker azaldığını görüyordu artık. Kel Hüseyin de yeni taşınanlardan biriydi belli ki.

“Bilmiyorum” dedi, babasından daha soğuktu sesi.
Devam etti Naki. “Doktorun verdiği ilaç hiçbir boka yaramadı.”

Evlerinin karışındaki yarısı yıkık, yarısı sağlam gecekonduya bakıyordu Arif. Kendine benzetti gecekonduları, o da öyle değil miydi? Ardı karanlık, önü muallak.

“İlacı su yerine şarapla içersen nah işe yarar” dedi içinden; “hem şeker yarası seninki, çok içmekten…” duymadı babası, ya da duymazlıktan geldi. İşine geldiği gibi davranmayı iyi bilirdi.

“Hüseyin’in karısına sürmeli ilaç vermiş, yutmalı değil. Sürünce coss diye ses geliyormuş yaralardan. Beni de götür o eczaneye”

“Tamam” dedi Arif. Kupkuru. Annesi öldüğünden beri, babasıyla muhabbeti tek kelimelik cümlelerden ibaretti. İkisi de anlatacağını anlatmıştı ya, ses titreşimleri durdu aniden. Ev ölüm sessizliğine büründü. Her ne kadar babasıyla konuşmuyor olsa da sessizliğe alışamıyordu. Dışarıda cıvıldaşan çocuk sesleri içeri dolsun diye açtı camı. Camdan gelen taze bahar yeli, çocuk cıvıltısıyla karışık çiçek kokusu yerine, babasının bacağından yükselen kokuyu doldurdu eve. Öyle keskindi ki koku. İçi bulandı Arif’in. Öğüresi geldi. Tuttu kendini. Koku beynine çöreklenirken; “Vakit kaybetmeden gidelim şu eczaneye” diye geçirdi aklından. Belki bir faydası olurdu, dayanılacak gibi değildi yoksa.

Babası, hazırdı çoktan. Arabaya doğru ilerlerken, yolun kenarında kendi kendine büyüyen sardunyalar, gri asfaltın karanlığına başkaldırmış gibiydi. Öyle isyankar. Pembe sardunyanın üzerine bilmeden basan Naki’ye karşı bastıramadığı bir öfke yükselmişti Arif’in içinden. Yıllar önce bilerek basardı sardunyalara Naki.  Annesinin özene bezene sardunya diktiği yoğurt kovalarına bir tekme savururdu, şu an her yanı yara dolu cerahatli bacağıyla. Eşe dosta rezil olma düşüncesi öyle korkuturdu ki kadını, bacağına sarılırdı Naki’nin. Bazen havada yakalardı savrulan tekmeyi.  Bazen de dudağına yahut suratının muhtelif yerlerine çarparak dururdu, birbirinden şiddetli bu tekmeler.   Gelen tekmenin şiddetine göre yol alan kan, annesinin kar beyazı teninde tezat oluştururdu. Bakamazdı Arif.

Babasına da bakmadı, ne yüzüne ne de keskin kokulu yaralarına. Yaralı bacağını sürüyen adam, net olmayan adımlarla ilerleyip sessizcebindi arabaya. Duvarlarında yer yervaroluşuna  isyan, yer yer hicranlı aşk sözlerinin yazılı olduğu virane mahalleden geçerken; “köşeyi dönünce sağa dön” dedi Naki. Aracın içindeki bulanık ortamı, yaptığı kıvrak manevrayla iyice bulandırdı Arif. Nice evleri, karanlık sokakları, yalın ayak, donu kıçına yapışmış keçe saçlı çocukları geride bırakarak vardılar eczanenin kapısına. Dışından belliydi, yıllara meydan okumuştu eczane. Geleni, gideni çok olmalıydı. Yoksa kartal yuvasını andıran bu tepenin başında, kalenin dibinde ayakta zor dururdu dükkan. Eczanenin yanındaki hasır iskemlede  üç beş yaşlı adam oturuyordu.  Zaman, onlar için akmayı çoktan durdurmuştu. Önlerinde uzanan geniş bozkırın sarısıyla aynı renkti kataraktlı gözleri. Boşluğu izliyorlardı. Naki selamsız sabahsız girerken dükkana, Arif kısa bir baş selamı verdi adamlara. Yaşlı adamların fısıldadığını sandığı, esasen uzaktaki birinin  bile  kulak kabartsa anlayacağı konuşmalarını duydu Arif; “Bu bacaktan hayır gelmez, kessin atsın. İltihap karışırsa kana nalları diker”

Çarşafçı Naki, cebindeki umutları, akide şekeri misali ağzına almıştı çoktan. Konuşmaya başladı yaşlı eczacıya.

“Bizim ahbabın karısı bir ilaç yaptırmış size. Çok iyi gelmiş. Bana da yapsanız. Emeğinizin hakkını fazlasıyla veririz”

Babasının canı isteyince kitap gibi konuştuğunu gören Arif, Naki’nin ikiyüzlülüğüne iğrenerek bakarken, yıllardır yaranın her türlüsünü gören, işin üstadı olan eczacı, adamın yarasına bakma zahmetinde bulunmadı bile. İltihabın acı kokusundan anlamıştı zahir anlayacağını.

“Beyefendi” dedi yaşlı eczacı. “Sizin yaranıza bizim yaptığımız ilaçların fayda edeceğini hiç sanmıyorum. Hatta vakit kaybetmeden tekrar doktora görünün”

Umuttan yapılmış akide şekerleri paramparça olan babası, canhıraş yarasını göstermenin derdindeydi.

“Bir bakın siz yine de”

Diz kapağından baldırının ortasına doğru göz göz olmuş, delinmiş yarasını açan Naki, bacağının kurtlara meze olduğunu ilk defa görüyor gibiydi. Eczacı, yaradan fırlayan kurtların ekmek teknesine dağılmasından korktu. Fal taşı gibi açıldı gözleri birden; “Hemen hastaneye gidin hemen hemen” dedi ani bir refleksle.

Babasının kılı dökülünce beyazlamış bacağındaki koyu kırmızı yaralarına dolan kurtçukları görünce,  o güne gitti birden Arif. O manzara geldi oturdu gözlerinin önüne. Bulanan midesini tuttu eliyle. Ortalık pak beyaz oldu. Alabildiğince uzadı. Uzadı. Metal kurşunlar geçti bir bir.

Şimşek çaktı sonra. Beyazın koyu kırmızıyla tezatına çok zor alışan Arif babasının yeni lakabına da alışamayacağını düşündü.

Kolay alışan biri değildi Arif. Hem de hiç…

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi