KENGER KAVURMA
Doğu akşamüstü sessizce bahçeden ayrıldı. Ne Behiye’ye seslendi ne de Çimen’e. Ayakkabısına kaçan toprak kadar yorgundu içi. Sessizliği sırtına yükleyip yokuşu tırmandı. Eve vardığında sobanın üstüne su koyup yüzünü yıkadı, aynaya bakmadı.
Pencerenin önündeki sandalyesine oturdu. Bahçeye bakan o eski camdan dışarıya daldı. Rüzgâr durmuştu. Ağaçlar bile susuyordu sanki.
Gün boyu güneşin altında ter döken omuzlar, şimdi gölgede dinlenmenin keyfini çıkarıyordu. Akşam serinliği basarken, avlunun ortasına yer sofrası serildi. Kalın bir sofra bezi üzerine ekmekler dizildi, tabaklar sırayla yerleştirildi. Herkes sofranın hazır olmasına yardım etti.
Sebahat abla tencereyi mutfağın taş ocağından indirip sofraya geldi. Bu akşam yemeğinin menüsünde: mercimek çorbası ve yumurtalı kenger kavurması vardı. Koku avlunun her köşesine sinmişti.
İşçiler sırayla dizildi sofraya. Doğu, kenara yakın bir yere oturdu. Behiye ise annesinin hemen yanına; biraz uzağa... Kaşıklar çorbaya daldı. Bir süre çıtı çıkmadı, sadece tabaklara çarpan metal sesleri vardı.
Sonra Doğu, başını kaldırdı. Tabağındaki kenger kavurması neredeyse bitmişti. Her lokmada yüzüne küçük bir memnuniyet yerleşiyordu. Çünkü Doğu’nun çok sevdiği bir yemekti yumurtalı kenger kavurması ve dayanamadı:
“Sebahat abla.” dedi, “Ellerine sağlık. Kenger çok güzel olmuş. Ne yalan söyleyeyim, annem yapmış gibi hissettim. Eğer bir tabak daha varsa… Yerim vallahi.”
Sebahat abla gülümseyecekti ki Behiye ondan önce konuştu:
“Bitti Doğu. Tencerede kalmadı.”
Doğu bir an duraksadı. Gözleri Behiye’ye takıldı. “Ha… Tamam.” dedi kısa bir tebessümle, ama sesi kısıktı. Kaşığını yeniden çorbasına daldırdı.
Sebahat abla ise kızının gözlerinden başka bir şey okumuştu. Sofraya yemek koyarken tencerede biraz daha kenger kavurması kaldığını görmüştü. Hatta kapağını yarım kapatmış, sonra içeri dönmüştü. Şimdi Behiye’nin yalan söylediğini anlamıştı. Ama bir şey demedi. Herkes yemeğini bitirene kadar sessiz kaldı. Sadece gözleri kızında takılı kaldı ara ara.
Yemekten sonra sofra toplandı, çaylar hazırlandı. Erkekler avluda sigaraya çıktı, birkaç kişi radyonun yanına oturup hafif sesle açılan türküye kulak verdi. “Ula bu Karadeniz müzikleri de çok güzelmiş ha.“ dedi birisi.
Behiye mutfağa geçmiş, tabakları su dolu taslarda sessizce yıkamaya koyulmuştu. O sırada arkasından annesinin sesi geldi:
“Behiye.”
Behiye irkildi hafifçe. Başını çevirmeden, “Efendim?” dedi.
Sebahat abla içeri girdi. Ellerini önlüğüne sildi. Kızının arkasında durdu.
“Niye yalan söyledin Doğu’ya?” dedi sessiz ama net bir sesle. “Tencerede vardı kenger. Gözümle gördüm. Neden kalmadı dedin?”
Behiye durdu. Ellerini sudan çekti. Bir süre konuşmadı. Sonra yavaşça başını eğerek, yanıtladı:
“Herkes hak ettiği kadar yesin, anne.”
Sebahat abla derin bir nefes aldı. O cevap, her şeyi anlatıyordu aslında. Ne Behiye’nin kalbini ne kırgınlığını sorguladı. Sadece elini kızının omzuna koydu, usulca sıktı. Ardından hiçbir şey demeden mutfaktan çıktı.
Behiye, elini tekrar suya daldırdı. Parmak uçları titriyordu. O kenger kavurmasının tencerede kalan son porsiyonu şimdi içine oturmuş bir suskunluktu. Ve suskunluk bazen bir tokat gibi olurdu; yüzü değil, kalbi kızartırdı.
Çaylar içildi, sigaralar tüttü. Radyodaki türkü yavaşça sustuğunda, avluyu sessizlik kapladı. Herkes birer birer odalarına çekildi. Yorgunluk, gündüzden kalma bir sessizlik gibi çöktü eve.
Doğu, odasının penceresini hafifçe araladı. Hava serinlemişti, gece bahçenin üzerinden ağır ağır geçiyordu. İçeride, köşedeki yer yatağında Cizreli Mahsun çoktan uyumuştu. — İşçilerin çok olması hasebiyle ne yazıkki herkese bir tane oda düşmüyordu. Her oda da en az iki kişi kalıyordu ama onlar alışıktı zaten bu duruma. — Nefesi derin, düzenliydi. Gün boyu çuval taşıyan bir bedenin uykusuydu bu: sarsılmaz, sessiz ve ağır...
Doğu yavaşça telefonunu aldı, ekranın parlaklığı odada küçük bir ay ışığı gibi parladı. Parmağı bir ismin üzerine gitti. Durdu. Sonra bastı.
Telefon iki kere çaldı. Üçüncüsünde kısık, biraz da endişeli bir ses duyuldu:
“Efendim Doğu abi?”
“Harun.” dedi Doğu fısıltıyla. “Ne yapıyorsun bakalım, iyi misin?”
Harun’un sesi daha da kısıldı.
“İyiyim abi… Telefonda oyun oynuyordum da… Mutfağa geldim, burda açtım. Annemle babam duymasın diye. Çünkü sende numaramın olduğunu henüz bilmiyorlar.”
Doğu gülümsedi hafifçe. Harun’un sesinden çocukluğun temkinli telaşı geçiyordu.
“Tamam canım, merak etme. Çok uzatmayacağım. Halini hatırını sorayım dedim. Keyfin yerinde mi?”
Harun, telefona daha da sokuldu sanki.
“İyiyim abi. Sen nasılsın? Ne yapıyorsun? Bugün bahçede çok yoruldunuz herhalde.”
Doğu başını yastığa yasladı, gözlerini tavana dikti. “Aynen… İş bitti çok şükür. İyiyim… Kendime uzanıyorum şimdi. Siz yarın geliyor musunuz tekrar? Bahçeye yani.”
Harun durdu. Ardından sessizce yanıtladı:
“Bilmiyorum abi. Babamı ikna edebilirsem geliriz… Ama biraz zor.”
Doğu sessiz kaldı bir an. Gözlerinin önüne sabah rüyasında gördüğü o yüz geldi. Karadeniz dağları gibi yeşil gözleri tekrar görmeyi hayal etti.
“Tamam Harun, anladım. Geç oldu zaten, uykusuz kalma. Dikkat et kendine.”
“Sen de abi. Görüşürüz…”
Telefon kapanınca, ekran karardı. O karanlık, odadaki geceye karıştı. Doğu, telefonunu yavaşça başucuna bıraktı.
Birden, uykusu kaçtı. Sanki gözüne değil de kalbine yorgan serilmemişti bu gece. Bir yanda hakkında çok az şey bildiği bir kıza olan sevgisi, diğer yanda Behiye’nin birden bire patlak veren soğuk davranışlarının nedenini düşünmekten başına ağrılar girmeye başladı. Ve sonra kulağında Harun’un sesi dönüp durdu: “Babamı ikna edebilirsem geliriz…”
Ama o aslında Harun’dan çok Deniz’i bekliyordu. Adını hâlâ doğru düzgün bilmediği bir duygunun peşine düşmüştü. Ve şimdi odada tek başına, sabahı bekliyordu.
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz