ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 31-05-2024 17:09   Güncelleme : 31-05-2024 17:54

Kapıcılar Kulübü / Zeki Nokta

Yazan: Zeki Nokta -KAPICILAR KULÜBÜ

Kapıcılar Kulübü / Zeki Nokta

KAPICILAR KULÜBÜ

​İlk gören kapıcı Muharrem olmuş…

Seyrelmiş olduğu halde alnına dökülen saçlarını elinin ayasıyla geriye devirmiş, belirginleşen alın çizgilerini daha da belirgin kılmak istercesine kaşlarını kaldırarak, şaşkın bir ifadeyle: “Adamlar yapmış arkadaş” deyivermişti.

Çayını höpürdeten ve somyanın üstündeki döşeğe kaba etini yerleştirmeye çalışan kapıcı Süleyman: “Ne yapmışlar Muharrem Emmi?” dedi meraklı bir sesle.

Zayıf suratlı, ince bıyıklı, kirli sakallı adam, bir yandan boğazına adeta yağlı bir ilmek gibi oturan yakayı gevşetmeye uğraşıyor, bir yandan da boğuk sesini açmak için avuç içine öksürüyordu. Sesinin yeterince kıvam bulduğuna inanınca; “Anlamadım vallahi, Sülü” diyerek izahata koyuldu; “Gri mi siyah mı desem bilemediğim dikdörtgen bir cam, camın etrafında aha köyden gelirken sırtlandığım ahşap bavula benzer bir kutu, kutunun üstünde üç beş düğme…İçinde gocaman gocaman apartmanlar, göbekli göbekli godomanlar, uzun zürafalar, türlü türlü polimler…”

“Kutunun içine mi koymuşlar bunların hepsini?” diye sordu İbrahim Efendi, gözlerini pörtletip kulağını kabartırken.

“O kadarını bilemem. Bahçeye koymuş Beyoğlu Pastanesi’nin sahibi. Masaların hepsi dolu. Herkes, gözünü ekrana dikmiş.Kimi çay içiyor, kimi çitlembik çitliyor, kimi külahta dondurma yalıyor…”

“Sormadın mı?” dedi Sabri; “Neyin nesiymiş bu kutu?”

“Sormaz olur muyum hiç? Gökçen Hanım’ın siparişlerini hazırlarken sordum Ali Bey’e, bu nedir? diye.”

Şöyle yüzünü bahçeye çevirip müşterileri süzdükten, kalabalıktan ve yaptığı bu önemli işten memnuniyet duyduktan sonra; “Televizyon” dedi; “Yeni aldım.”

Eblek eblek yüzüne baktığımı fark edince açıklama gereği duydu; “Sihirli kutu diyorlar, İngilizler yapmış.”

Yüzümdeki anlamsız bakışın değişmediğini görünce üstelemedi. Gökçen Hanım’ın siparişlerini elime tutuşturup; “Hadi kardeşim, oyalama beni, bilip de ne yapacaksın” diyerek başka bir müşteriye yöneldi.

Sülü; “Sihirli olduğu belli canım” diye söylendi kendi kendine; “Yoksa o kadar adam, hayvan, apartman…Yok canım kesin bir iş var bunun içinde. Yarın anlarız gari…”

​Bıraksalar hemen koşacak, o sihirli dünyayı, o sihirli kutuyu görecek, bu sırrı ilk çözen olacaktım. Belki de bir küçük boşluktan içeri girip bu alemden başka bir aleme akacaktım. 

Ama vakit gece yarısını çoktan geçmiş, bizimkiler de; “Bize müsaade” diyerek ayaklanmışlardı bile. Çaresi yoktu bekleyecektim sabahı.

​Henüz suya sabuna değmemiş kirli yüzüm, çapaklı gözlerim, ahenksiz salınan bedenimle Boğaziçi Pastanesi’nin hemen önünde almıştım soluğu.
Dükkanı çevreleyen ve üzeri sarmaşıklarla örtülen gri profili kavrayarak başımı içeri uzattım.

Arada bir uğrayıp soğuk bir limonata ya da gazoz içtiğim mekânın yabancısı sayılmazdım.

Sessiz adımlarla ve çömelerek içeri süzüldüm. Bahçede kimsecikler yoktu. Henüz düzenlenmemiş ahşap masa ve sandalyelerin arasından geçerek ve meraklı bakışlarla etrafı kolaçan ederek bir ördek gibi paytak paytak gezindim. Böylesine gizemli bir şeyi bulmak kolay değildi elbette? Ali Ağabey yerinden kaldırıp onu, herkesten saklamış olmalıydı. Yanıldığımı pastanenin kuytu bir köşesinde demir kafesin içine yerleştirilen siyah camı görünce ve şaşkınlıktan yere düşünce anladım. Bu, sihirli kutu olmalıydı. Koyu kahve ahşap bir bavulun içine konulmuş ve üzerine asma kilit vurulmuştu. Kimsecikler gözükmüyordu siyah camın üzerinde.
“Beklerim” diyerek kavradığım bir sandalyeyi az evvel kapaklandığım yere koymaya uğraşıyordum ki, sarı bir Murat 124 geçti camın üzerinden. Korkudan bu kez sandalyeyi düşürdüm yere. Beyaz bir Renault izledi onu. Sonra tıklım tıklım olan ve halen yolcu toplamaya uğraşan bir otobüs yerleşti ekrana. Kimi zaman sessizce kanat çırpan kuşlar, bazen koşuşturan ya da ağır aksak yürüyen insanlar oldu camın misafiri.

Daha bir sokuldum gizemli cama; renkli, ahşap iskemlelerin arasında en doğru yeri seçip oturdum. Camın üzerinden belli belirsiz yüzler, arabalar, kedi, köpek vekuşlar peş peşe akıp gidiyor, birden belirip yine birden kayboluyordu. Gerçekten de sihirli diye geçirdim aklımdan. Bu kadar insan, apartman, hayvan, hatta ben, evet evet ben, bu küçük camın içerisindeydik işte. Herkes, her şey sessizce bir görünüp bir kayboluyor ama ben, camın üzerindeki tutsaklığımı sürdürüyordum. Beni gerçekten esir almıştı bu sihirli kutu. Pastaneci Ali Ağabey gelmese kavuşamayacaktım özgürlüğüme.

Omuzuma uzanan kaba bir el, önce camda belirmiş sonra bedenimi sarsmıştı.

“Karga bokunu yemeden, tövbe tövbe ne işin var oğlum burada? Üstelik ayağında terlikle…”

Ürkmüş ve korkmuştum; “Muharrem Emmi anlattı dün akşam, sihirli kutuyu görmeye geldim” dedim, korkumu kendimde gizleyerek.

Güler gibi oldu, sonra ciddileşti.

“Çalışmıyor oğlum anlamadın mı halen. Akşam olunca ortaya çıkar bunun sihri.”

“İyi de deminden beri…”

Konuşturmadı.

“Onlar sokaktan, caddeden geçenlerin yansıması be cahil” diyerek azarladı; “Akşam ailenle gel, yoksa almam içeri” diyerek de tembihledi.

​Akşamı zor ettim. Gün boyu apartmanların camlarından sarkan orta yaşlı kadınlar, gencecik kızlar; “Kız Huriye akşam Kaçak’ın yeni bölümü var gidiyoruz değil mi pastaneye?” diyerek bağıra bağıra haberleşirken ya diğer camlardan sarkmayanlara seslerini duyurmaya çalışıyor ya da sarktığı halde sessiz olan bir iki komşuyu kıskançlıktan patlatmaya uğraşıyordu.

Bu daveti alan Huriye; “Gelmez olur muyum kız abla? Dr. Kimble’i kaçırır mıyım hiç?” diyerek kabulünü beyan ediyordu.

Diğer bir camda ancak beyaz örtüyle çevrelediği yüzünü gösteren ve bedenini perdeye gizleyen yaşlı bir kadın; “Ben perşembeyi bekliyorum kız anam, Küçük Evi izleyeceğiz ailecek” diyerek lafa karışıyor; ‘’Bu yaşta utanmıyor da…’’ şeklinde kendisine laf yetiştirenleri duymazdan geliyordu.

​Güneş, apartmanların arasından kaybolup gökyüzü kızıla dönünce belirdi Muharrem Emmi karşı kaldırımda. Üzerindeki sarı gömlek, yakaya kadar iliklenmiş ve daha şimdiden terletmişti adamcağızı. Ardından Kapıcı Süleyman, Muammer, Kerim eşleriyle göründü sokakta.

​Nedense sihirli kutuyu görmeye gidenler, bugün daha bir çeki düzen vermişlerdi kendilerine. Kadınlar; çiçekli entarilerinin altına bol paça renkli pantolonlar giyinmiş, saçlarını özenerek taramış, rengarenk eşarplarını saçlarını tam olarak kapatmayacak şekilde bağlamıştı. Erkekler, alışılmış kıyafetlerini giyindikleri halde daha bakımlı ve temiz gözüküyorlardı. Neredeyse hepsi Ayhan Işık tarzı kesilmiş bıyıklarını özenerek taramış, saçlarını da limona bulamıştı.

“Hadi!” dedim, geç kalma korkusuyla; “Gidelim artık.”

“Korkma” diyerek yüreğime su serpti Süleyman Emmi; “Yer ayırttım ben.”

Kısa bir yürüyüşün ardından arka sıralarda da olsa üzerine; “Kapıcılar Kulübü” yazan bir notun iliştirildiği masalara yerleştik.

Bu ismi bize Pastaneci Ali’nin yakıştırdığını; “Hoş geldiniz ağalar; nasıl, beğendiniz mi adınızı?” dediğinde anladık. 

“Bu akşam ağır misafirlerimiz var. Anadolu Kulübü’nün yöneticileri gelecek televizyon izlemeye. Onların kulübü varsa sizin de olsun” dedim.!İyi etmemiş miyim?

Karşılık veren olmadı. Alaya alındıklarını, küçük görüldüklerini düşünenler de oldu; umursamayanlar da.

Süleyman Emmi, konuyu değiştirmek istercesine; “Konuştuğumuz gibi değil mi?”’diye sordu.; “Çay ve su senden, yemekler bizden.”

Olur biçiminde göz kırpan, başıyla da onay veren pastaneci, diğer masalara yönelirken gün boyu evlerde hazırlanan yemekler, torbalardan birer ikişer çıkartılıp dizilmeye başlamıştı masaların üzerine.
Anadolu Kulübü’nün masası, henüz açılmayan televizyonun hemen önünde, pastanenin en ferah yerindeydi. Üzerine beyaz örtüler örtülmüş, kristal bardaklar dizilmiş, en yeni tabak, çatal ve bıçaklar özenle yerleştirilmişti.

Masalardan Celal Bayar da gelecekmiş, aman hükümete çatmayalım, temkinli olalım şeklinde uyarılar işitiliyordu ama benim gözüm zaten sadece sihirli kutudaydı. Kilit açılmış, üzerine çiçek desenli beyaz bir örtü serilmişti.

Pastaneci Ali’nin kalın, kısa parmağı dikkatle kutunun üzerindeki bir düğmeye uzandı. Ekran kısa bir süre sonra aydınlandı.

Kasketli, yelekli, bıyıklı bir adam apartman merdivenlerini duyduğu zil sesinin ardından adeta uçarcasına çıktı. Kapının önünde öfkeyle tepinen, battaniyeye bürünmüş yaşlı kadın; “Yak şu kaloriferi kapıcı, donuyorum!’’diyerek bağırdı. Çıktığı merdivenleri yuvarlanırcasına inen kapıcı, kazanı harladığı halde bu kez de üzerinde atlet olan ve buram buram terleyen kel kafalı bina sakininin hışmına uğradı. Kapıcının boğaza kadar iliklenmiş yakasını hiddetle çekiştiren göbekli, kel kafalı, pijamalı adam; “Söndür şu kazanı kapıcı! Yanıyoruz” diyerek öfkesini kustu.

Keyifle izliyordum. Yüzümden gülücükler, gözlerimden ışıklar saçılıyordu. Ne kadar benziyordu çizgi adam bize. Boyu biraz uzun olsa ilikli yakasıyla televizyondaki kapıcının Muammer Emmi olduğuna yemin edebilirdim. Aynı görüşte olduğumuzdan olacak, kapıcı Süleyman göğsünü gerip koltuklarını kabarttı; “İlk bizim filmimizi çevirmiş adamlar, demek ki önemsiyorlar bizi. Baksana Muammer Emmi’yi bile koymuşlar kutunun içine. Gerçi biraz boydan kırpmışlar ya…”

Sabri Emmi; “Önemsemez olurlar mı hiç, baksana kulübümüz bile var. Hem de Kapıcılar Kulübü” diyerek karıştı sohbete.

Televizyondaki kapıcı, aksine önemsenmiş gözükmüyor, ha bire hırpalanıp azar işitiyordu. Kapıcı, tekrar aşağı koşturmaya başlamıştı ki bahçe birdenbire hareketlendi. İçeri giren kimi fötr şapkalı, kimi gözlüklü, kimi üniformalı bir grup insan, Kapıcılar Kulübü’nün masasını sağa sola iteleyerek Anadolu Kulübü’nün masasına yöneldi. Pastaneci hemen televizyonu kapatmış, kapıcının isyanının yeni gelen grup tarafından görülmesini istememişti. Oturdular...

Ali Bey, gelen herkesle tebessüm ederek tokalaşırken garsonlar da pervane olmuştu. Masaya türlü türlü yiyecek ve içecekler seri bir şekilde geliyor; şef garson; “Başka bir emriniz var mı vekilim?” derken ezilip büzülüyordu.

Onlardan hemen sonra, hüviyetler masanın üzerine! uyarısıyla bir grup polis girdi içeri. Eller; ceplere, çantalara girip çıktı. Rengi solmuş, yıpranmış bir yığın yeşil kapaklı defter sessizce masalara bırakıldı. Anadolu Kulübü’nün masasına yönelen acemi meslektaşlarını rütbeli bir memur; “Onlar Anadolu Kulübü’nün üyeleri, hüviyete ne hacet evladım”
diyerek azarladı.

Acemi memurlar,en nihayet bizim masada aldı soluğu. Hüviyetleri toplamaya yeltenen buğday tenli genç memur, Masadaki ‘’Kapıcılar Kulübü’’ yazılı kâğıdı görünce telaşa kapıldı. Bir hata işlemişçesine tedirgin ve mahcup bir ifadeyle; “Amirim” diye bağırdı; “Burada da Kapıcılar Kulübü yazıyor. Önemli şahsiyetler herhalde kimlik sormaya hacet görmedim. Siz ne emir buyurursunuz?”

Genç memurun bu sözleriyle önce ön masalardan sonra tüm masalardan kahkahalar yükselmiş ve nihayet öndeki tombul yüzlü, göbekli, iki üç düğmesi açık beyaz gömlekli vekilin; “Aç şu televizyonu Ali Bey kardeşim. Polisler Kaçak’ın peşindeydi. Ne oldu pek merak ediyorum talimatıyla televizyon herkesin odağı olmuştu.

Ali Bey, televizyonu açtı. Herkes Kaçak’ın yeni serüvenini görmeyi umarken, koşuşturmaktan tabanları şişmiş çizgi kapıcının sesi yankılandı bahçede; “Alt kattakiler ısındı. Üst kattakiler pişmiyor. Benim de koşuşturmaktan tabanlarım şişmiyor. Sağ olasın İzocam!...”

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi