SİNEMA / TİYATRO
Giriş Tarihi : 28-01-2025 23:22   Güncelleme : 29-01-2025 00:14

İskele (La Jetee) / Serhan Poyraz

Yazan: Serhan Poyraz -İSKELE (LA JETEE) 

İskele (La Jetee) / Serhan Poyraz

İSKELE (LA JETEE)

Kurşun yağmuruna tutulan bir adamın düşüşü ve güzel bir kadının şok edici tepkisi…

Paris’in Orly Havaalanı’ndakiler için açıklanamayan bir şiddet sahnesi…

Küçük bir çocukken havaalanında izlemesine izin verilen bu an, aslında onun kendi ölüm anı…

Bu nasıl bir şeydir? Zamanda yolculuk mu?

Hayır. Zamanın ne içine girebilir ne de dışarı çıkabilirsin, çünkü her zaman içindesindir. O halde; geçmiş yoktur, gelecek yoktur…

Sadece şu an var öyleyse?

Şöyle de diyebilirim. Eş zamanlıdır zaman ve aslında her yönüyle görünürken insanların her seferinde bir kenarına bakmakta ısrar ettiği, karmaşık bir şekilde yapılandırılmış bir mücevherdir tıpkı bir elmas gibi.

Alan Moore’un ünlü “Watchmen” çizgi romanının her şeyi bilen karakteri Dr. Manhattan da, zamanı kesilmiş değerli bir taşa benzetmez mi?

Alan Moore’un Dr. Manhattan’ından ilhamla Marcel Proust gibi “Kayıp Zamanın İzinde” diyerek zamanı kesersek, bir mücevherin ışığı kabul eden stratejik düzlemlerine benzer şekilde, zamanın her yönü de diğerlerini öne çıkarırken aynı zamanda bunların birbirleriyle olan rezonanslarına dikkat çektiğini görürüz.

O zaman yaşanan her an, diğerlerinin ardındaki deseni içerir. Ebediyet her anın doğasında var gerçekten de…

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün yanısıra “Mahur Beste”, “Sahnenin Dışındakiler” ve “Huzur”dan oluşan “nehir roman” üçlemesi ile edebiyatımızda derin izler bırakan ve;

“Ne içindeyim zamanın,
 Ne de büsbütün dışında,
 Yekpare geniş bir anın,
 Parçalanmaz akışında”

diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ruhu şad olsun.

Zaman… 

Doğrusal ilerleyerek birbirine yol veren bir olay akışı değil aksine geometrik bir birlik içinde birleşen tüm dönemlerin birbirine şekil ve öz verdiği ebedi bir bütün...

Hafıza…

Geçmişin insan için erişilebilir olmasını sağlayan ve anıların yeniden yorumlanmasıyla geçmişin sürekli yeniden inşa edilmesini sağlayan en önemli kişisel mekanizma...

Sadece bu da değil. Geçmiş, şimdi ve geleceğin belirgin bir şekilde kesiştiği bir nokta sunarak sonsuzluk içeren zamanı bütünsel olarak anlamlandırmanın da temel aracı…

Ve işte, Chris Maker’in zamanın içinde yolculuk yaparak sonsuzluğun ortasına yerleştirdiği bir film…

“La Jetee”…

Bu film, çocukluğuna ait bir görüntüden çok etkilenmiş bir adamın öyküsü. Onu bu derece etkileyen ve yaşamı boyunca peşini bırakmayacak bu olay, henüz o daha küçük bir çocukken Paris’teki Orly Havaalanı Peronu’nda meydana gelmişti. O, bu olayın anlamını ise çok sonradan çözebilecekti.

Bu film, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası, Üçüncü Dünya Savaşı’nın hemen öncesi radyoaktif çoraklığında yaşayan ismini bilmediğimiz bu adamın bilim insanları tarafından besin veya enerji kaynağı bulmak için zamanda geriye gönderilmesinin öyküsü...

La Jetée, zaman yolculuğu yöntemlerini tüm özellikleriyle açıkça ortaya koyan bir film ve hafıza başlangıçtaki zaman yolculuğu mekanizmasının işlemesini sağlıyor. Nükleer radyoaktivite sebebiyle yeraltındaki kampın bilim insanları zamansal deneyleri için özellikle güçlü bir anıya sahip olduğundan dolayı bu adamı denek olarak seçiyorlar ama bu filmin gerçek amacı zaman yolculuğunun lojistiği ya da tuhaflıkları değil.

Film oldukça açık sözlü ve amacını gizlemiyor. Adamın kıvranan bedeni ve gözleri bağlı yüz buruşturan hali ve anlatıcı sesin “Acı çekiyor” ifadesi, hafızanın acı aracı olduğunu ve onu kötüye kullanmanın daha acı verici sonuçlar ortaya çıkaracağına dair önemli bir yorum. Öyleyse diyebiliriz ki, La Jetée'nin nesnesi zaman değil, kişinin zamanla ilişkisi…

Yani filmin gerçek hedefi, geçmişin bizim için erişilebilir kalmasını sağlayan tek mekanizma olan hafıza. Ve bu noktada, La Jetée öğretici bir film olmaktan ziyade daha çok trajik bir film. Geçmişi değiştirme yetersizliğimizi araştırarak bizi olanlarla yüzleşmeye zorluyor. La Jetee’nin hafıza ile meşguliyeti aslında bir uyarı öyküsü….

İnsan zihni ve ruhunun girift yapısı nedeniyle insanın zamanla ilişkisi oldukça karanlıktır. Geçmiş asla düşündüğümüz kadar basit değildir. Geçmişe geri dönmek onu anlamadığımızı fark etmektir. Öte yandan insan zaten kendi zamanından kaçamaz. Ne kadar kendini zamanda kaybetmeye ne kadar çalırsa çalışsın, insan her zaman dünyaya ve şimdiye geri sürüklenir. Sonuç olarak şimdiki zamandan kaçış yoktur.

İşte bu yüzden de hafıza, La Jetee’nin endişelerinin merkezindedir. Filmin en başındaki hafızanın bir acı aracı olduğu vurgusundan sonra anlatıcı; “Hiçbir şey özel anıları, alelade anılardan ayıramaz. Sonra onlar hatıralarını sunarlar; yara, izlerini gösterdiğinde. O gördüğü yüz, tek bir barış imgesi olmalı. Savaşı sürdürmek için.” diyerek anıyı konusu olarak alır ve hafızanın nasıl tedavi edileceğine dair yolu da işaret eder.

Peki hafıza nasıl tedavi edilmelidir?

La Jetée, geçmiş gibi anıların da değiştirilemeyeceğini ancak, onları farklı bir şekilde çerçeveleme veya bağlamlandırma gücümüz olduğunu ve böylece anlamlarını dönüştürebileceğimizi öne sürüyor. Başka bir deyişle, La Jetée filmi geçmişe bakış açımızı değiştirebileceğimizi ve bunu yaparken bugünümüzü de değiştirebileceğimizi söylüyor.

Evet gerçekten de insanın geçmişi yeniden ziyaret etmesi imkansızdır; ancak hafızanın gücüyle geçmişle ilişkinin yeniden düzenlemesi, insanın deneyimleyeceği zaman yolculuğuna en yakın şeydir ve sonsuz zaman içinde herhangi bir tür değişikliği başlatmanın tek yoludur.

Filmin adı “La Jetee”… Türkçesi “iskele”… Film havaalanı peronunda başlayıp yine aynı yerde bitiyor. Havaalanı peronlarında bir yere giden ya da bir yerden gelen insanlar olmaz mı? Bir yerden bir başka yere giden insanların ortak geçiş noktaları olan yerin bu filme isim olması da anlamlıdır bu yüzden…

1983 yılında "Yirminci yüzyılın en büyük sorusu, farklı zaman kavramlarının bir arada var olmasıydı." diyen yönetmen Chris Marker bu kez de 2003 yılındaki bir röportajında ​​bu film hakkında; "Otomatik bir yazı parçası gibi yapılmıştı. Tamamen anlamadığım bir hikâyeyi fotoğrafladım. Bulmacanın parçaları bir araya geldiğinde düzenleme aşamasındaydı ve bulmacayı tasarlayan ben değildim." demiştir.

Bu, hem filmin editörü Jean Ravel'e bir övgü olabilir hem de insanın hikâyesini yönlendiren hafızanın derinliklerindeki bilinçdışı güçlere bir tanıklık olarak da yorumlanabilir. Diğer bir ifade ile La Jetée, sırtüstü yatan bir öznenin travmasının kökenlerini bilinçaltında aradığı bir psikanaliz alegorisi olarak kesinlikle okunabilir.

Farkındaysanız, filmin senaristi yerine editörü dedim. Bu kısa filmde diyalog yok, aksiyon ve hareket yok sadece fotoğraflar ve anlatıcı var. Bir foto roman ya da henüz çekilmemiş bir bilim kurgu filminin senaryosunun fotoğraflanmış hali gibi olan yirmi sekiz dakikalık bu kısa filmin kendine özgü hatta istisnai biçimsel nitelikleri, izleyeni bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde zaman ve hareket ilişkisi yani sinemanın doğası hakkında düşünmeye itiyor.

O yıllarda teknik olarak bir film yalnızca hareketi yakalar ve hareket eden nesneyi saniyede yirmi dört kare hızında fotoğraflar. Karelerin akışı, zihindeki "görme sürekliliği" algısal süreciyle, özerk hareketin yanılsamasına yeniden bir araya getirilir. Resmin hareket ediyormuş gibi görünmesini sağlayan şey, durağan görüntüler arasındaki çoğu zaman sonsuz derecede küçük farklardır.

Ve işte, anlatısını her biri belirli bir uzunlukta tutulan bir dizi kesikli durağan görüntüye bölen yönetmen Chris Marker, bize hareketin sinematik yanılsamasının her zaman bir dizi durağan görüntüden oluştuğunu hatırlatır 1962 yılı yapımı “La Jetee” filmi ile. Ancak, La Jetée'nin durağan görüntülerinin her biri 1/24 saniyeden önemli ölçüde daha uzun sürdüğünden, selüloitte La Jetée'deki her kare aslında kendisinin düzinelerce kopyasını içerir.

Chris Marker, bize bir dizi donmuş görüntü sunarken, zamanın görünmez akışının, zamanın bireysel atomları ve zaman deneyimimizin düşünülebileceği bir dizi “görünür ana” dönüşmesini dramatize eder. Gerçekten de, filmde kahraman uzak geleceğe yolculuk ettiğinde, bu yeni dünya bir dizi “mikroskop” görüntüsü olarak temsil edilir.

Sinematik zaman üzerine bu olağanüstü denemede zaman farklı şekilde hareket eder ve en başından itibaren geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek algılarımız garip mutasyonlara uğrar. Anlatının zamanı geçmiş ve şimdiki zaman arasında değişir, ikincisi çoğunlukla kahramanın kayıp bir geçmişe dönüşünü anlatmak için kullanılır. Bu geçmiş, filmin çekildiği şimdiki zamanın Paris'idir; fotoğrafların ve yorumların birleşimi, 1962'deki şehri kökten yabancı göstermeyi başarır. Orly'nin ve onun yalın doğrusal mimarisinin açılış sahneleri, altmışlı yılların başında hava yolculuğunun hala hipermodernite damgasını taşıdığı soğuk bir fütüristik panorama sunar. Aynı zamanda bu tabloların üzerinde, anlatı uzak geçmişin bir anısını anlatır.

1962 Paris'inin sonraki görüntülerinde, gelecek, günlük hayatın duygusuyla yer değiştirir, ancak bu duyguya, gerçekçi yorumlarla fantastik boyutlar bahşedilir: Bir mağazada, kahraman bu yeni dünya ve onun "muhteşem malzemeleri olan cam, plastik, havlu kumaş" karşısında şaşkına döner. Ancak 1960'ların Paris'i aynı zamanda antik çağla da doludur:

Parçalanmış klasik heykellerin görüntüleri filmin kendi parçalanmasının ve kahramanın benlik halinin bir figürü gibidir. Kıyamet sonrası dünyanın başaramadığı şekilde geçmişini korumuş, ancak kendi hayaletlerinin esaretinde perili bir kültürü de akla getirir. Bir sekans içinde, erkek ve kadın kahramanlar, Hitchcock'un Vertigo (1958) filmine bir gönderme olarak bir sekoya ağacının bir bölümünü incelerler ancak bu filmde, Vertigo filminin referans terimleri tersine çevrilir. Bu filmde, gelecekten gelen adam, kadına gövdenin çevresinin dışında bir nokta gösterir ve bir gün var olacağı henüz gelmemiş bir anı işaretler. Ancak paradoksal olarak, geleceğe yapılan bu gönderme, zaten geçmişin bir tekrarıdır ve üstelik kurgusal bir geçmiştir. Yönetmen Chris Marker bu seansta işaret etme hareketini tekrarlarken, gelecekten gelen adam, farkında olmadan geçmişten bir filmdeki bir anı yeniden canlandırmaktadır. Sekoya ağacına bakan kadın "anlamadığı bir İngilizce isim telaffuz eder" ki, bana göre bu isim kesinlikle Hitchcock'tur.

La Jetée'nin uzun bir sekansında bir çift, zamansız hayvanların doldurulmuş ve hareketsiz bir şekilde askıya alınarak muhafaza edildiği bir doğa tarihi müzesini ziyaret eder. Chris Marker'ın durağan çekimlerinde, canavarlar ve onları izleyen insanlar arasında görünür bir ayrım yoktur. Mutlu çift, kendilerine merakla bakan zebralarla etkileşime girer; görüntüler hayat doludur. Bunlar, La Jetée filmindeki tartışmasız en öz-yansıtıcı çekimlerdir ve bizi bu durağan görüntülerin ölü varlıklarda canlanmayı mı çağrıştırdığını yoksa yaşayan yaratıkları ölümcül bir durağanlığa mı indirdiğini sorgulamaya sevk eder.

Yine de hayvanlar, bir hayvanat bahçesine benzeyen bir yerde hastalıklı bir şekilde donmuş gibi görünse de, insanların görünür sevinci, sonsuz bir coşkunun ütopik bir durumunu ima eder ki; bu çift, zamanın ötesinde bir tür saf şimdiki zamanda askıya alınmış bir durumda yaşıyor gibi görünür.

Bir sekansta yapılan incelikli ritmik bir düzenleme, filmin donmuş anlarının ardışıklığına akışkan bir enerji kazandırır. Bu sekansta, kadını yatakta uyurken görürüz ve bir dizi durağan görüntü yavaşça ama şehvetli bir şekilde birbirine geçer ve La Jetée filminin bu tek animasyon anında, kadın aniden gözlerini açıp doğrudan kameraya bakar.

Filmin durağanlığı tükettiği yer ise havaalanıdır. Dünyasını kurtaran adam, Orly'ye ve iskelede onu bekleyen kadına geri döner. Aşkına doğru koşarken, hızlı bir şekilde ardı ardına düzenlenen bir dizi çekim, adamın çaresiz koşusuna acı verici ve gerilimli bir şekilde yavaşlatılmış bir hareket görünümü verir. Ancak onu daha önce kaçıran bilim insanlarından biri de oradadır ve onu vurur. Adam yere düşerken anlatıcı, onu her zaman rahatsız eden sahnenin kendi ölüm anı olduğunu açıklar. Adam öldüğünde havada donar. Daha önce müzede görülen klasik kalıntılar kadar cansız bir insan heykelidir artık.

Harika gerçekten!

Ki zaten, 28 dakikalık La Jetee kısa filmi oldukça ses getiren bir film oldu…

Bu filmin ortaya koyduğu, sıradanlığın gelecek distopyasına görsel dönüşümü, Jean Luc Godard’un 1965 yılında çektiği “Alphaville” filminde ve daha sonra Wong Kar Wai tarafından 2004 yılında çekilen çok dönemli bir anlatıma sahip olan “2046” filmi ile daha da ileri götürüldü.

Filmin paradoksal zaman yolculuğu öncülü, James Cameron'ın 1984 yılında çektiği “Terminator” filmi ve Terry Gilliam’In 1996 yılında çektiği “12 Monkeys” filminde kullanılan bir bilimkurgu temel unsuru haline geldi.

Zaman yolculuğunun benliğin keşfi olarak kullanma teması, Alain Resnais'in 1968 tarihli bir filmi olan “Je t'aime, je t'aime” filminde de kullanıldı.

Ayrıca “La Jetée” filmi sadece Alan Resnais'in 1961 yılı yapımı “Last Year in Marienbad” filminin zaman oyunu ve perili ortamıyla değil aynı zamanda, paradoksal olarak döngüye girmiş anlatının başlıca örneği olan 1953 yılı yapımı “The Erasers” filminin yazarı Alain Robbe-Grillet'nin romanlarıyla da yakınlıklara sahip bir film.

Bu filmin son zamanlardaki en ilginç yankısı, Brothers Quay'in 2005 yılında çektiği deneysel bir film olan; “The Piano Tuner of Earthquakes” filminde bulunabilir. Bu filmde ölülerin görüntüleri, hayatlarından bölümlerin yeniden canlandırmalarıyla dondurulur: La Jetée'nin ruhuna yakın bir animasyon anlatısıdır bu film.

La Jetée gerçekten zamansız!

Kısa filmlerin çok azı 1963 Fransız bilimkurgu klasiği La Jetée kadar uzun bir ömre sahip olmuştur. Her daim güncel kalmak ve yıllar içinde bir kült takipçi kitlesi edinmek 28 dakikalık bir film için büyük bir başarı.

Bahsetmeden geçemeyeceğim. Bu filmi başarılı kılan unsurlardan biri de, sesin muhteşem kullanımı. Trevor Duncan'ın müziği hem ürkütücü hem de gerektiğinde romantik. Filme ayrıca St. Alexander Katedrali Koroları tarafından enginlik kazandırılmış. Koronun "Hymne a la Croix"ı ustaca ama etkili bir şekilde seslendirmesi filme destansı bir his veriyor.

La Jetee…

İzleyicilerine içlerindeki hafızayı tedavi etme gücünü gösteren bir film…

Nasıl mı?

Zaman çok kıymetli bir mücevher ise eğer, onu gerçekten görene kadar yüzünüze farklı merceklerle bakın. İşte ancak o zaman mücevherin tamamı tüm ihtişamıyla netleşecektir…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi