ANI
Giriş Tarihi : 24-11-2024 16:56   Güncelleme : 25-11-2024 22:46

İnsan Dilinin Altında Gizlidir / Hatice Tike 

Hatice Tike -İNSAN DİLİNİN ALTINDA GİZLİDİR

İnsan Dilinin Altında Gizlidir / Hatice Tike 

İNSAN DİLİNİN ALTINDA GİZLİDİR

Bu sözü rahmetli babam bize nasihatlerinde hep söylerdi. “Kızım” derdi “Ağzınızdan çıkan sözün esiri olmayın. O sözü söylemeyin ki o sizin esiriniz olsun. Bir söz ki insanı olduğundan daha da güzelleştirir, bir söz ki güzeli dahi çirkinleştirir, bir söz ki bir çuval inciri batırır, konuşmasaydı daha iyiydi.”  dedirtir.

Efendim, 15 yaşına yeni girmişiz, lise bir öğrencisiyiz. Çocukluk ile gençlik arasında mücadele veriyoruz. Bir arkadaşımla da ortaokulu da birlikte okuduğumuz için dört yıldır beraberiz. Kız lisesindeyiz, ortaokul ve lisede aynı yerdeyiz.

Arkadaşın halası da okula yakın bir yerde, hayli varlıklı, kocaman bir konakları var. Arkadaşımla bazen öğle yemeğine giderdik onlara.  Evin iki kız, bir de oğlu var. Kızlarla da aynı okuldayız. Oğlu da yakışıklı bir çocuk. Allah çok güzel yaratmış. Bütün herkes ona hayran. Eczacı üstelik. Şehrin ana caddesinde büyük bir eczanesi var. Bütün hastalar ona gider.

“Oğlum, seni görünce iyileşiyoruz ilaca gerek kalmadan” diyorlardı. Ortaokulu saymıyorum; ama bizim lisede bütün kız öğrenciler de ona hayran.

300 Spartalı gördükleri yerdi, ağzı açık ayran delisi gibi bakıyorlar. Hatta okula yüzleri aydınlanmış, nurlanmış olarak geliyorlar. “Bilin bakalım bugün ben kimi gördüm?” sorusunu şapşik bir vaziyette soruyorlardı.

Hatta bir olay yaşadık, onu da kısaca anlatayım.

Bizim branşımız giyim olduğu için arkadaşın eline makine iğnesi batıyor, kanıyor, kız ağlıyor. Hocamız da “Kızım sen çıkabilirsin” deyince biz de “hocamıza arkadaşı yalnız bırakmayalım” dedik. Kızın eli havada, sınıfta söz ister gibi tabii, nereye, doğru eczaneye…

Hep birlikte çocuk aklımızla dört beş kız hep bir ağızdan: 
- Salih abi arkadaşın eline iğne battı Sanita bant (yara bandı)  almaya geldik.

“Hepiniz birden mi ?” derken bıyık altından güldüğünü hiç unutamam. Arkamızdan ne kadar dalga geçti, kim bilir!

Bir gün bu arkadaş “Salih abim nişanlandı” dedi.

Aa, bu böyle birden mi söylenir? İnsan alıştıra alıştıra söyler, ayol!

- Ee, kiminle peki?
- İzmirli bir İngilizce öğretmeniyle.

Memlekette kız mı kalmadı be, gitti ta İzmir'den nişanlanıyor! İyi, neyse, İzmir kızları da güzel olur, yakışırlar birbirlerine en azından. Bu da bize züğürt tesellisi!

Gel zaman, git zaman, o şom ağızlı arkadaşım Salih abinin evlendiğini söyler. Herkeste bir matem havası yaşandı tabii bu habere. Biz de önce travma gibi üzüntünün arkasına öyle bir merak öyle bir merak başlamıştır ki artık matematik, fizik sınavlarından çok, Salih abinin eşinin nasıl biri olduğunu merak ediyoruz. Bakalım Salih abinin yanına yakışıyor mu, güzel mi acaba diye.

Arkadaşa dedik ki; “Görebilir miyiz acaba biz bu gelini?”

O da; “Sorayım bir, çok cana yakın, kabul eder herhalde” dedi.

Bizde bir heyecan başladı,  günlerce okul harçlığımızı harcamıyoruz gelin hanıma hediye almak için. Nihayet bizi kabul etmiş, hem de evine, hem de öğretmen. Oysa ki bizim okuldaki öğretmenlerimiz gardiyan gibiler o dönemler. Nerede görsek hemen asker selamı çakar, başımızı da öne eğeriz. Bir de müdire hanımı var; evlere şenlik Gestapo gibi bir kadın.

Altında arabasıyla öğrenci avına çıkar; kim, nerde, kiminle geziyor; gelir, okulda 600 öğrencinin önünde rezil ederdi. Her hafta başı kontrol yapılır. Saçlar sıkı örülecek, kâkül yasak. Süslü toka, kurdele yok. Gevşek örgüleri de hiç acımadan keserdi Hem öyle şekilsiz ki kuaför bile düzeltemezdi. Kızlar hapishane kaçkını gibi gezerdi, bir tarafı uzun, bir tarafı kısa. Hatta Sezen Aksu'nun öyle bir saçı vardı. Onu bizden esinlendiği rivayet edilir. Saç ikonuyduk o zamanlar. Okul, okul değil, F tipi cezaevi gibi.

Anlatmak istediğim, biz böyle hocalarla mücadele ederken bu İngilizce öğretmeni bizi, biz gibi öğrenci takımını evine kabul ediyordu. Bu bizim için çok gurur verici bir şeydi. Çok şaşırmıştık.Biz her gün çarşı pazar gezerek alacağımız ufak da olsa hediyelerimizi ayarlamıştık artık 9-10 kız arkadaş.

Gideceğimiz gün geldi çattı. Okul çıkışı kızlarla doğru çarşıya gidip hediyelerimizi janjanlı paketle içinde aldık, yola koyulduk.Biz konağa gideceğiz zannetmiştik, normal bir apartman dairesinde oturuyorlarmış. Oysaki bir gün içinde dahi karşılaşmazlardı o kadar büyük konakta ev halkıyla. Mütevazilik buradan başlıyordu.

Evlere gitsek kıyafet giymek için zaman yok, son dersi de kıramadık, o cesaret kimsede yoktu. Üstümüzde formalar, sırtımızda çantalarla, elimizde hediyemizle apartman merdivenlerini çıkarken hayaller bizde tavan. Kapıyı bize Marilyn Monroe açıyor, uçuşan etekleriyle sarışın saçlarıyla. Aşağısı kurtarmaz çünkü Salih abiye.

“Ya esmerse” dedi bir arkadaş.

“Olsun, Adriana Lima da kurtarır.” düşüncesi içinde zili çaldık bir heyecanla. Kapının açılmasıyla biz de tam bir hayal kırıklığı oldu, modumuz düştü, yerlerde; yüzümüz de gerildi. Hani nerde Marilyn Monroe? Dümdüz bir kalem etek; dümdüz, fönlü siyah saçlar…

Üstelik çok da güzel değildi. Ya Salih abi bunda ne bulmuştu acaba; ama tabii sonra anladık ki dilin sihriyle güzel konuşmasıyla aşık etmişti kendine.
Gülümseyerek bize “buyrun” dedi.

Biz de umduğunu bulamama kaprisiyle elimizdeki hediyeleri daha kapıda kucağına bırakıp içeri girdik. Aa, hani mobilyalar da çok sıradan! O kadar varlığa varaklı değil, çok sade döşenmiş, vitrinin içinde kristaller nerede? Avizeler bile çok sıradan, gösterişten eser yoktu.  Oturduk koltuklara, sonra o, gayet sakin salona girdi. Kucağındaki hediyeleri itinayla masaya yerleştirdi. Sonra hepimizin elini sıktı yanaklarımızdan öptü. Tek tek ismimizi, hatrımızı, derslerimizi sordu. Sonra tek tek hediyeleri açtı ve tek tek teşekkür etti biz, daha çocuk sayılan öğrencilere.

Aldığımız çiçekleri vazoya koydu, kolonyayı ikram etti, büyük övgülerle çikolataları da ikram etti. O, tatlı tatlı konuştukça biz ona hayran hayran bakıyorduk. Onun o dümdüz saçları dalgalandı; kalem etekleri havalandı, uçuştu, Marilyn Monroe de kimmiş be! Miss World güzeli bir kız oldu o anda gözümüzün önünde.

Mobilyalar varaklandı, her yer doreli ışıl ışıl oldu. Hatta pencereden giren güneş yanaklarımıza öpücükler konduruyordu.  En güzeli de bizim için itina göstermiş, güzel giyinmiş, saçlarına fön çekmişti. Bize değer vermiş, özenmiş, öğrencilere ağır misafir gibi davranmıştı. Oysaki bizi at kuyruk ve de eşofmanla da karşılayabilirdi. Bizim için hiç bir mahsuru yoktu; ama tabii bu bizi çok etkiledi, çok çok onure etti.

Bize önce kahve, sonra çay ve yanında bonibonlu kurabiyeler ikram etti. Kendimizi kraliyet konuğu gibi hissettik. Kurabiyelerin hepsini yedik, birbirimize bir tane bırakalım tabakta dememize rağmen. Sonra kalkınca yine hepimizi yanaklarımızdan öptü, sarıldı bize. Arkalarımıza da birer kanat taktı, zira yürümüyorduk merdivenlerden, uçuyorduk adeta. Apartmandan çıkarken dönüp baktık ki balkondan bize bakıyor, el sallıyordu. “Salih abi bu kıza layık mı acaba?” sözleri döküldü bizden.

Güzel sözlerin sihrini anladık o gün.

Yıllar sonra, üç yıl önce ben ve kardeşim Antalya'da nostalji tramvayında karşılaştık biz bu hocamızla yanında başka bir beyle. İkimizin de ağzından Işıl Hocam sözleri döküldü. Yine çok fit, yine kalem etek, omzunda mini hırkasıyla. Sanki buzdolabında saklamış kendini,  hiç değişmemişti. Bizi görünce direkt yanımıza geldi, oturdu.

“Hocam, bizi hatırladınız mı?” dedik.

“Tabii ki” dedi.

“Sizi ben hiç unutmadım ki!”

- Nasıl olur hocam? Tamam, siz aynısınız da bizde çocukluktan sonra değişim çok olmuştur.

Bizi anında hatırlaması süper zekâsını ortaya koyuyordu.

“Sizi unutmam mümkün mü?” dedi.

“Siz benim ilk misafirimdiniz. O masum halleriniz ve hediyelerinizi nasıl unutabilirim? Onları çok kullandım.” diye de inceliğini gösterdi bize, sonra ilave etti; “Biz Salih’le ayrıldık kızlar, biliyor musunuz?” dedi.

- Aa, neden hocam? O kadar büyük aşka ne oldu?
- Anlaşamadık ama ben sizin memleketinizi ve insanları sevdiğim için İzmir'e dönmedim, sonra Salih hastalandı. Onunla boşanmama rağmen evine gidip gelip baktım ona. Yatalak olunca evime aldım, yedi yıl her türlü bakımını yaparak baktım. Ölünce de artık orada duramadım ve Antalya’ya tayin istedim. Burada bu yabancı mimar beyefendiyle evlendim.

Ne kadar vefalı olduğunu bir kez daha anladık. Adresini verdi bize. “Mutlaka kahveye gelin, kamelyamda içeriz.” dedi.

Tramvaydan inince bize sıkı sıkı sarıldı, yanaklarımızdan öptü, yine. Hareketleriyle, alçak gönlüyle gönülleri fethetti. Eski eşine olan vefa borcu ile de imzasını attı.

Biz oradan uzaklaşınca arkamızdan hâlâ bize bakıyordu. Biz de sanki o an eskiye gidip liseli öğrenciler gibi olmuştuk. Gerçekten insan dilinin altında gizliymiş ve güzelmiş.

Hoşça kalın efendim, hep mutlu kalın…

Editör: Hamiyet Su Kopartan

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi