İKİSİ SUÇLU
Themis…
Doğadaki mevsimlerin, yılların ve sanatların düzenini sağlayan diğer üç Tanrıça ile birlikte canlı varlıklar arasında yaşamla ölüm dengesini kuran düzen Tanrıçası…
Hem de adalet Tanrıçası ama öfkeli veya cezalandırıcı değil. Ona yeteri kadar saygı gösterilmediğinde veya ona herhangi bir adaletsizlik yapıldığında sessiz. Onun yerine gerekli karşılığı, yani cezayı veren ise Nemesis.
Themis, Olympos’ta yaşar, Tanrıların toplantılarına başkanlık eder, Olimpos Dağı’ndaki düzeni o korur. Themis'in efsanesi, öyküsü yoktur; her yerde, her zaman vardır.
O, hem Olimpos Dağı’ndaki Tanrılar dünyasında hem de insanlar dünyasındaki evrensel ve ölümsüz “doğa yasası”dır. Yani Themis Tanrısal yasadır, onun karşıtı insansal yasa ise Nemesis’dir.
Justitia…
Themis'in Roma mitolojisindeki karşılığı…
Rönesans'tan beri, bir elinde kılıç diğer elinde terazi bulunan bir kadın olarak tasvir edilmektedir. Gözleri ise, bir göz bağı ile bağlanmış vaziyettedir.
“Kılıç” adaletin verdiği cezaların caydırıcılığını ve gücünü, “Terazi” adaleti ve bunun dengeli bir şekilde dağıtılmasını simgeler. “Kadın” ve “Bakire” olması bağımsızlığı ifade ederken, gözlerinin bağlı olması da tarafsızlığını simgeler.
Bugünkü hukukun evrensel ilkelerini simgesel olarak taşıdığı için Justitia heykeli, Batı Medeniyeti’nde adaleti ifade etmektedir.
Tanrıça Justitia’nın betimlediği adalet anlayışı, daha çok ahlaki değerlerle güçlendirilmiş bir adalet anlayışıdır.
Ve on sekizinci yüzyılda yaşamış, “İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor: üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.” diyen bir Königsbergli filozof…
Immanuel Kant…
Kant göre ahlak, kendimizi nasıl mutlu edebileceğimizin değil, kendimizi nasıl mutlu insanlar yapabileceğimizin doktrinidir.
Kant’a göre ahlakın temelinde saf akıl ve irade, yani iyi niyet vardır ve iyi niyet, onun sonucu olan deneyimle ölçülemeyecek bir şeydir.
Yani ona göre iyi yönde bir irade, pratik sonuçları ne olursa olsun kendi başına iyidir. Kötü irade ise, kötü niyet sonucu ortaya iyi bir şey çıksa bile kötüdür.
Neyin iyi neyin kötü olduğu kararını zamandan ve mekândan bağımsız verdiğimizde ahlaklı olabiliriz ancak. Mesela, bir yeri topla tüfekle kan dökerek almak istemek iyi midir ya da kötü müdür?
Eğer cevabınız bulunduğunuz tarafa göre değişiyorsa, işte o zaman pozisyonunuz ahlaklı değildir. Kant’a göre ahlak yasasındaki yükümlülük, insanın doğal yapısında değil veya içinde bulunduğu koşullarda değil, saf aklın kavramlarında aranmalıydı.
Ahlakı doğal dünyadan bağımsız olarak özgür irade ile ilişkilendiren Kant; insanın diğer canlılardan daha akıl öznesi olduğunu, nesnelerin bir fiyatı varken insanın ahlak sahibi olması sebebiyle bir onuru olduğunu söyler ve insandaki bu onurun, onun akıl yoluyla ahlak kararları almasını, amaç koymasını gerektirdiğinin de altını çizer. Öyle ki, bazen bu ahlâk kararları o insanın zarar görmesine yol açsa bile bu bedelin “insan olabilmek” adına ödemesi gerektiğini ileri sürer. Çünkü ona göre, insan olmanın ölçüsü evrensel ahlaka göre hareket edebilmektir. Sadece istekler ve eğilimlere göre hareket edenler ise hayvanlardır, insanlar değil.
Immanuel Kant’ın ahlâk yasasını daha anlaşılır kılmak adına bu yasayı basit örneklerle açıklayabiliriz.
Örneğin, finansal olarak sıkıştığınız için yakın bir arkadaşınızdan kısa bir süre içinde geri ödemek üzere borç aldığınızı hayal edin. Aldığınız bu borcu, o sırada gördüğünüz bir alışveriş fırsatında harcadığınızda bu, Kant’a göre ahlâklı bir davranmadığınız anlamına gelir. Karşınızdaki kişiyi kendi mutluluğunuz için amaç yerine araç olarak gördüğünüzde ahlâklı davranıştan uzaklaşmış olursunuz.
Örneğin, bir gün evde otururken kapınızın şiddetli bir şekilde çalındığını düşünün. Kapıyı açtığınızda çaresiz ve dehşet içinde kalmış bir kadın, bir katilin kendisini kovaladığını yakalarsa onu öldüreceğini söylediğinde ne yaparsınız, onu büyük bir ihtimalle evinize alırsınız değil mi? Peki kadının bahsettiği katil aynı şekilde kapınızı çalıp bir kadın görüp görmediğinizi size sorarsa ne yaparsınız? Kant’a göre ahlâklı davranış katile yalan söylememeniz olacaktır. İşte, Kant’ın evrenselleştirdiği ahlak yasasına eleştiriler tam da bu noktada başlar. Eleştiriler olsa da, Immanuel Kant, ortaya koydukları ile düşünce dünyasında önemli yollar açmıştır ve kendisinden sonra gelen birçok filozofu etkilemiştir.
Gelin biz de düşünelim o zaman…
İnsan kimdir? İnsan, dünyaya bir ahlak yasası ve hukuk bilinciyle mi gelir? Hak nedir? İnsan niçin haklara sahip olmalıdır?
İnsan bellektir, bilinçtir. Gözlemleyen bir bilinç olarak doğar. Yaşadıklarıyla, hissettikleriyle belleği şekillenir ve her insan kendi varoluşunu oluşturur.
Yaşama hakkı, düşünce özgürlüğü gibi insan hakları evrenseldir. Çünkü hak, her insanın bu dünyada rahat, sağlıklı, huzurlu ve mutlu olarak yaşayabilmesi için var olan bir şeydir. Sadece insan değil, tüm canlılar haklara sahip olmalıdır.
İnsan ruhunu inceleyen filozoflar ve bilim adamlarının düşünsel ve bilimsel çalışmalarında ortaya koyduğu bugüne kadar çürütülememiş tezlerinde olduğu gibi bebeklikten çocukluğa geçişle katmanlara ayrılmaya başlayan insan ruhu zamanla şekillenir. Ahlâk ise, doğuştan beri var olan saf aklın katmanları arasındadır.
İnsan sosyal bir canlıdır. İnsanın diğer canlılardan farkı, saf aklı, kendisini kolay ifade edebilmesi ve kolay iletişim kurabilme yeteneğidir. Bu özelliği ile, dünyadaki diğer tüm canlıların hak ve hukukunu koruyacak olan da yine insandır.
Ahlâk, düşünce, duygu ve eylemde iyi ile kötü arasındaki ayırıma bilinçlenme iken, hukukta ise çok farklı bir boyut vardır ki, bu da “haklı” ve “haksız”dır.
Hukukun görevi adaleti yani insanların birarada yaşadığı bir toplumun devamlılığı ve huzuru için düzeni yasalarla sağlamaktır.
Yasa…
Moğolca “düzenlemek, imal etmek” fillinden türetilerek dilimize girmiş bir kelime… Bu kelimenin etimolojisinin kökeninde; “Ülkeler kılıçla alınır ancak adaletle korunur” diyen Timur’un yasakları vardır.
Hukuka göre; yasaklanmayan her şey serbesttir. Bir şey yasaklanacaksa yasa çıkarılır. Bunun dışında insan özgürdür ve doğal ortamında hareket etmesi gerekir.
O zaman hukuk, insana özgürlük mü getirir yoksa tutsaklık mı?
Fransız matematikçi, fizikçi ve teolog olan Blaise Pascal; “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet ise tamamen bir zalimliktir” diyerek bu soruya bir anlamda cevap verir.
Zaten bu yüzden de Justitia’nın bir elinde kılıç, bir elinde terazi vardır ve gözleri bağlıdır. Gözleri bağlıdır çünkü dış dünyadan bağımsız kendi içine dönüktür ve terazisi saf aklıyla haklı veya haksız dengesini sağlar ve keskin bir yargıya varır. Tıpkı saf aklıyla ve özgür iradesi ile iyi niyeti ahlâk yasasının temeline oturtan Immanuel Kant gibi.
Diğer bir ifade ile; iç içe geçmiş iki daire düşünün. Bir daire ahlâki eylem, diğeri de hukuki eylem olsun. İşte bu iki dairenin kesiştiği alan ise ideal eylemdir.
Aynı zamanda bir avukat olan Fransız yönetmen Andre Cayatte’nin 1963 yılında gösterime giren ve başrollerinde Anthony Perkins, Jean Claude Brialy ve Renato Salvatori’nin oynadığı “İkisi Suçlu (Le Glaive et la Balance)” filmi, adalet, ahlâk ve insan doğasının karmaşıklığı temaları ile bu konuya sinematografik anlatımla değiniyor.
Bu filmin açılış sahnesini anlamladırabilmek adına müzikten de bahsetmemiz gerekiyor.
Tarih boyunca alt kültür müziklerinin pek çoğu, sosyo-ekonomik sınıflaşma sonucu baskıya maruz kalan ve ezilen gruplardan çıkmıştır.
Ve işte; Afrika’nın halk müziği, zenci kölelerin tarlada çalışırken söyledikleri iş şarkıları, İngiliz’lerin dinsel müziği, Fransız’ların sokak şarkıları ve halk dansları müziği ile Fransız bando müziği, İspanyol sömürge müziği ve bir ölçüde Kızılderili müziğini harmanlayarak doğaçtan anlatılan hikâyelere, “çağrı ve yanıt” ilişkisine dayanan bir müzik türü…
Caz…
Cazın doğum yeri ve beşiği Amerika’dır; cazı yaratan insanlar ise zencilerdir. Eğer Afrika’lı zenciler 16. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın son çeyreğine kadar köle tüccarları eliyle Amerikalı toprak sahiplerine getirilip satılmasaydı, bu müzik doğmayacaktı.
Yani, temeline doğaçlama ve salınım etkenlerini alarak, melodilerin ve akorların eşliğinde simgesel olarak özgürlüğe kavuşma çabasına yani doğal ruhsal tepkilerin ses ve ritimle anlatılmasına olanak veren bir müziktir caz…
Ve işte bu film de, kökeninde insan hakları ve ahlâka dair unsurlar barındırmasıyla açılış için oldukça anlamlı olan caz müziği icra eden bir grubun parçası ile açılıyor.
Filmin devamında ilk önce ayrı ayrı üç temel karakter olan Franco Corbier, Jean-Philippe Provost ve John Parson’u tanıyoruz. Bu üç karakter; filmin ana temalarını oluşturan adalet, ahlâk ve insan doğasının karmaşıklığını temsil eden figürler ve bu karakterler, hem bireysel çatışmaları hem de toplumsal dinamiklerle olan ilişkileri aracılığıyla hikâyenin katmanlarını derinleştiriyorlar.
Ve hikâye vefat eden zengin bir adamın çocuğunun bilinmeyen iki kişi tarafından kaçırılması ve dul anneden fidye istenmesi ve polislerin olaydan haberdar edilmesi ile ilerliyor. Fidye alınmasına rağmen kaçırılan çocuk ve bir polis iki kişi tarafından öldürülünce, polis ve katiller arasında başlayan bir kovalamaca sonucunda katillerin bir deniz fenerinde kıstırılmasıyla da bir başka boyuta bürünüyor. Çünkü deniz fenerinden iki kişi yerine üç kişi çıkıyor ve polise teslim oluyor.
Filme adını veren soru da burada ortaya çıkıyor; “Bu üç kişiden hangi ikisi suçlu?”
Bu soru bir yandan da ahlaki eylem ve hukuki eylem arasındaki iyi-kötü ve haklı-haksızı belirleyecek olan ideal eyleme dair bir açılımı beraberinde getiriyor.
Doğal olarak polisin soruşturması başlıyor ve bu üç karakterin geçmişlerini de öğrenerek daha detaylı tanımaya başlıyoruz. Ancak her bir karakter farklı özellikleri ile insan doğasının karmaşıklığını gözler önüne seriyor.
Renato Salvatori’nin canlandırdığı Franco Corbier karakteri geçmişi ve bugünüyle kafa karışıklığı yaşatan bir karakter. Geçmişinde köylü olan Franco, bugün zengin bir kadına jigololuk yapan bir salon erkeği olarak otoriteye meydan okuyan, özgüveni yüksek biri. Bu yönüyle, kendini diğerlerinden farklı kılmaya çalışan insanın manüpülatif doğasına vurgu yapan bir karakter olarak suçluluk şüphesini üzerinde toplayan bir figür. Yani diğer ifade ile, onun bu karakteri, toplumsal sistemin bireyler üzerindeki etkisini ve insan doğasının karanlık yönlerini yansıtıyor.
Jean Claude Brialy’nin canlandırdığı Jean-Philippe Provost karakteri de ahlâki açıdan sorgulanması gereken oldukça karmaşık bir karakter. Jean-Philippe Provost hem entellektüel hem de oldukça fazla karanlık yönleri olan biri. Kız kardeşini başka erkeğe satıp sonrasında o erkekten aldığı para ile yardıma muhtaç bir kıza yardım eden bu karakter, çelişkili tutumları ile izleyiciyi sürekli taraf değiştirmeye iten bir karakter. Jean-Phillippe Provost, vicdanı ile toplumun onu suçlama eğilimi arasında denge kurmaya çalışırken bir yandan da adalet sisteminin insan doğasının karmaşıklığını ele almakta ne kadar başarısız olabileceğini göstermesi bakımından önemli bir karakter.
Ve Anthony Perkins’in canlandırdığı John Parson karakteri…
John Parson diğer iki karaktere kıyasla daha fazla içsel çatışma yaşayan bir karakter. Neden derseniz de, toplumu ahlâki kurallarına uyma çabası ile bireysel korkuları arasına sıkışmış gibi. Üstüne bir de, kendini ifade konusundaki zayıflığı onu silikleştirerek daha karmaşık algılamımızı sağlıyor.
John Parson bu yönüyle, bireysel vicdanın adalet sistemine nasıl dahil edildiğini temsil eder. Onun karakteri, toplumun birey üzerindeki baskısını ve suçluluğun yalnızca davranışlardan değil, algılardan da kaynaklanabileceğini gösterir.
Hikâyede bu üç karakter arasındaki ilişki, adaletin tarafsız olup olmadığını ve gerçeğin her zaman bulunabilir olup olmadığını da sorguluyor ki bu da evrensel bir sorgulama...
Mesela bir anlatıya göre, çok eski yıllarda biri öldüğünde, kilisenin çanı bir kez çalıp ölümü herkese duyurulurmuş. Bir asil öldüğünde çan iki kez, kral öldüğünde ise dört kez çalınırmış.
Günün birinde herkesin hak aramak için sığındığı mahkeme, bir vatandaşı haksız yere mahkum etmiş. Ve kilisenin çanı bu kez tam beş kez çalmış. Ahali merak içinde kalkıp papaza koşmuş; “Ey papaz efendi kraldan daha önemli biri var mı ki o, ölünce çan beş kez çalınsın?”
Papaz yanıt vermiş; “Kralın ölümünden daha önemli bir şey var; adalet öldü.”
Günümüzde tüm dünyada yaşananlara bakarsak, sanırım bu çanlar hiç susmamakta, bunları duyacak ahlak ve vicdan sahip insanların, toplumların kulaklarını sağır edecek düzeyde çalmakta ve haykırmaktadır.
Öyle değil mi?
İnsanların iyilik ve kötülük arasında gidip gelen doğası, adaletin uygulanmasını hem bireysel hem de toplumsal düzeyde zorlaştırıyor. Bu karmaşıklık, adaletin yalnızca yasal düzenlemelerle değil, aynı zamanda ahlaki değerlerin bireyler ve toplumlar tarafından içselleştirilmesiyle mümkün olabileceğini göstermiyor mu?
Açık olan şu ki; toplumun düzeni ve devamı için en önemli unsur ahlâk ve adalettir. Bu iki kavram birlikte kendini toplumu oluşturan bireylerde gerçekleştirir. Bu nedenle, bireylerin ahlâk ve adaletin timsali olacak şekilde yetiştirilmesi gereklidir. Dünya tarihine baktığımızda ahlâk ve adaletten yoksun toplum ve devletler yok olduklarını görmek zor değil. Bu duruma ilişkin örnekleri uzun uzun aramaya da gerek olmadan tarihin her döneminde bulmak mümkün. Ahlâk ve adalet bireyin bilincinde saf bir şekilde yer edinmelidir. Ahlâklı olmadan adil olmak, adil olmadan medeni olmak mümkün değil. Dolayısıyla adalet, medeni toplumların, en kutsal mefhumudur, temelinde ahlâklı ve adil insan yer alır.
Ve bu film, defalarca tekrar eden; “Şüphe, sanığın kendisi tarafından kullanılmalıdır” cümlesi ile gecenin karanlığında kameranın göğe doğru yükselmesi ile final yaparak son sözünü söylüyor.
“Şüphe, sanığın kendisi tarafından kullanılmalıdır…”
Şüphe; insanın eylemleri, sanık; insanın dış etkenlerden arınmış saf aklı…
Ama tabii ki de…
“İnsan anlamayacak... Ki insan; insanlara olan görevini yerine getirdiğinde Tanrı’nın komutlarını da yerine getirmiş olacak ve bunu yerine getirdiklerinde sonuç olarak daima Tanrı’nın hizmetinde olmuş olacak. İnsanın hareketleri ahlâksal olmadığı sürece başka türlü Tanrı’ya hizmet etmeleri de olanaksızdır.” (Immanuel Kant)
Tanrı’ya inanmıyorsanız…
“İyilik görevdir” (Immanuel Kant)
Özetle…
“Başkalarını kendi amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak görme.” (Immanuel Kant)