GÖLGE
“...esnaf-ı celladan; bi-iman…”
İstanbul, Hicri 1058 - Miladi 1648
Sabahın henüz şafağa varmayan bu saatlerinde, bembeyaz kar İstanbul’un üstüne kutsal bir örtü gibi serilmişti; yorgun şehirde uykulu bir karanlık hakimdi. Lakin bu şehir karanlıkta bile boş durmazdı. Soğuk, insanın içine değil; ta kemiklerinin özüne kadar işlerken Boğaz henüz donmamıştı; ama tümüyle suspus olmuştu. Kıyıya çekilmiş kayıklar da kayıkçılar gibi derin uykudaydı.
Surlara tünemiş martılar, rüzgarla birlikte öksüren bir şehrin üstünde adeta nöbet tutuyorlardı. Karla örtülmüş Arnavut kaldırımları, gece boyunca dokunmuş beyaz bir halı gibi serilmişti şehrin altına…
Ayasofya’nın kubbesinin etrafına sinmiş karlar vakur bir şekilde yere iniyor, soğuk havada caminin içinden yankılanan dualar, kar tanelerinin sessizce yere düşüşüne karışıyordu. Cumbalı evlerin pencerelerinden sızan kandillerin sıcak ışıkları, karla kaplanmış dar sokaklarda adım atmaya çalışanları cezbediyordu.
Yeni Cami’nin inşaatı süren minareleri, Topkapı’nın taş duvarları, Süleymaniye Camisi’nin geniş avlusu… Her biri sanki doğanın fırçasıyla beyaza boyanmış gibiydi. Sultan Ahmet Camisi’nin minaresi ise, İstanbul’un silüetini karla kaplanmış bu kış gününde gökten süzülen bir yıldız gibi aydınlatıyordu. O zamanlar Cami’nin yüksek minareleri -kudretin bir simgesi olarak-İstanbul’un her köşesinden görünüyor ve şehri bir şemse gibi kucaklıyordu.
Galata Kulesi ise, Boğaz’ın karşı kıyısına hakim, karlı bir günde elinde feneriyle sessizce şehri izleyen bir bekçi gibi yükseliyordu. Galata, İstanbul’un batıya açılan kapısıydı; burada, her türlü malın alınıp satıldığı çarşılar ve tüccarların alışveriş yaptığı sayısız dükkanlar vardı.
Ve kar…
Bir ölü sessizliğiyle yağıyordu şehre hala... Ne hiddetliydi ne de nazlı…
Çarşının içi de yeni yeni uyanmaya başlamıştı. Esnafların dükkanları açarkenki gönülsüz hareketlerinden, soğuk sabah vakti yatağından kalkmak istemeyen; kalkmaya erinen o insanların acı çeken halleri kolayca okunabiliyordu.
Bir fırıncı, dükkan kapısının önündeki karı temizliyordu; bir diğeri de taş fırının başında pişen ilk ekmekleri çıkarmak için bekliyor, fırının sıcaklığından nasipleniyordu.
Bir başka sokaktaysa yaşlı bir derviş, güçsüz dizlerine kadar çıkan kara aldırış etmeden yürüyordu; eline sardığı tespih, her adımda “Ya Hafız” diye fısıldıyordu kulaklara.
Surların dibinden geçen ases, elindeki fenerle bir iki sarhoşun üstünü örtüyor; iki evsiz de Siyavuş Paşa Çeşmesi’nin donmaya yüz tutmuş suyuyla yüzlerini yıkıyorlardı.
İstanbul, kendi uykusundan yeni uyanmış bir dev gibiydi.
Kar mı? Hala yağıyordu.
Balat tarafında birkaç dilenci, kar altında gelip geçene sessizce dua ederken Samatya’dan gelen bir at arabası, gece vakti ölen bir paşanın cenazesini taşıyordu. Sırtı bıçak gibi kesilmiş yoksullar, şehrin soğuk sokaklarında hayatta kalmakla ölmek arasındaki o tanıdık çizgide çaresizce yürüyordu.
Yenikapı’dan sur içine uzanan daracık sokaktaysa bastığı yerde karları titreten, yeni biten gecenin izlerini yüzünde taşıyan bir adam yürüyordu. Üzerinde simsiyah, kolları aşınmış bir cübbe, belinde çatal ağızlı kılıcı, omzunda da kanla kararmış eski bir kement vardı. Ayak sesleri taş kaldırımlara düşerken gölgeler susuyor, köpekler kuyruklarını bacak aralarına sıkıştırıyordu.
İstanbul, onun adını iç titreten bir fısıltıyla anar; onu gören çocuklar ağlamadan susardı.
Bu adam Kara Ali idi.
Çünkü Kara Ali, cellatların da celladıydı; Cellatbaşıydı.
Kara Ali’nin yolu o gün Sultan Ahmet’e düşmüştü. Az ilerde Ayasofya'nın kubbesi, ağır bir gök gibi şehrin üstüne eğilmişti sanki... Ali göz ucuyla Süleymaniye’nin ihtişamına da baktı; ama içinde zerre kadar huşu uyanmadı. Eyüp sırtlarından gelen karla karışık sabah esintisi yüzüne çarptı; oysa o, rüzgarı bile sevmezdi. Çünkü rüzgar, hatıra getirirdi: sesleri, gözyaşlarını, dua fısıltılarını...
Kara Ali’nin içinde ses de yoktu. Dilsizdi anlayacağınız; susardı ancak duyardı da her şeyi…
Vicdan, onun vücudunu terk etmişti belki yıllar yıllar önce...
O, yalnızca fermanı okurdu. Ne dua ederdi ne dua alırdı.
Çünkü o, yalnızca “can alırdı.”
Adını bilmeyen yoktu Ali’nin... Adını söylemeye cesaret eden de pek yoktu, sorarsanız...
Ama şimdi o isim, kendi içinde bir yankıydı yalnızca. Karanlık sokaklarda dolanan bir gölge… Sarayın duvarlarının ardında; boğulmuş nefeslerin, akıtılmış kanların ve kesilmiş duaların taşıdığı bir son...
“Birini infaz ettiğinde ses çıkar mı? Boğmak sessiz iştir, derlerdi oysa… İçimde hala bir şey çırpınıyor. Oysa ben…Ben yalnızca kementtim. Ya da değil miydim?” dedi Ali içinden, kendi kendine…
Sırtında taşıdığı kementin ağırlığını omzunda değil, artık ruhunda hissediyordu.
20 yıl… Her infazdan sonra bir kat daha ağırlaşan o kement, bu kış sabahında bambaşka bir yükle asılıydı.
Ayasofya’nın yanından kıvrılan yoldan saraya doğru yöneldi Ali.
Babüsselam’a vardığında kapıdaki askerler onu tanıdılar hemen, yolunu açtılar. İçeri girdiğinde Bab-ı Hümayun’a doğru ilerledi; girişin hemen sol yanında bulunan surların dibindeki siyaset çeşmesine takıldı gözü; ve de ibret taşına… İnfaz sonrası kanlı baltasını, kılıcını kimbilir kaç defa bu çeşmede yıkamıştı? Saymamıştı ki… Ya yanındaki ibret taşı? Bu taşın üstünde de cellat tarafından kesilen kafalar ibret-i alem için teşhir edilirdi. Kara Ali ayaklarının altındaki taşları inleterek ilerledi, adımları onu odunluklara doğru götürüyordu.
Çırağı Kör İhsan düştü sonra aklına… Yanına on üç yıl önce cellat olarak “yetiştirilsin diye” çırak verilen, kimsesiz bir gençti ta o zamanlar… Nasıl da dilsiz ve sağır diye yutturmuştu ilkin kendini Ali’ye ama… Suskunluğunun tarihini dinlediğinde de hak vermişti Ali, İhsan’a…
O soğuk ve titreten İstanbul akşamında İhsan, annesini yitirdiği yangını anlatıp hüngür hüngür ağlarken:
“Annem yandı. Ben sustum usta. Yangın dilimi değil, ruhumu yaktı.” diyebilmişti sadece…
Ustası Kara Ali de “Anlatsan yangını söner mi dilinin?” diye gözleriyle sormuştu İhsan’a…
Ali ona çok öğütler vermişti cellatlıkla ilgili… Ne denli öğüt verirse versin, yine de İhsan’da anlaşılmaz şekilde kabarıp yükselen vicdan dağının varlığı Ali’yi endişelendiriyordu.
Odunluğun girişine geldiğinde İhsan’la beraber bu odunlukta gerçekleştirdikleri infazı hatırladı, Kara Ali…İhsan’ın tecrübe ettiği ilk canlı infazı…
On üç yıl önceydi… Şair Nef’i’ydi ilk ortak kurbanları… Onca anlatmıştı ona nasıl yapılacağını… Ama artık gerçeği yaşamalıydı İhsan da…
İnfazdan önceki akşam infaz emri mektubu gelmişti. Zarfın üstündeki mühür Boynueğri Mehmed Paşa’nın mührü idi. Açtı okudu Ali:
“Sultan-uş Şuara Nef’i Efendi, Sadrazam Bayram Paşa’ya beyitlerinde ettiği hakaretlerin cezası olarak tez boğulup idam edile!”
Ertesi gün akşam, sarayın odunluğunda yanında çırağı Kör İhsan da varken; Kara Ali, Nef’i’nin karşısında bir yudum bile duygusal bir gevşeklik göstermemeye çalışıyordu. Her şeyin soğuk, sert ve kesin olmasını istiyordu. Zihninde bir emir vardı; bir hedef, bir görev…
Ama işte, karşısındaki Nef’i öyle kolayca silinip gitmeyecek bir adamdı. Şairin son bakışları Kara Ali’nin içini öylesine karartıyordu ki adeta o bakışlar Kara Ali’nin tüm katılığını sorguluyordu.
Kara Ali, odunluğun karanlık köşesinde İhsan’la beraber ayakta duruyordu. İçerisi soğuk, rutubetli bir yerdi. Sadece taş duvarlar, içinde uzun yıllar boyunca saklanmış hüzünlü anıların yankılarını taşıyordu. Her köşe, ölümün varlığını hissettiriyordu. Gölge, her şeyin üzerini örtüyor; soğuk taş zemin ve duvarlar, sırtına bıçak gibi yapışan o soğuk rüzgar her adımda içini ürpertiyor, vücudunda yavaşça yayılan o donmuş hisse engel olamıyordu.
Nef’i son bir kez bakışlarını Kara Ali'ye çevirdi.
Kara Ali’nin dilsiz bakışları da Nef’i’nin gözlerinde bir iz bırakmaya çalıştı.
Nef’i birden gülümsedi, ağzında acı bir tat vardı:
"Demek bu kadar...
Koca Nef’i’nin sonu bir odunluğun rutubetli yalnızlığında, bir dilsizin ellerinde olacak ha?
Ah kader... Ne ince mizahın var.
Beni susturmak isteyenlerin en münasibi: Konuşamayan bir cellat!
Ne de güzel düşünülmüş.
Ağzımdan çıkan her beyit, padişahın tahtını sarsacak kadar keskinken şimdi sessizliğe boğulmam için, sesi olmayan biri seçilmiş.
Tebrik ederim, Ali. Dilsizliğin, bunca kelime arasında en gür bağıran şey oldu.
Konuşamıyorsun ama korkunç bir şey söylüyorsun: 'Sıra bende.'"
O an, Nef’i'nin sözleri Kara Ali'yi sarsmaya başladı, ama kısa sürede kendisini toparladı. Bu yalnızca bir anlık zaaftı. Nef’i’nin ölümünü ertelemek, ona verilen görevi boşa çıkarmak gibi bir şeydi. Bu, Kara Ali’nin kabul edemeyeceği bir durumdu. Ama şairin sözleri, derin bir anlam taşıyordu. Ve o sözler bir anda Kara Ali’nin vicdanında, oraya girmeyen her şeyin izini sürmeye başladılar.
“Beni öldürecek misin?” dedi Nef’i, biri onu asla öldüremeyecekmiş gibi…
"Bakışların da dilsiz senin, cellat. Ama ben anlıyorum. Sen de bu işten zevk almıyorsun, belki de alıştın sadece. Saray ne derse o. Saray der ki: 'Şair susturulmalı.'”
Ve sonra şair, sanki bir yıldız gibi daha da parladı:
"Ama şiir de bir cellattır, değil mi Kara Ali? Her beyit bir kementtir. Ben mısralarla boğdum paşaları. Sen kementle boğacaksın şimdi beni. Ne fark var aramızda? Senin ipinle adam ölür, benim kelamımla makam… Ama işte, seninki daha kesin sonuç verir.
Ve ben, Nef’i...
Sözümle nice baş eğdirdim, ama başımı eğmem. Eğmem; çünkü kelimelerim hala ayakta.
Sen beni boğacaksın, biliyorum. Ama sesim, o kementin daraldığı yerde bile yankılanacak."
Kara Ali derin bir nefes aldı. Ne yapmalıydı?
Bütün duygular çığ gibi üzerini kaplıyordu ve o soğuk bakışlar hala gözlerinin önündeydi.
“Kelimeler seni kurtaramaz, Nef’i... Yanılıyorsun…Sözlerimiz sonsuza kadar ulaşmaz. Yine de seni öldüreceğim.” dedi içinden…
Şair duymuş gibi gülümsedi, gözleri bir anda soğudu ve ses tonundaki ironi katmerleşti, son sözleri döküldü:
"Ey ay... Benimle gelen tüm beyitleri sakla. Bu gece ölen ben değilim, korkudur...
Bu kement, kelimeye değil, bedene geçecek. Ve yarın sabah...
Bir odunlukta öldürülen şairin adı, saray duvarlarında yankılanacak.
Zira kelamım…. Kementten de uzundur."
Kara Ali ruhunda bir sarsıntı hissetti.
Ama sonra, Nef’i’nin gözlerinde gördüğü korkuyu; kendisine o bakıştan uzanan can simidini fark etti. Şair, bir zamanlar güçlü olduğu her şeyin kaybolduğunu biliyordu. Nef’i farklı bir bedende, farklı bir hayatın ağırlığında yaşarken Kara Ali kendi hayatındaki her şeyi boğmaya, silmeye, öldürmeye devam ediyordu.
Bir an durdu.
Nef’i’nin gözlerindeki o ışıltıya bir parça daldı gözleri… Nef’i konuşurken Ali gözlerini kaçırdı.
“Bu kelimeler… Bu kadar hafif olmamalı. Ama neden omzumda kementten daha ağır duruyor?” diye içinden geçirdi.
Sonra, Kara Ali’nin içindeki taş duvarlar bir kez daha hızlıca örülmeye başladı:
“Sözlerinle bir yere varamazsın. Ne desen boş… Bir nefes daha al, ver… Ki son sözlerin mezarını kazsın. Kementte gevşeyen bedenin de beni asla korkutamayacak nasılsa...” dedi bakışlarıyla…
Kemendi Nef’i’nin boynuna geçirdi Ali; bir ucunu da Kör İhsan’a uzattı. Kara Ali işaret verdiğinde İhsan’a öğrettiği gibi var gücüyle asılacaktı kemende…
“Ustamın öğrettiği gibi… Boynuna geçir, boşluk bırakma. Ama ya bu adam... Ya bu adamın kelimeleri ipten uzun sürerse?” diye mırıldandı İhsan…
Kara Ali’nin gözlerinde neredeyse belirgin olan son bir şüphe, o karar noktasından da geçti. “Sonsuza kadar yalnızsın.” dedi içinden, ve Nef’i’nin boynuna ipi bir kez daha doladı.
İhsan’a işareti verdi.
İpi sıktıkça, her bir kasındaki, her bir damarındaki soğuk kanı hissetti. Ama bir yudum dahi vicdanı ondan bağışlanmamış bir nefes almadı.
Nef’i son nefesini verdi.
Gözlerinde parlayan o bakış, bir an için Kara Ali’nin ruhunda kaldı. Ama hemen sonra, Kara Ali’nin ruhu da taş gibi sertleşti, bir anda her şey hiç yokmuşcasına silindi. İnfaz bitince İhsan odunluğun köşesine çöktü:
“Annem yandığında sustum… Peki şimdi bu adam öldüğünde neden içim bağırıyor?” diye düşündü.
Kara Ali, cesedi sarayın odunluğundan aldı, çırağı İhsan ve iki adamla birlikte onu aşağıya, Sarayburnu’na doğru götürdüler.
Dışarıdaki hava soğuk, dalgalı ve karanlıktı. Sarayburnu’na gelindiğinde, görünmeyen bir ışık her şeyi yuttu. Kara Ali’nin içindeki soğuk his, bir kez daha vücuda dökülüp, Nef’i’nin bedenini denize bırakmaya hazırlanan ellerine yansıdı.
“Zira kelamım... Kementten de uzundur.” Nef’i’nin son sözleri yankılandı beyninde.
Kara Ali, o an içinden geçirdi:
“Ben kementtim… Ama o, ses oldu. Susturdukça büyüyen bir yankı…”
Deniz, soğuk ve kararmıştı. Kara Ali, cesedi suya bıraktığında deniz Nef’i’nin kalan son sıcaklığını da alırken, gözlerinden sadece boşluk kaldı geriye.
Şehirde her şeyi soğuk bir sesle geriye iten bir yalnızlık vardı. Sarayda, bir fermanın daha bitişiyle, sadece soğuk bir rüzgar ve dalgalar kaldı. Kara Ali, son bir kez arkadaşıymış gibi denize bakarak bir şey hissetti, ama bu his, o an hiçbir şeye dönüşmedi. Çünkü, Kara Ali bir cellattı, bir zamanlar insanlığına dair bir şeyler hisseden biri; şimdiyse yalnızca bir ferman okuyucusuydu.
Kara Ali ne kadar süredir odunluktaydı ne kadar süredir geçmişe dalmıştı; farkında bile değildi, sessizliği kapının gıcırtısı bozdu.
Ona tam da bu saatte sarayın odunluğunda talimat beklemesi buyrulmuştu. Gelen asker mühürlü zarfı uzattı; kendisini takip etmesini işaret etti. Askerin kendisine teslim ettiği infaz emrini açtı ve okumaya başladı yürürken…
“Şeyhülislam Abdürrahim Efendi’den alınan ‘Eğer iki sultan var ise birini öldürün.’ fetvası gereği Sultan İbrahim saltanata halel gelmesin deyu kanı çıkmadan tez boğula!”
Emir yeni sadrazam Sofu Mehmed Paşa’dandı.
Kara Ali, kağıda bakakaldı. Satırlar da mühür de gözlerinde eridi.
İçinden bir ses haykırdı:
“Sultan’dır o! Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir! Bu nasıl olur?”
İşin rengi belli olmuştu. İki hafta önce başlayan ihtilal, dün nihayetlendiğinde Osmanlı tahtında artık Sultan İbrahim'in oğlu Sultan Mehmed vardı. Sultan Mehmed başa geçince de ilk işi elbette ki rakibinden kurtulmak olmalıydı...
Sarayın pek gidilmeyen arka odalarına doğru götürüyordu asker, Ali’yi… Demir parmaklıklı pencereden dışarı baktı bir anlık Kara Ali… Gökyüzü İstanbul’un üstüne kapkara bir aba gibi çekilmişti. Güneş kendini göstermiyor, rüzgâr Ayasofya’nın minarelerinden iniltiyle geçiyordu. Lodos değil; yası andıran, içinde bir ağıt taşıyan sessiz, ağır bir rüzgar...
Haremde gözyaşı, taş duvarlarda yankılanan dua sesleri…
Birkaç dakika sonra sessizliği başka ayak sesleri de bozdu. Hemen ötedeki odanın kapısında beş altı asker daha vardı. Sadrazam ve yanındakiler de celladı bekler gözlerle sabırsızca hareket ediyorlardı. Herkes iş hemen görülsün telaşındaydı. Sultanın hapsedildiği odasının kapısı açıldı, Sofu Mehmed Paşa ve diğer vezirler dahil kapıdaki herkes içeri doluştu. Sultan İbrahim bu esnada kapatıldığı, pencereleri dahi olmayan loş odada üzerinde gülkurusu bir entari olduğu halde Kur’an-ı Kerim okuyordu.
Verilen hüküm kendisine okununca, “Beni bu kitaptaki hangi hükme göre öldürüyorsunuz?” diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı. Sanki herkes birinin bir şeyler yapıp tüm bu sessizliği yırtmasını bekliyordu.
İşte o beklenen kişi de Kara Ali’den başkası değildi. Sadrazam yeniçeri ağasına seslendi:
“Vakit gayrı tamamdır! Ne beklersiniz?”
Yeniçeri ağası da Ali’ye gözleriyle işaret etti:
“Bitir işi!”
Saray suskundu. Herkes biliyordu. Sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın mührü ağırdı.
Yeniçeriler hazırdı. Şeyhülislamın fetvası da susmuş vicdanların arkasında kalkan olmuştu.
Hiçbir infaz bu kadar uzun sürmemişti Ali’nin zihninde.
“Beni bu kitaptaki hangi hükme göre öldürüyorsunuz?”
Tekrar yankı buldu padişahın sesi kulaklarında…
O an…
Zaman durdu.
Kara Ali’nin içindeki duvarlar bir bir çatladı.
Taşlaşmış kalbine ilk defa gözyaşı yürüdü. Kaçmaya çalıştı.
Hayır! Yapamayacaktı…
Evet… Kara Ali kaçtı.
Ama önce vicdanından…
Yüzünde ilk kez korku değil, acı vardı. Ama yeniçeri ağası yolu kapadı.
“Emirdir!” dedi.
Ali’nin gözleri, bir çukur gibi karanlığa gömüldü. Ve o, karanlıkta yalnızdı.
Kementi aldı. Ama bu sefer kement onun değil, kaderin elindeydi.
Yaklaştı.
Sultan hâlâ Kur’ân okuyordu.
Ve sonra, Ali kementi geçirirken, Padişah’ın gözünden süzülen bir damla yaş Ali’nin eline düştü.
O yaş, Ali’yi tam kemikten vurdu.
Ama Ali geri dönemedi.
Çünkü artık bir emir değil, lanet taşıyordu.
Padişah, dizlerinin üstünde can verdi.
Bir gül kurudu, entaride...
Kur’ân bir köşeye düştü.
Saray sustu.
Şehir ağladı.
Vicdan sustu.
Ama Ali’nin ruhu bir daha susamadı.
Cellat Kara Ali’nin donuklaşmış gözleri gezindiği duvarda kendini ararken duvara Sultan tarafından kazınmış yazıya denk geldi.
“Ak elma kızıl elma tabağa dizili elma
Ah edersem kimse bilmez”
Bu dizeler aynı zamanda Ali’nin cellatlığının sonuna çakılmış bir yemin; kat’i bir mıh gibiydi artık…
Gülkurusu entarideki yaş, tarihin en soğuk kementinden daha çok iz bıraktı.
Rivayet odur ki o günden sonra Kara Ali’yi İstanbul’da gören, duyan, bilen olmadı. Eyüp Sultan Mezarlığı yanındaki cellat mezarlığında, bir servinin gölgesinde uzanır mezarı derler; başında yazısız bir metrelik uzun kara taşıyla…
Kuru otlar getiren rüzgarlar sorarmış şimdi hatrını bir; bir de çırağı Kör İhsan… Suskun…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz