ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 03-03-2023 16:55   Güncelleme : 04-03-2023 15:42

Göçük

Yazan: Hüseyin Uyar -GÖÇÜK

Göçük

GÖÇÜK

Kahredici bir kasvet çöktü, Batı Karadeniz’in bu sakin orman köyünün üzerine. Sabah güneşi parlıyor ama kimin umurunda. Öylesine karanlık ve kasvetli bir sabah ki, kadınlar deli gibi telaşlı. Çıldırtası bekleyişin kavurucu etkisi henüz alevlenmeye başladı. 
“Hangi bölgede, kimler aşağıda kalmış, bizim köyden kimse var mı?” İşte bu soruların cevabı henüz yok. Haber yeni geldi…

“Göçük olmuş!”
İçinde dört kişi olan eski bir otomobil, sabahın ayazını yararcasına hızla ve telaşla köyden, maden ocağına doğru hareket etti. İşte bu “ölüm haberi” telaşıydı ve bunu sadece madenciler anlayabilirdi.

Vardiyası olmayan diğer madenciler de, kurtarma çalışmalarına katılmak için köy meydanında toplandılar. Bu arada köyün tek minibüsünü kullanan genç şoför, hiç de aşina olmadığı sabahın bu saatinde madencileri alarak hareket etti. Yol boyunca birbirleriyle konuşmakta bile zorlanan madencilerin yüreklerindeki cehennem ateşinin kaynağını oluşturan soru “Acaba hangi bölgede, hangi vardiyada, kimlere denk geldi?” idi…

Aslında bu kara haber gelmeden biraz önce köy sakin bir sabaha uyanmıştı. Yadigâr dede genelde olduğu üzere, sabah namazını kıldıktan sonra kendisi gibi camiye gelen beş-altı yaşıtıyla beraber daha yeni avluya çıkmışlardı ki, kendilerine doğru gelen postacının motosiklet sesini duyunca çok şaşırdılar. Hem günlerden çarşamba değildi hem de bu kadar erken saatte ne işi olabilirdi? Zira postacı köye haftada sadece bir gün gelirdi. 

Postacı:
“Dedeler, ocakta göçük olmuş! Muhtar’a haber verin hazırlıklı olsun.” dedi ve motosikletini hızlıca diğer köyün yoluna doğru sürdü. 
Kendileri de emekli madenci olan Yadigâr dede ve arkadaşları postacının böyle bir haber getirdiğine ilk defa şahit oldular. “Hangi vardiyada? Hangi bölgede?” gibi birkaç soruya cevap almak istediler ama postacı çoktan uzaklaşmıştı. Belli ki, o da cevaplarını bilmediği sorularla vakit kaybetmek istemiyordu. Dedelerden bir tanesi muhtara komşuydu, “Ben haber veririm.” dedi.

Yadigâr dede ağır adımlarla evine doğru yürüdü. Oğlunun gece vardiyasında olduğunu biliyordu. Kahredici haberi karısına ve gelinine nasıl verecekti?   Yorgun kalbi sıkıştı. “Bir şey olmamıştır, biz neler gördük.” diyerek avunmaya çalıştı. Gerçekte, kendisi de birkaç defa göçükte kalmıştı. “Ah yavrum, keşke senin yerinde ben olsaydım. Sen bilemezsin ki şimdi nasıl kurtulacağını.” diye mırıldandı. İçinden öyle çok ağlamak isteği geldi ki, eve girmeden önce avlunun köşesine sindi ve seller gibi boşalan gözyaşıyla ağladı. Acaba ölüm meleği oğlunu almış mıydı? 

Bir an oğlunun cansız bedeni gözünün önüne geldi. Karanlık bir bulut çöktü üzerine…  Biraz sonra toparlandı. Henüz gelmemiş bir haber için kendini bu kadar bırakmamalıydı. Cebinden mendilini çıkardı ve gözyaşlarını iyice sildi. Mendilini özenle katlayarak tekrar cebine koydu. Diz üstü çömeldiği yerden doğruldu.

Kara bulutun ağırlığı yüreğini fena sıkıştırıyordu. Biraz sonra vereceği haber ile karısı ve gelini için de başlayacak olan kasvetli bekleyişin ızdırabını olabildiğince öteleyebilmek için çok yavaş adımlarla avlu kapısını açtı.

Biri eski ve diğeri yeni iki evin ortak girişi olan avlu kapısı, bugüne kadar böylesine ağır ve kasvetli bir el tarafından açılmamıştı. Ahşap kapının menteşeleri bu ağır melodiyi dillendiriyormuşçasına farklı bir tonda ses çıkardı. 

Avludan içeri giren Yadigâr dede bir an durdu, birinde gelininin diğerinde karısının olduğu iki eve baktı. Önce hangi yüreğe kor alev düşecekti? Birden geri dönüp yaşlanmış bedeninin elverdiği ölçüde koşarak uzaklaşmak istedi. Ancak bu düşünce yaşlı kalbini daha çok acıttı. Zaten biraz sonra köydeki herkes gibi, karısı ve gelini de kahredici haberi öğrenmiş olacaktı. Biraz daha yürüdü, gelininin kapısına geldi, zile bastı ve kader kendi sürecinde aktı…

Kocası gece vardiyasında olan Gerdan gelin, haberi sabah namazından dönen kayınpederinden öğrenmiş oldu. Kor bir ateş yüreğinin tam da ortasına oturup içini yakmaya başladı. Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemeden olduğu yerde dönüyor, elleri ve ayaklarının titremesine engel olamıyordu…

Kocası gece vardiyasındayken hep oğluyla beraber yatardı. Henüz üç yaşındaki oğlunu uyandırmadı. Diğer tarafta daha iki aylık olan bebeğini beşiğinden kaldırdı. Bebek ağlamaya başlayınca, önce emzirerek karnını doyurdu sonra da onu sırtına sardı ve hızla evden çıktı. Hemen yan evdeki kayınvalidesinin kapısını hızla çalmaya ve hatta yumruklamaya başladı. 
Kendisi kadar telaşlı ve biraz önce aldığı haberden dolayı neredeyse çökmüş yüzü ile kapıyı açan kayınvalidesi ile konuşamayacak kadar boğazı düğümlenmişti. 
Sadece “Ana ben köy meydanına gidiyorum, oğlan evde uyuyor.” diyebildi. 

Sırtına sardığı iki aylık bebeği ile koşarcasına ve telaşla köy meydanına doğru yürüdü. Kocasının göçükte kalma ihtimalinin kahredici duygusu yüreğini yakıyordu. Aklına o kadar çok şey geldi ki, belki de yaşamının en uzun yürüyüşünü yapmış oldu. Yolda, kendisi gibi telaşla koşturan başkalarına da rastladı.

Evlerinden koşarak gelenlerle meydan dolmaya başladı. Her gelen, haber alabilme umuduyla kalabalığın kaosuna dalıyor sonra da yeni bir şey olmadığını anlayıp biraz sakinleşerek mevcut uğultuya ortak oluyorlardı. En son yaşlılar da geldiler. Ayakta fazla duramayanların bazıları sedirlere bazıları yerlere oturdu. 

Emekli madenciler, etraftakileri teselli etmeye çalıştılar; “Merak etmeyin, biz çok göçük gördük. Allah’ın izni ile burunları bile kanamadan kurtulacaklar…” diye anlatıyorlardı. Bildiklerini fazlasıyla ve abartarak anlatmaya çalışmalarının tek amacı, kahredici duygularla yürekleri yanan topluluğa biraz olsun merhem olmaktı. 

Boğazına düğümlenmiş ağlama çığlıklarını bastırmaya çalışan kadınlar, kendi aralarında mırıldanan adamlar, uykudan yeni uyanmış ve ne olduğunu henüz kavrayamamış çocuklar, dua eden nineler ve olabileceklere karşı topluluğu hazırlamaya çalışan dedelerin olduğu meydanda kasvet dolu bir kaos hâkimdi.

Köydeki üç radyodan en büyüğü, meydandaki kahvehanede bulunuyordu. Kalabalık biraz sonra, saat başı okunacak ajans haberini bekledi. Öncelikle göçüğün hangi bölgede olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Zira onlar yakınlarının hangi bölgede çalıştığını iyi biliyordu. Nihayet saat başı geldi. Kahvehaneci radyonun sesini sonuna kadar açtı. Meydan, adeta nefesler tutulmuşçasına tamamen sessizleşti. Radyo spikeri ajans haberlerini okumaya başladı. Haberler bittiğinde, göçük ile alakalı bir şey söylenmemişti. 
“Daha çok erken, demek ki göçük haberi radyo merkezine ulaşmamış.” dedi kahvehane sahibi. 
“Araba öğleden sonra gelir, şimdi burada beklemenin bir faydası yok.” dedi köylülerden biri.

İlk şok dalgasının üzerinden biraz zaman geçti ama ağır kasvet hiç eksilmedi. Bütün buna rağmen köyde sabah işlerinin de yapılması gerekiyordu. Kadınlar evlerinin yolunu tuttular. Adamlardan bir kısmı eve doğru giderken bir kısmı da kahvehaneye yöneldi…
Gerdan gelin eve geldiğinde kayınvalidesi, hâlâ uyuyan torununun başında dua ediyordu. Gelinin geldiğini görünce elini yüzüne götürdü ve “âmin” diyerek duasını bitirdi. 
“Geldin mi kızım?”
“Geldim ana! “ 

Hava kurşun gibi ağırdı, kelimeler ağızdan çıkmıyordu. İkisi de, kendilerinde konuşacak derman bulamadılar. Birisinin kocası, diğerinin oğlu!  Acaba şimdi nerede? Ölüm meleği onu aldı ise yürekleri buna nasıl dayanacak?

Gerdan gelin, sırtına sardığı bebeğini özenle çözdü. Bebek annesinin sırtında uyumuştu. Öperek koklayarak uyandırdı sonra da emzirdi. Karnı doyan bebek tekrar uyudu ve annesi onu beşiğine yatırdı… 

Bu sırada, kayınvalide sessizce torununun başından kalkarak yavaş adımlarla kendi evine doğru yönlendi.
Gerdan gelin yatağın başına oturdu ve uyumakta olan oğlunu seyretmeye başladı. “Allah’ım, oğlumu babasız bırakma! O daha çok küçük.” diye dua etti. Eğildi ve oğlunun nefesini dinledi. “Seni madenci yapmayacağım.” dedi. “Belki berber olursun, belki inşaatçı olursun belki de okuyup büyük adam olursun ama asla madenci olmayacaksın.” diye çok kararlı şekilde konuştu. Biraz önce beşiğe yatırdığı bebeğine de “Seni asla madenciyle evlendirmeyeceğim.” dedi…

Oysaki kendisinin genç kızlık hayaliydi madenci bir kocası olması. Vardiyalarda onu bekleyecek, başka kadınlar gibi kocasının kömür karası olmuş elbiselerini çeşmede yıkayacaktı. Gündüz vardiyasından dönen kocasının kendisi için alacağı eşarbı özenle saklayıp düğünlerde takacaktı. Bebekleri için çarşıdan verdiği siparişin gelmesini heyecanla bekleyecekti. Bütün bu hayalleri kurarken “göçük” hiç aklına gelmemişti…Ve bu sabah, oğlunu madenci yapmamaya, kızını da madenci ile evlendirmemeye yemin etti… 

Vakit öğleye yaklaştığında, radyo artık “maden faciası” haberini vermeye başladı… Kurtarma çalışmalarının devam ettiğini henüz ölenlerin sayısının bilinmediğini söylüyordu. Göçüğün hangi bölgede olduğu belli olmuştu. Köylülerin bir bölümü de bu bölgede çalışıyordu. 

Öğle namazından sonra köylüler yine meydanda toplanmaya başladı. Sabah giden otomobilin dönüşü bekleniyordu. Bu arada, hem meydana hem de köye gelen yola hâkim tepenin üzerinde birkaç çocuk, gelecek otomobil gözlemek için görevlendirildi. 
Bir çocuk:
“Geliyorrrr !!!!” diye bağırarak tepeden aşağıya meydana doğru koşmaya başladı. Diğer çocuklar da peşinden koştular.

Köydeki okulun tek öğretmeni, topluluktan ayrılarak biraz önce çocukların gözcülük yaptığı tepeye doğru yönlendi. Orada bulduğu bir kayanın üzerine oturdu.  Bir tarafta köye doğru yaklaşan arabaya diğer tarafta kahredici bekleyiş içinde olan köylülere baktı. 
“Toplulukta kimlerin kaderinin değişeceği biraz sonra belli olacak.” diye düşündü… Ve öğretmen, hayatı boyunca unutamayacağı bir an yaşadığının farkındaydı.

Meydandaki kaosun çıldırtası hareketliliği iyice arttı. Otomobil kalabalığın içine girdi ve durdu. Hiç benzeri olmayan ve tarif edilemeyecek bir uğultu ile bütün kalabalık etrafını sardı. İçeridekiler indiler… Kısa bir süre sonra bir kadın, çığlık atarak kalabalıktan uzaklaştı. Birkaç kişi de onun peşinden koştular, yakalayıp sakinleştirmeye çalıştılar... Aynı anda bir adam “Olmazzz!” diye bağırdı ve o da başka bir yöne doğru koştu. Onun da peşinden birkaç kişi seğirtti…

Kadınlar, sabahtan beri böğürlerinde tuttuğu hıçkırıkları serbest bıraktılar. Delikanlılar, kime ve neye isyan ettiğini bilmeden etrafa savruldular. Nineler de ağladı, dedeler de ağladı. 

Üzerlerindeki şaşkınlığı atamayan çocuklar ne yapacaklarını bilemediler. 
Haber getirme görevlerini tamamlayan ilk gruptakiler evlerine doğru yöneldiler. Otomobil bu sefer muhtar, öğretmen ve imamla, iki madencinin cenazesini teslim almak üzere tekrar yola çıktı. 

Köyde kalanlar, kazanlara su doldurdular, ateş yakmak için odun toplayarak hazırlıklara başladılar. İkindi vakti camiden ve çevre köy camilerinden salâ sesleri duyuldu. Dokuz madencinin ismi özenle okundu. Beş köyden dokuz madenci…

Gerdan gelin, oğlunu kayınvalidesine bıraktı, bebeğini özenle sırtına sardı ve cenaze evine yardıma gitti. Kocası ve diğer madenciler daha dönmemişlerdi. 

Göçükteki bütün madenciler ‘ocaktan çıkmadan’ geri dönülmez, hiçbir madenci geride bırakılmazdı. Bu kalplere kazınmış bir kuraldı. Bunu çok iyi biliyor ve kocası için artık endişelenmiyordu… Belki bu sefer rahatlamıştı ama hâlâ çocukları için düşündüklerinden vazgeçmemişti. Ölüm her an kapıyı çalabilir korkusu ile ne kadar yaşanabilirdi. Hele ki, kendi oğlu büyüdüğünde madenci olur ise kalbi buna dayanmayabilirdi… Şimdi bütün bu düşüncelerini bir kenara bırakıp 'cenaze evine yardımcı olma zamanı.' diye içinden geçirdi.  

Gecenin ilerleyen vakitlerinde, önde otomobil, ardında cenaze arabası ve en arkada minibüs şeklindeki kafile köye giriş yaptı. Ellerinde, gaz lambası, el feneri, çıra olan köylüler tekrar meydanda toplandılar. Zaten bir kısmı hiç gitmemişti. 

Cenazeler, imam eşliğinde arabadan alınıp caminin içine kondu. Bu esnada karanlık geceyi kurşun gibi ağırlaştıran ağıtlar iyice arttı… 

Gecenin ilerleyen saatlerinde, gaz lambalarının aydınlattığı caminin içinde, sadece imam ve cenaze yakınları kaldı… Bu karanlık ve ağır gecede, sakin adımlarla yürümekte zorlanan yaşlı bir nine getirdiler. Cenazelerden biri onun torunuydu. Nine yaklaştı, torununun yüzünü açtılar. “Yavrummm!” dedi ve yanında getirdiği kınayı torununun alnına sürdü. İki eliyle yüzünü sevdi ve özenle örtüyü kapattı. Sonra diğer cenazeye yöneldi. İçerdekiler bunu beklemiyordu ama onun da yüzünü açtılar ve sessizce seyrettiler. Nine onun da alnına kına sürdü ve yüzünü sevdi. “Sen de benim yavrumsun.” dedi ve özenle yüzünü örttü… 

Nine ve beraberindekiler oturdular. Sabah olmak üzereydi. İmam sabah ezanına kadar cenazelerin başında Kur’an okudu, içeridekiler dinlediler…

Öğle namazından sonra, cenazeler defnedildi. Tam defin işlemi bitmiş, köylüler mezarlıktan dönüyorlardı ki, çok şiddetli yağmur başladı. Sanki gökyüzü yarıldı da oradan su boşalıyor gibiydi. Yaşlılar bile “Bu güne kadar böyle bir yağmur görmedik.” dediler. 
Köylüler “İşte bu rahmet.” dediler… 

***
(3 Mart 1992 Kozlu grizu patlamasında hayatını kaybeden 263 madenciye ithaf edilmiştir.)

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi