ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 20-11-2022 20:12   Güncelleme : 20-11-2022 20:19

Gecede Bir An

Yazan: Sevda Akyol Baştımar -GECEDE BİR AN

Gecede Bir An

GECEDE BİR AN  
Yaşam varılacak yer değil, yolculuktur. 
(Ralph Waldo Emerson)    

Akşam olmak üzereydi. Havada yoğun bir kar kokusu vardı. Bir açıp bir kapanan gökyüzü, kar tanelerini yapraklarını dökmüş ulu ağaçların üzerlerine ince ince bırakırken göz kırpıyordu sanki. Yaşlı bakım yurdunda bu hafta, son gece nöbetimdi. Perihan Hemşire'nin dört gece nöbeti daha vardı. Hemşire odasında kısa bir görüş alışverişinde bulunduktan sonra iş bölümü yaptık.       

Bu aralar dört katlı yaşlılar yurdu insan dolu. Sayılar ürkütücü. Yaprak dökümü gibi aramızdan ayrılanların yerine, bir çırpıda hemen yenisi geliyor. "Olsun, nasılsa gece uzun," diyerek gülüşüp birbirimizi avuttuğumuz çok zamanlarımız olmuştur bizim Perihan Hemşire'yle.     

Ah, hiç kimseler bilmez, bu kaygılı gülüşlerimizin ardında ne büyük acılar biriktirdiğimizi!..      

Görevli nöbetçilerin gece boyunca her odaya düzenli olarak en az üç tur yapma zorunluluğu olmasına karşın, bu konuda karar verme yetkisi, tamamen o gün çalışan sağlık elemanlarının duyuncuna kalmış bir durumdur. Bu duyguyu duyumsadığınız tek yer; dilsiz, sağır, kör olan şu soğuk odalar, bir de bağrınızın sol yanında yeşerttiğiniz acıma duygularınızdır.      

Saatler gece yarısını gösteriyordu. Yavaşça ayağa kalktım. Gecenin sessizliğinde iç sesimi dinlerken, yüreğime derin bir soluk çektim. Erinç içindeyim.  

İşimi diyorum, ben işimi çok seviyorum, her türlü zorluğuna karşın...      

Geceleri geçenekte (koridorda) koştururken, mırıldandığım şarkının yankısını duymak hoşuma gidiyor. Dilime her seferinde aynı şarkının tekrarı takılıyor.        

Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz…   

Geçeneğin hemen sol kanadındaki otuz beş numaralı odanın kapısına sessizce anahtarı sokup içeri girdim. Yatağında uyuyordu Elena. Eprimiş kırmızı pazen geceliği dizlerine kadar sıyrılmıştı. Üstünü örtüp tam dışarı çıkacaktım ki 'susadım' diye seslendi ardımdan yarı uykulu yarı uyanık bir ses tonuyla. Geriye adım attım. Tutmaya çalıştığı, komodinin üzerindeki bardağı dudaklarına kadar kaldırarak içmesine yardımcı oldum. Suyu son damlasına kadar kana kana içen Elena, arkasını dönüp sessizce uykuya daldı.      

Birkaç odaya daha girip hastalara baktıktan sonra, çalan telefonun sesiyle irkildim. Oysa arayanın Veli olduğunu kesinlikle biliyordum. Veli, kurulmuş bir saat gibi düşer gecenin demine. Bunu alışkanlık edinmiş. Her gece bu saatlerde uyuyamadığını söyler, sıcak bir papatya çayı ister kendinden emin bir biçimde. Çay bahanesi. Konuşmak istiyor, bilirim.      

Üzerimdeki hırkayı çıkarıp sandalyenin üzerine bıraktım. İçerisi ya çok sıcak, ya da bana öyle geliyor. Ter içindeyim. Derinden gelen bir çığlıkla irkildim. Kulak kabartıp nereden geldiğini anlamaya çalışırken sesin kesildiğini duyumsayınca, hızlı adımlarla ocağa doğru ilerledim.           

Gecenin sessizliğinde, çaydanlığın ıslık çalan sesi yankılanıyordu. Çaydanlığı yavaşça kenara çekip, çayı hazırladım. İçine biraz da bal ekledim.      

O ses... 
Belli belirsiz bir ses. 
Bir uğultu gibi, derinden geliyordu.  
Çay bardağını masanın üzerine bırakıp sesin geldiği yöne yürüdüm. Kırk bir numaralı kapının önünde duraksadım. İniltinin bu odadan geldiğini artık anladım. Anahtarı hızlıca sokup kapıyı açtım. Gördüklerim karşısında korkuya kapılıp olduğum yerde bir müddet öylece kalakaldım.     

Leon, yatağından yere yüzükoyun düşmüş, kafasından akan kanlarla kahverengi halı kana bürünmüştü. Ortalık kan kokuyordu.      

Telefona sarılıp, Perihan Hemşire'den acilen cankurtaran çağırması için destek istedim.      

İnliyordu Leon. Alnında derin bir yara vardı; kanıyor, kanıyor, kanıyordu. Yaraya dikiş atılmalıydı. Leon, beni görünce derin bir oh çekti. Yere uzanıp sarıldım ona dikkatlice. Leon'un yanaklarına o an gözyaşı, benimse yüreğime kan düştü. Kendimi toparladım. İlaç kutusundan aldığım gazlı bezi, Leon'un alnına koyarak doktorlar gelene kadar iki parmağımla baskı uygulayıp daha fazla kanamaması için var gücümle çabaladım.       

Saat çok hızlı ilerliyordu bu gece. Bir bardak su içip üçüncü kata çıktım. Elli beş numaralı odada yatan Serra yaşamın son döneminde, * terminal dönemde* olan bir hastaydı. "Öncelik onda" dedim, kendi kendime. İç sesimin beni yanıltmayacağına güveniyordum.      

Solgun yüzüyle, gözlerini tavana dikmiş öylece bakıyordu. Dokundum ona. Bakışlarını bana çevirip yüzüme baktı. Yaşamla ölüm arasındaki yolda gidip geliyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Bilincinin yerinde olduğunu o an anladım. Dudakları kurumuştu. Ağzına püskürteç aygıtıyla biraz su verdim. Kuruyan diline biraz da tereyağı sürdüm. Tereyağı ne kadar soğuk olursa o kadar iyi, çünkü dili rahatlıyor. Bunu çok iyi bilirim. Şimdi duyumsadım ki ben bu odadan belirli bir süre çıkamayacağım.     

Serra, son soluğunu vermek üzereydi. Boğazından belirli aralıklarla hırıltılar geliyordu. İçimi buruk bir mutluluk sardı. Yetişmiştim. İlk iş olarak ışıklığı hafifçe aralayıp içeriye temiz havanın girmesini sağladım.      

Serra'nın soğumak üzere olan ellerini büyük bir dinginlikle iki elimin arasına aldım. Bu çok önemlidir. Çünkü yaşamdan kopmak üzere olan bir insan, bu son anlarında birilerine tutunmak ve bir başka insanın bedensel yakınlığını algılamak ister. Kendini güvende duyumsar böylelikle. Deneyimlerimle her benzer olayda bunu gözlemlemişimdir.     

Yalnız değilsin,  yanındayım dedim, en sakin duruşumla.     

Serra birkaç kez soluk aldı. Sonra birden yüzündeki kaslar gevşedi, yüzü düştü istemsizce. İşte tam da o an, yaşamdan sessizce koptu. Yitirdi anlamını 'zaman' denen kavram. Her şey o kadar çabuk olup bitti ki...   

Birkaç dakika bekledim. Sonra iki elini göğüs kafesinde buluşturup hafif aralık kalan sağ göz kapağını kapatarak, terden yüzüne yapışan saçlarını arkaya topladım. Bataryalı mumu yakıp komodinin üzerine bıraktım. Yatağının yanı başındaki tahta sandalyede biraz oturdum. Kendime gelmeyi bekledim. Yaşamı irdeledim iyiden iyiye. Sahi neydi yaşam? Ya bunca savaşım, didinme, bunca doyumsuzluk?      

Masanın üzerindeki beyaz cam vazonun içinde bulunan iki pembe gülü, Serra'nın göğüs kafesinde buluşturduğum ellerinin arasına sıkıştırdım. Sonra Serra'nın cansız gövdesine sarılarak son dokunuşumu yaptım. Serra'yı son yolculuğuna uğurlarken yüreğimden bir şeylerin koptuğunu duyumsadım. Bir müddet odanın beyaz kapısına yaslandım. Şimdi artık ben, duvara düşen gölgemle bir başına ve sessiz ağlayışlardaydım.      

Yaşam bir sınav sahnesiydi. Bunu çoktan öğrenmiştim.       

Gecenin tüm zorluklarını arkada bırakan gün ağarmak üzereydi. Eve gitme zamanı gelmiş geçiyordu. Dışarıda lapa lapa kar yağarken kasabamın üzerine, yollarına beyazın saflığı düşmüştü; acısıyla tatlısıyla.    

Kimbilir, kimbilir belki de ümidi dem tutup ümidi solumak anıydı şimdi, sabahın bu ilk ışıklarında.      

Arabama doğru ilerlerken yine bir cankurtaran yaklaştı yurdun giriş kapısına.  
Ta tü ta ta...  
Bir dilek tuttum. 
Yarın, umudun yollarına binbir renkli halkalar dizeceğim. 

***
Dipçe: 
* Terminal dönem, hastanın yaşamdaki son evresine verilen addır. Terminal dönem, ölümle sonuçlanan hastalıklara yakalanmış bireylerde yaşamlarının son kısmı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi