ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 05-06-2023 15:38

Dünden Sonra Yarından Önce / Şenay Şentürk

Yazan:Şenay Şentürk -DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE

Dünden Sonra Yarından Önce / Şenay Şentürk

DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE

Biz ki vasat kentlerinizin tutulmayan yasıyız. Sayılarımız birer birer değil, biner biner artarken uçsuz bucaksız gibi görünen dev beton yığınlarının arasında kalmış, küçüldükçe küçülmüş dolambaçlı yollarınızın kaldırımında biten dik başlı otların kökündeyiz. Bize sunulmuş, sunulmamış her şeyin toplamıyız biz. Çok eskiden çağlar öncesinden, uzun sırıklı otların hükmünün geçtiği, dev ormanların amazonunda altın bir çağdan yontula yontula sürülmüşüz lanetlendiğimiz topraklara.

Kilidi paslanmış delikte anahtarı çevirmek için var gücümle abanıyorum. Küfler tıkıştıkları deliklerden çatırdayarak dökülürken bir de omuz atıyorum. Filmlerdeki gibi olmuyor, etsiz omzumdan katurt diye bir ses geliyor. Ahşap kapıya sol yanımı bıraktım sanıyorum. Artık anahtarı hiç oynatamıyorum, ne ileri ne geri. “Aferim sana, bir kapıyı bile açmayı beceremiyorsun.” “Belki biraz daha uğraşırsam kırmadan çıkarabilirim, çilingir falan çağırırım. Kaç yıldır açılmadı bu kapı, kilidin bozulmuş olması normal değil mi?” Dudağını sağ yana kıvırıyor, gözlerini zemine devirerek. Yüzüme bakarsa, çiğ yumurtayı püskürtmem gibi çocukken dökecek ne var ne yok ortalığa. Onun elleri yok tabi, hadi gel bir de sen dene sıkıyorsa, sen aç diyemeyeceğimi biliyor. Derin bir of çekip kapının önünde pinekliyorum. Narin bedenimin bittiği yerde trabzanlar başlıyor. Değil bir kişi yarım kişi bile sığamaz buraya.
Babaannemin diretmesiyle alınmış bu daire Samatya’da. Dedem hep söylenirdi. Tıktın beni bu fare deliğine diye, haklıydı adam. Eve girene kadar çıktığım daracık merdiven, kavlü beladan kalmış taşlarla döşenmiş. Döne döne çıkarken “buraya daha önce hiç çıkan olmadı” dese biri, inanırdınız.

Aniden ensemde boğuk, hırıltılı bir nefesle irkiliyorum. “Geleceğinizi söyleseydiniz karşılardım.” Boş gözlerle yüzünü taradığımı, sarı bıyıklarının üst dudağının neredeyse tamamını kapladığına hayret ederek bakışımı, kısık gözlerini kim bilir hangi devşirme anımın içinde sıkıştırıp ona taşıyamadığımı anlayınca “Refik ben” deyiveriyor. Ancak o zaman bu mağrur yetişkin ismin bir çocuğun çelimsiz bedeninde ne denli ağırlık yapabileceğine dair varsayımlarımı dedeme anlattığım ana ışınlanıyorum. “Dedesinin adıymış kızım, ne güzel isim, Refik’in yanında bahsetme bunlardan” diyerek gözlerinde her zaman görmeye alışık olduğum şefkatin o an nasıl derinleştiğini görünce, bu konuyu bir daha açmıyorum. 

Ağırlığından haşat olduğum kol çantamı yeniden omzuma kaydırırken “Arif amca nasıl?” diye soruyorum. “Babam sizlere ömür Selda Hanım.” “Çok üzüldüm Refik. Bana hanım demesen mi?” diyerek ortalığı yumuşatmaya çalışıyorum. “Ya ne diyecek kapıcının oğlu sana? Amerikalarda boşuna okuttuk seni. Nato kafa nato mermer.” Ters bir bakış atıyorum anneme. “Refik, içerde sohbete devam edelim demek isterdim ama kapı açılmıyor gördüğün gibi.” Kırılmak üzere yamulttuğum anahtarı deliğe sokmasıyla kapı açılıveriyor.

Kapının açılmasıyla geniz yakan küf kokusu burnumuza hücum ediyor. 
“Babam hayattayken arada gelip havalandırırdı ya burayı, ben onun kadar iyi bir kapıcı olamadım.” Şaşkınlığımı ortaya sermekte usta olduğum için açıklıma gereği duyuyor. “Ortaokuldan sonra bıraktım okulu.” “Kapıcının oğlu kapıcı olur.” Aynı anda dökülüyor sözcükler, bir Refik’e, bir anneme bakıyorum. Annemin alaycı bakışlarına dayanamayıp yeniden Refik’e dönüyorum. “Neyse ben gideyim, bir şeye ihtiyacın olursa.” “Söylerim Refik.”

Tozlu örtüleri birer birer çekiyorum kanepelerin üzerinden, birikmiş tozlu sözcükler sıkıştırıldıkları yerden birer birer kurtuluyorlar. Babaannemin tombul bacaklarını birleştirerek, eteklerini altına sıkıştırırken “Kız kısmı böyle oturur, bacaklarını açmaz.” deyişini duyuyorum. “Doğru söylüyor ama eksik” diye araya giriyor annem. Zihnimi okuması beni çıldırtıyor. “Kapıcının oğluyla arkadaş olunur mu? A benim salak kızım” diye ekliyor. “Anne ben artık on yaşında değilim.”

Bu çok bilmişlerden kendimi kurtarıp mutfağa geçiyorum. Cebimden paket kahvemi çıkarıp, su ısıtacak bir şeyler arıyorum. Pembe bakır cezveye uzanırken parmaklarımın kasılmasına mani olamadığımı fark ediyorum. Her şey tastamam yerli yerinde bu evde, içinde bir zamanlar var olmuşlar dışında.

Su ısınırken dünden beri elime almadığım telefonuma uzanıyorum. Ev arkadaşımdan gelen mesajları ard arda okuyorum, parmaklarım kasıldıkları yerden titremeye başlıyor. “İş yerine gitmiş, bağırmış çağırmış, evi de talan etti, tehtidler savurdu. Polise git, bekleme sakın.” diyor. Soner’in mesajları ise kısa ve net. “Nereye kaçarsan kaç, seni bulacağım.”

Aniden acıyla bir tren geçiyor duraktan, durmuyor duramıyor. Yolcuları çok önceden belirlendiği için yoluna devam ediyor. Evin camları korkuyla zangırdıyor. Korku bana uzak bir mesafede değil artık. Beynimde kapladığı yeri beğenmeyip tüm uzuvlarımı ele geçiriyor.

Annem dehşetle açılmış su yeşili gözleriyle bana bakıyor şimdi. Bir tek cümle ya da hiç olmazsa tek bir kelime bekliyorum, şiddeti azaltılmış bir hakaret de olur, ben sana demiştimli. Su fokurdayarak dökülüyor ocağa, kurtarmak için cezveye uzanıyorum. Paslı demirin sıcaklığı elimi közlüyor, acıyla fırlatıyorum tezgâha. Alevlenen elimle telefonu kapatıyorum, bir daha açmamak üzere.

Yaşadığım her bir an içinden geçemediğim bir iğne deliği sanki. Salonun dikdörtgeninde bir oraya bir buraya yürüyorum. Pencereye yaklaşmaktan alamıyorum kendimi. Araladığım tülden dışarı bakıyorum. Ezilmiş gibi duran günün yanık ışığında gördüğüm yabancı bir yüz içimi nefretle dolduruyor.

Kendimle tıkıldığım, yıllardır içeride tek bir insan nefesi duyulmamış bu evde ben de git gide eskiyip pörsüyorum. Sonra Soner’i düşünüyorum, en son çıktığımız tatilimizi. Dünyanın en güzel şehirlerinden birinde yürüyüşümüzü kilometrelerce.

Annemin dinmiş öfkesi kabuklarını kırmış, altından çıkan yeşilimsi, henüz olgunlaşmamış bir şefkatle beni izliyor. Olmayan ayaklarıyla süzülerek fır dönüyor çevremde. “Beni burada kimse bulamaz. Dedem gittiğinden beri buraya sen bile uğramadın anne.” diyorum.

Acele kahveye benzer bir şey yapıp balkona çıkıyorum. İlk acı boğazımdan kayarken Şule’yi düşünüyorum. Sırtımdan sert bir darbeyle sert zemine çakılıp, parçalanan iliklerimden akan kanın betonda harelenişini. Az önce gördüğüm yabancının ayaklarına doğru serpilen kanımdan tiksinip, arkasına bakmadan siyah kabanını havalandırarak hızla uzaklaşırken bir kulağım yerde yüzlerce parçaya ayrılmış canımın atan tek uzvuyla adımlarını dinlediğimi tahayyül ediyorum.

Bir gözün bir gözü görmediği, kum fırtınasının yalnızlık çölünde, bir tabut indiriliyor yerin yedi kat dibine. Üzerinde değişen titreşen imgeler, yedi ayrı kilit yedi kere çevriliyor zıt yönlere. Çığlıkları çivilenmiş ellerinin, kanlı dökülen çırpınışı bacak arasından pıhtılaşmış plesantalı sıvının. Şeffaf bir cinayet adamın zifiri karanlık yüzünde binlerce kum tanesine dökülüyor. Ölebilmek için yedi ayrı kapıdan geçilir derler eski Mısır’da.

Kapı çalıyor. Zil sesi kalbimi hınçla sıkıyor. Üzerime dikilmiş tam oturan korkumla, yırtılan deriden fırlamış kemik gibi kıpırtısız duruyorum kapının önünde. Ses susuyor, sıcak bir tehtid binlerce hücreli ahşapta tıkırdamaya başlıyor. “Selda Hanım, orda mısınız? Yağmura karışır gibi bir başlayıp bir kesilen sesin tekrarlarını dinliyorum. Refik’i karşımda öyle ürkek, öyle masum görünce boynuna sarılıyorum. Ne yapacağını bilemez elleri omuzlarımda karar kılıyor. “Yiyecek bir şeyler getirdim diyor. Masaya bırakırken on yaşındaki Refik oluyor. “Annenin ölümünü çok sonra işittim.”  diyor. Gözleri ışıltılı bir bulanıklıkla nemleniyor. “Beş yıl oldu” diyorum ve ben dünden sonra, yarından önce kendimi anneme ilk kez bu kadar yakın hissediyorum.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi