ÇAYCI HAMDİ'DEN TAVŞAN KANI HİKÂYELER /3
Gece vakti karnı acıkanlar, gündüzleyin yemek yiyip rehaveti çökenler, pek muhterem çaysevenler, çay yanına muhabbet kıtlayanlar, karda top oynayıp yağmurda ip atlayanlar, sizlere cenazeyi basıp helallik vermeyen o üç çalgıcının nasıl madrabaz ne batakhane baykuşu olduklarını, musikî perdesi ardında üç kağıtçılıkla zengin beylerin ceplerini nasıl boşalttıklarını sırasıyla anlatacağım. Acele işe şeytan karışır. Çok lâf yalansız çok mal haramsız olmaz.
Mezarlıktaki karanfilsiz merhum, bu üç çalgıcıyı duyamadı ama Jandarma Komutanı'yla Kaymakam Bey yerinde kıpırdanıverdi. Onlar da tanırmış bu üç kişiyi gece alemlerinden. Belediye Reisi'nin korumaları, çalgıcıları tutup yaka paça götürdüler.
Nereye götürüp nereye attılar bilinmez. Kısmet, bakakaldıysa da hiçbir şey anlamadı. Belediye Reisi'yle yanyana duruyordu. Üzerinde bir takım elbiseyle kaşmir palto, ayağında rugan ayakkabılar, Kısmet'in yanında Düriye Kalfa vardı. Kabristanda bastıran yağmur, taziyelerin kısa tutulmasını sağladı, yağmur hızlandıkça çil yavrusu gibi dağıldı kalabalık.
Kısmet ne eline kürek aldı ne bir avuç toprak attı. Yağmur altında sevabına toprağını ben attım Hilmi Bey' in. Yağmur boşandıkça mezarda öyle bir su birikti ki cıvımış toprak diğer kabirlerin üstüne üstüne aktı, yayıldı.
Çukurdaki tahtalar suyla yukarı kalktı. Gözlerimiz faltaşı gibi açıldı. "Ölünecek günü mü bulmuş?" dedi, aramızda iki kişi. Sonunda çare bulamayıp etraftan bulduğumuz taşları mezarın içine dizip iyice bastırdık.
Mezarın kapanmayışı, musalla başında merhumdan alacaklarını isteyen üç kişiyle Kısmet' in gamsızlığı kulaktan kulağa yayıldı ertesi gün. "Koskoca Hilmi Bey borcunu ödememiş, işte böyle adamın cenazesini basarlar, efendilik beylik bırakmazlar vallahi!" dediler. "Öz evladını üvey yerine koyan dua beklemesin." dediler. "Hilmi Bey' i toprak kabul etmemiş yahu!.." dediler.
Sakız gibi çevirip balon gibi patlattılar lafları.
Elâlemin ağzı torba değil ki büzesin. Bire bin katıp söylerler yetmezse türküsünü uydurup söylerler.
Çalgıyla meşk eden üç âdemin nerede neyle iştigâl ettiklerini onlar anlattılar, ben dinledim. Ben söyleyeyim siz dinleyin,
"Bir varmış bir yokmuş, in mi imişler cin mi imişler, nereden gelmişler, kimmişler kimse bilmezmiş. Yıllar yıllar önce ilçede peydahlanıvermiş üç çalgıcı. Büyükçe bir köşkü tutup yerleşmişler. Sırmalı perdeler altın yaldızlı halılar sermişler. İnci mercandan avizeler asmışlar ki geceleri köşkün ışıltıları çok uzaklardan bile görülürmüş, dünyanın hiç duyulmamış ezgileri duyulurmuş. Gel zaman git zaman köşkü merak edenler sinsi sinsi yaklaşmış, bahçe duvarlarından atlamışlar. Gece vakitleri köşkü gözlemeye başlamışlar.
Işıklı köşkün atlas minderlerinde genişçe sedirlerinde bir ûdi otururmuş, efkârlı şarkıları severmiş, her şarkısında tellerin arasından uzunca boylu ceylan gözlü ağlamaklı gencecik kızlar çıkıverirmiş. Bu utangaç kızlar ellerinde kadehlerle ibriklerle salkım salkım meyvelerle hizmete koşarlarmış bütün gece. Bu udinin gözleri kör imiş gözlerinin akı pırıl pırıl ışıldarmış çil çil altın olurmuş sonunda. Yanında dümbelekçiyle klarinetçi otururmuş. Bunların gözleri ise fırıl fırılmiş birininki yakutmuş diğerininki topaz.
Oynak şarkıları açık saçık türküleri icrada pek de mahirmişler. Şarkıları coştukça dümbeleğin klarnetin dibinden başka huri kızlar sırayla çıkar rengarenk elbiseleriyle salınır, simli pullu gerdan kırar göbek hoplatırlarmış.
Saçlarını savururlar döndükçe baş döndürürler yerlerde yılan gibi kıvrılırlarmış. Belleri ince tenleri billur gibiymiş. Gizlice gözetleyenler çalgıların içinden çıkan kızları gördüklerine inanmamış da bayılıp düşmüşler pencere pervazlarından.
Dansla bakışla gülüşle öyle can almış ki rakkaseler, onları görenler ışıklı köşkün bahçesinden ayrılamaz olmuşlar. Bu huri kızlar dilsizmiş. Tek kelime ettiklerini gören duyan olmamış. Müzik sustuğunda onlar gecenin bittiğini anlar çalgıların içine doğru uçuşurlar ortadan kayboluverirlermiş.
İşte o vakit köşkün duvarlarından bir ejderha çıkarmış gökyüzüne kanat çırparmış. Başı balık pulundanmış gümüştenmiş telekleri, kahkahası alevdenmiş. Semâda süzülürmüş dolunayda.
Minarelerde sabah ezanı okunurken köşkün bahçesine döner, gerermiş kanatlarını. Rivayet bu ya ezan biter bitmez ejderhanın kanatları telekleri tek tek küçülür omurgasına doğru çekilirmiş. Sivri dişli ağzı daralırmış rengi değişirmiş bir o yana bir bu yana sarsılırmış yere düşermiş.
Düştüğü yerden de ay yüzlü, zebella bir adam olarak kalkar boynunda asılı duran anahtarla kapıyı açar köşke girermiş. Çalgıcıların beybabası olan Dev Hamza'nın hikayesi budur.
Derler ki Dev Hamza vaktiyle Havas ilmiyle iştigal edermiş inlerle cinlerle konuşur, halktan kopuk yaşarmış. Günün birinde bir dişi cin Hamza' ya musallat olmuş yanında başka dişi cinlerle Hamza' nın evini istilâ etmiş allem etmiş kallem etmiş Hamza'yı kimseye yar etmemiş kısmetini bağlamış, "Sana gaybın kapısını açacağım." diyerek, kandırmış. Sonra da demiş ki, "Hamza ben yarı insan yarı cinim, seninle yaşayıp seninle ölmek isterim, ben senin için ölümsüzlüğümden vazgeçerim, ne olur etten kemikten bir kadına dönüştür beni." Hamza bilirmiş bunun büyük vebal olduğunu, "Gaybın kapısını aç bana demiş uçup alacağım senin muradını."
Dişi cinin doğduğu gezegenden üç kişiyi öldürmesi gerekmiş Hamza' nın. Onların boynundan birer anahtar almış bu anahtarlar ateştenmiş. İşte o gece Dev Hamza geceleri alev gibi yanan bir ejdere dönüşür semaya uçmak zorunda kalırmış. Dişi cin insan olmuş olmasına...
Bir kız, üç oğlan doğurduktan sonra cinler alemine çağrılmış. Hamza aşkıyla yandığı dişi cini geri getirmek için öyle uğraşmış ki imanını da ilmini de kaybetmiş bu uğurda. Üç oğlunu yanına katmış şehir şehir gezer küpünü doldurur servetine servet katar olmuş Dev Hamza.
Hamza 'yla oğullarının doymak bilmeyen altın arzusu evdeki eşyaların görünmeyen gizli kısımlarının merdiven boşluklarının tavan aralarının hatta gömme dolapların tepeleme altınla dolmasına neden olurmuş. Fakat bu altınlar onlara da yâr olmazmış. Aydan aya eve gelen ejderler tonlarca altını yüklenip giderlermiş. Bu timsah başlı ejderler dişi cinin gezegeninde altın eritip simya yapanlarmış.
Zamanda başka boyutlarını kapısını aralamak galaksilerin ve tüm gökyüzünün hakimi olmak için gökteki kara deliklere erimiş altın suyuyla tanrı parçacığı akıtırlar birer kral yolu açarlar bu altın patikaları karınca yuvaları gibi birbirine bağlarlarmış.
Vardıkları her diyarda oranın halkını esir alırlarmış. Erkekleri yok ederler dişileri kendilerine ayrılırlar daha fazla üreyerek melez ejderleri ordularına katarlarmış. Dev Hamza'nın aşık olduğu dişi cin de meğer bu Reptil Ejderlerin esiriymiş.
Kaçmaya çalışan köle cinin cezası belliymiş. Bir kara delik çukuruna atılmak ve dönüp ordan haber getirmek. Dev Hamza'nın gönül yarası dişi cin, ışık yılları boyunca gönderildiği çukurdan geri dönmemiş. Reptil ejderler habercinin geri dönmesini beklemişler beklemişler, bakmışlar ki dişi cinin döneceği yok. Sonunda altın bir patika açmaya karar vermişler. Dev Hamza'ya gelip altın istemişler, "Vermezsen oğullarını da alırız." demişler.
Udînin gözlerini kör etmişler o gün. Hamza diz çökmüş yalvarmış, "Aman!" dilemiş. "Oğullarımı almayın ne istiyorsanız bulur buluştururum." demiş. Dişi cinim nerededir diye sual etmiş gözlerinden kan damlamış.
Reptillere göre dişi cinin gidip de dönmediği diyar sâfi altından bir gezegenmiş. Oraya ayak basan da anında altına dönüşüp donarmış. Günden güne büyüyen bir gezegenmiş gelmiş geçmiş tüm zaman boyutlarının tüm kayıtları orada gizliymiş. Evrenin kara kutusu diyorlarmış Zünetra gezegenine.