ÇAYCI HAMDİ'DEN TAVŞAN KANI HİKÂYELER/2
Kısmet, biçerdövere binerdi, ilçenin tozlu yolları zıngırdardı ağır ağır. Taştan bahçe duvarları, çer çöp didikleyen kümes kuşları, asfaltı yer yer çökmüş patikalar, boyasız evler, kapı eşikleri , sanki hayatın sonbaharında top oynayan çocukların umuduna ortak çıkmak isteyen yaşlılar. Hepsine dikkat kesilirdi
Kısmet. Ona el eden olursa o da el sallardı, "nereyee?" diye seslenen çıksa kimin buğdaylarını biçeceğini hemen söyleyiverirdi.
Yollara dökülürdü biçerdöverden sarı buğday sapları. Peşinden koşuşan çocuklar yerlerden başakları toplar sevinip gülüşürlerdi.
Kısmet hiç gülmüş müydü bilmiyorum. Onu gülerken görmüşlüğüm yoktur. Onun yüzünde bir kıpırtı bir değişim bulunmazdı hiçbir zaman. Biraz da bu hali ürkütürdü insanları. Sapsarı kaşlarının altından dimdik bakardı dünyaya.
Babasının nezdinde diğer şoförlerden bir ayrıcalığı yoktu. Söz hakkı yoktu. Babasının sofrasına oturamazdı, emir kuluydu, ırgatlar gibi eskiler giyerdi üstü başı dökülürdü. Binaenaleyh bütün arsalar, evler, tarlalar, biçerdöverler ona kalacaktı babasının ölümünden sonra. Hayattan yüzü gülmemişse de maldan mülkten yana sırtı yere gelmeyecekti Kısmet'in. Nitekim öyle de oldu.
Ambarlar depolar, başaklardan ayrılmış buğday tepecikleriyle doluydu. Günler geçiyordu Kısmet patikalardan geçip gidiyordu. Üzerinde ambarların baygın tozlu kokuları vardı. Sonbaharın kızıl yapraklarını yutmuştu toprak, balçıktan bir tütsü gibi havaya karışıyordu. Sis olup yayılıyordu rüzgâr, bulut gibi iniyordu gökten boşanan su. Kâh kırbaç misâli şaklıyordu pencerelerde, kâh pıtırdayıp okşuyordu evlerin ince damlarını. O bitmeyen yağmurlarda sığınacak yer bulamayan kedi encekleri boğulup gitmişlerdi düştükleri su birikintilerinde.
Okula giden yumurcaklar sulara gömülüyorlar ağlaşıyorlardı, otomobiller sel gibi suyun içinde gondol sefası yapıyorlardı neredeyse... Bir gece vakti kıraathanede nargilesini içen Hilmi Efendi vaktin epey ilerlediğini fark edince paltosunu omzuna alıp çıkmış.
Otomobiline binmiş evin avlusuna kadar gelmiş. Kısmet korna sesini duyup kapıyı aralamış, akabinde Hilmi Efendi arabayı garaja park etmiş ordan eve çıkmış. Yemek istemiş, Düriye Kalfa götürünce yiyip uyumuş. Lâkin sabah odasından çıkmamış. Öğle olmuş yine çıkmamış akşam olunca meraktan odaya girip bakmışlar ki Hilmi Efendi yatağında kaskatı olmuş buza kesmiş kıpırtısız yatarmış. Düriye Kalfa once sarsmış sonra nefesini dinlemiş bakmış ki gördüğü rüya değil.
Efendisine dünya gözüyle bir daha bakmış ağlarken. Hilmi Efendi ölürken göğsünden esvabını yırtıp çıkarmış son mecaliyle.
Rahmetli karısının fotoğrafı hemen yatağın dibinde yerdeymiş. Ağzı da gözleri de açık kalmış ölü Hilmi Efendi'nin. Gece ölmüş dedi ilçenin doktoru. Sabah ölmüş olsa imiş naaşı bu kadar şişmezmiş.
Ölüm, tendeki yaşamın bedeni hızlıca terk etmesi miydi? Yoksa yıllarca zihinde ve gönülde yaşattıklarını unutuşu muydu insanın?
Doğduğunda bembeyaz kundağa sarılır insan, zihni tertemiz bir levhadır öldüğünde de bembeyaz kefenle örtülür, her şeyi unutmuş olarak. İkisinde de ortak olan ak dokuma, dünya denen handaki kabûlümüzü ve uğurlanışımızı, en çok da zihnin temizliğini anlatmıyor mu? Birinde sevinçle diğerinde hüzünle karşılandığımızı tek bir renkte betimleyiveriyor.
Başka bir diyardan dünyaya kendi hikayesinin içine düşmüyor mu insan? Bembeyaz sayfaya kendisi mürekkep olmuyor mu diğerleriyle beraber. Dünyadan da başka bir diyara ise tek başına. Yunus Emre'nin sözlerini anmadan geçsek olmaz:
Dünyaya gelenler gider.
Kalanlara Selam olsun.
Hakkımızda hayır dua,
Kılanlara selam olsun.
Sular hep aktı geçti
Kurudu vakti geçti
Nice han nice sultan
Tahtı bıraktı geçti.
Dünya bir penceredir
Her gelen baktı geçti...
Efendim dünyada birbirimizle epey tanıştık, birbirimize karşı farklı rollerimiz ya da mesuliyetlerimiz oldu, beraber güldük ağladık, birlikte yerindik birlikte gerindik , çaylarımızı içtik çorbalarımızı taşırdık. Kimini çok sevdik kiminden yaka silktik. Amma velâkin ecel gelip çatınca geride kalanlar en çok gidenin ölüm ile unutuşuna içerlerler. Giden için hayat gailesi kalmadığı gibi dirilerle olan münasebetlerine de ihtiyacı kalmamıştır. Diriler geleneklerinin bir icabı olarak merhuma karşı son görevlerini yaparlar. Sevseler de sevmeseler de usulen de olsa, hakkımızı helal ettik derler imama karşı. "Helal etmiyorum." diyen çıksa yakasından çekip uyarırlar. İşte bizim Hilmi Efendi de eşrafta sevilip sayılmasına rağmen, cenaze namazı kılınırken üç kişi çıkageldi: HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ !!! BİZE BORCU VAR! dediler.
Bu alacaklıların hikayemize nasıl bir katkısı olacağını ilerleyen kısımda göreceğiz efendim. Hikayenin iyisi altı ayda biter demişler çay demleyip geleceğim.
***
- ÇAYCI HAMDİ'DEN TAVŞAN KANI HİKAYELER / 1 OKUMAK İÇİN TIKLAYIN...