BURNUNUN UCUNU GÖREMEMEK
Bir zamanlar, her sabah kahvaltı masasında burnunun ucunu görmek için mücadele eden bir adam yaşardı. Adı Arda'ydı ve neredeyse her gün bu mücadeleyi kazanmak için kendini zorlar, gözlerini kısmadan burnunun ucunu görebilmek için saatlerce dikkatini toplardı. Ama her defasında parmaklarını bir şekilde yüzüne yerleştirdiğinde, bir türlü burnunun ucunu tam olarak göremediğini fark ederdi.
Burnunun ucunu görememek, Arda'nın hayatının bir parçası olmuştu. Hiçbir zaman tam olarak anlayamasa da bir eksiklik hissi içinde yaşardı. Günün büyük bir kısmını burnunun ucunun kaybolmuş olduğunun farkında olarak geçirirdi. “Burnum kaybolmuş.” diye düşünürdü ama bu kayboluşun anlamını bir türlü çözemezdi. Onun için bu eksiklik, yavaş yavaş bir tür felsefi meseleye dönüşmüştü.
Bir sabah, kahvaltı masasındaki eski gazetesinin sararmış köşelerine göz gezdirirken Arda bir ilan gördü: “Burnunuza dokunmadan, onu görmek ister misiniz? Bir hafta süresince kaybolan burnunuzu bulmanızı sağlayacak rehberlik hizmeti.”
Evet, kaybolan burnu! İlk kez bir çözüm öneriliyordu. Arda, başını kaldırıp gazeteyi inceledi; satırlar arasında kaybolan burnunun bir şekilde geri getirilmesi gerektiği fikri öylesine ilginçti ki hemen telefona sarıldı. Bir haftalık terapi, onu o kadar heyecanlandırmıştı ki uzun zamandır kaybettiği bir şeyi yeniden bulma umudu içini doldurdu.
İlk günün öğleden sonrasında, terapist Arda’yı küçük bir odaya kabul etti. Odaya girdiğinde terapist Arda’yı sessizce karşısına aldı ve "Burnunuzu bir hafta boyunca kaybedin, Arda Bey” dedi; "Ve sonra kaybolan bu parçayı geri aramaya başlayın."
Arda, anlamadığı bir şekilde başını sallayarak oturdu. Terapist, odadaki havayı bir tür sır gibi yoğunlaştırdı. Arda, bunun bir tür meditasyon olduğunu düşündü. Sessizlik, odadaki her köşeye sızmıştı.
Bir hafta boyunca Arda, burnunu hiç görmedi. İlk başlarda bu, garip bir deneyim gibi gelmişti. Ardından, zamanla burnunu kaybetmek alışkanlık haline gelmişti. Her gün bir şekilde "Burada mı?" diye sorduğunda, yanıt sadece kendi sesinin yankısıydı. Fakat bir süre sonra, kaybolan burnun peşinden gitmenin, sadece yüzeysel bir kayboluş olmadığını, bir varoluşsal boşluk yarattığını fark etti. Arda'nın burnu yalnızca bir fiziksel eksiklik değil, ruhsal bir boşluk oluşturmuştu.
Bir sabah kahvaltı masasında, burnunu kaybetmek yerine, burnunun her zaman var olduğunu fark etti. Ama bu fark ediş, Arda'nın farkındalığını daha da derinleştirdi. Gözlerini araladığında burnunun ucunu görmek yerine, burnunun her zaman yüzünde bir parçadan öte, “kendini anlamak için bir şey” olduğunu düşündü. Burnu, varoluşunun yalnızca bir simgesiydi. Belki de gerçek mesele, burnunun ucunu görmekle ilgili değildi; aslında görmek, bazen görmek istemekle alakalıydı.
Arda burnunun ucunu görmek için yola çıktığında, kendisini aramaya başladığını fark etti. Yüzünü aslında hiç fark etmediği bir şekilde keşfetmişti. Burnunun ucunu görmek istemek, hayatını anlamak istemekle karışmıştı. Arda burnunu kaybetmediğini, aslında kaybolan şeyin farkındalık olduğunu anladı. Ve fark etti ki eğer burnunun ucunu görmeyi istemezse, burnunun kaybolmuş olduğunu hiç fark etmeyecekti.
Zamanla, burnunun kaybolmuşluğunun bir metafor haline geldiği anlardan birinde, Arda bir gün tekrar kahvaltı masasına oturdu. Artık gözlerini birleştirmedi. Gözlerini hiçbir şeyin doğruluğuna odaklamadı. Burnunun ucunu görmemek, görmeyi istememekti. Bu, ona bir içsel özgürlük sağladı. Her sabah, gözlerini kapattığında ve burnunun ucunu bulmaya çalışırken Arda aslında hiç kaybolmamış olan bir şeyi yeniden bulmuştu: Kendini.
Ve böylece Arda bir sabah, burnunun ucunu bir daha görmemek üzere kaybetmeye karar verdi. Çünkü bir gün burnunun ucunu görmek yerine, kendisini her zaman olduğu gibi bulmayı başardı.