ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 19-08-2022 17:52

Arafta Bir Sürgün - Payitaht -

Yazan: Elmas Tunç - ARAFTA BİR SÜRGÜN - Payitaht Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışmasına Katılan Öykü.

Arafta Bir Sürgün - Payitaht -

ARAFTA BİR SÜRGÜN - Payitaht-

Ne yanar kimse bana âteşî dilden özge,
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.

(Bana, ne gönül ateşinden başka kimse yanar,
Ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar.)
Fuzûlî

Sessizliğin çığlığı, beli bükülmüş demir karyolayı, küf kokulu tahta duvarları, zihne gömülü bir tahtın kirişlerini delerek küflü bir mıh olup yüreğe saplandı.

Bedenini bir battaniye gibi saran üşüme ile uyandı. Ellerini irileşen gözenekleri üstünde gezdirdi. Tüyü yolunmuş tavuk derisi misali kabarmıştı teni. Birbirine sürttü kurumuş odun dalını andıran ellerini. Derin çizgilerin kestiği kederli yüzü gölgelendi.

Ciğerlerini acıtan kimsesiz bir öksürük peydah oldu peş peşe. Boğazında depreşen zelzele, ağarmış sakalını titretti. Gözleri; kabarmış, pörsümüş tahta parkenin üstündeki şeye ilişti. Rahmetli validesinin şefkatli elleri örterdi üstünü geceleri. Yırtık yerlerinden yünleri dökülmüş eski yorganı, o ellerle birlikte üstünden düşüvermişti işte. Sahi İstanbul da üşütür müydü bu mevsimde? Yapraklarını dökmüş müdür çoktan diye düşündü. Öyle alelade bir biçimde değil canından can koparcasına fehmetti.

Kaderini kabullenmiş bir insanın çaresizliği vardı üzerinde. Sırma işlemeli giysileri içerisindeki devlet adamlarına mahsus bir alışkanlıkla  yer yer sökük hırkasını çekiştirip düzeltti. Zihni yine firar etti usulca hazan bakışlı selef payitahta. Acaba bir vakitler, kendisi gibi ruhsuz bir toprağa sürülmüş müydü rüzgarın cebriyle sararmış, kızarmış, yeşilini yitirmiş yapraklar? Şu demir parmaklıklı küçük camdan gözüne ilişen biçare ağaçtan farksız olarak kalakalmış mydı şimdi ecnebi memleketlerde.

Sesi, bomboş duvarlara çarpmaya korkarcasına kısılmıştı. Çıt çıkmıyordu ağzında. Sözcükler dargın, cümlelerse inancını yitirmiş bir insanın umutsuzluğuyla açık etmeye korkuyordu kendini.  Hem açık etse ne olacaktı ki? Dinleyecek bir çift kulak, yanında atacak bir tek kalp mi vardı? Hayali, kaçak bir savaş suçlusu misali kilometreler aştı. Gözlerini Yıldız Sarayı'nda açmıştı yıllar evvel.

Babası sonsuz bir saadetle kulağına ezan okuyup adını fısıldamıştı. Çocukken koştururdu sarayın bahçesinde oruçlu oruçlu uzun yaz günlerinde. Dilini damağına değdirir, yutkunmaya çalışırdı ara sıra. Sabır gösterdiği susuzluk hissi, vatan özlemi kadar yakıcı değildi aslında. Sürgün... Bir ramazan günüydü. Yutkunamadı. Sert rüzgarlar estikçe dalından sürülen bir yaprak olup bilmediği topraklara düştü. Soldu, kurudu. Oysa validesi sonsuz bir şefkatle bakardı oğulcuğuna istikbali bilirmişçesine. Derin bir teessür gölgeledi akça  pakça simasını. Yaş aldıkça memleket meseleleri yüklenmişti hünkarın omuzlarına. Hafiften kamburu çıkmış, gençlik neşesi ise kaçmıştı. Karanlık geceler hüküm sürerdi dalgın ve yorgun gözlerinde. Yaldız işlemeli tahtı, altın varaklı odaları, tutundukça güç bulduğu ceviz kakmalı trabzanları mağrur bir aslanı anımsatırdı ona kimi zaman. Sürünün içinde olsa da her daim tek başınaydı hakikatte... Burnunu çekti derin bir hasretle ve ızdırapla. Reyhan ve gül şerbeti kokardı kiler, odalardan Kur'an tilaveti dolardı kulaklarına bad_ı Saba misali. El pençe divan dururdu karşısında tüm saray erkanı. Sefirler gelip gittikçe iştahlı imâlarından anlardı vatanının yalnızlığını.

"Hünkârım mâlumunuz olduğu üzere topraklarınız hasta adam..."
"Kâfi. Tabibi biziz, bundan şüpheniz olmasın; siz ecnebiler değilsiniz!"

Mezar bekçiliği yaptığından bu tahta kulübeyi lâyık görmüşlerdi ona. Rüzgar dokundukça gıcırdıyordu yaşlı kapı kendi kendine konuşur gibi adeta. Sahipsiz ve kimsesiz... Issız bir ada misali... İpıssız ve insansız... Öksürük nöbetleri uğruyordu arada. Yokluyordu göğüs kafesini, burada olduğunu hatırlatırcasına. Başka bir ses duymayan kulakları kanıksamıştı kaç zamandır. Mezar taşları da konuşmazdı ki. Hep üstlerinde yazan lisan Fransızcaydı. Eski bir mezar taşına değdi gözleri. Uzun ve heybetli. Tıpkı kendisine sadık paşası gibi. Nefes nefese girdi huzuruna. Gözleri faltaşı misali açık ve tedirgindi. Sağa sola hızla çarpan solgun yeşil lastik topu andıran gözbebekleriyle etrafı kolaçan eden paşa, söylediklerinin başkalarınca duyulmayacağını anlayınca kısık bir sesle:

"Hünkarım, bildiğiniz üzere, bizlere sürgün yolu görünüyor. Belki senelerce kokusunu dahi duyamayacağız cennet topraklarımızın. Lakin bundan kurtulmanın bir tek yolu var. Tarafımdan ayarlayacağım bir mürettebat ile gizlice buradan kaçabiliriz. Ortalık durulunca da tebdil_i kıyafetle vatan hasretine son vermemiz kâbil olacaktır. Ne buyurursunuz bu hususta?

Paşa'nın sözleri makuldu esasında. Fakat kaçmayı onuruna yediremezdi. Kısa bir sessizlikten sonra sesinde gök gürledi:

"Paşa paşa düşman varken dahi kaçmamışım ülkemden, sürgün edilirken mi kaçayım. Hem ben ve ailem mücrim miyiz ki firar edelim? Derin bir sükunet kaplamııştı odayı.

Gemiye bir gece yarısı apar topar bindirilişini hep hatırlardı. Uğradığı limanlarda yitirdiği anadiline sessizce ağıt yaktı. Şapkalı beyler, döpiyesli hanımlar, merci, orevuar, bonsoir nidaları ve son durak, son liman... Gördüğü tüm insan yüzleri o ruhsuz gemide kalmıştı.

Köküyle birlikte koparılmış yapraklarını zamanla yitirmiş kupkuru bir ağaçtı artık. Kuşların tünemediği, tek bir yağmur damlasının düşmediği... Cennetten kovulmuş ve Serendib'e indirilmiş bir garip Âdem idi. Nefesini tıkayan inatçı bir öksürük... Onu tek yoklayandı...Ecel dahi çalmıyordu kapısını. Heyhat! Anılar da olmasa... Kim bulacaktı onu kaldığı bu arafta?

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi