ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 11-01-2025 23:01   Güncelleme : 11-01-2025 23:47

Töre / Kenan Gül

Kenan Gül -TÖRE

Töre / Kenan Gül

TÖRE

Perdesiz camdan sorgusuzca içeri sızan ay ışığının, masa üzerindeki şamdanla inatlaşmasına aldırmadan önündeki mektuplardan sonuncusunu okumaya devam etti. Akşamın alışıldık kasveti, yıllardır girmediği bu odayı sararken; yorgun düşen buğulu gözlerini kâğıttan ayırıp, rutubetlenmiş duvarın solmaya başlayan renklerinde dinlendirmeye çalıştı.

Öğretmen olarak atandığı bu dağ köyünde henüz ilk haftasıydı. Muhtar, ev bulana kadar kendisinde kalmasını istemişti. O ise ısrarla kendine ait, ufak da olsa bir ev arıyordu. Köyün biraz dışında bir ev olduğunu ama oraya yerleşmesinin “hikâyesi”dolayısıyla zor olduğunu muhtar kerelerce tekrar etmişti.

Önce muhtardan, sonra da köylüden hikâyeyi dinlemek istemişse de herkes ağızbirliği etmiş gibi suskunluğu seçmişti.

İki odalı ev, eşyalı gibi duruyordu. “Önce temizlik şart" diye söylenerek işe koyuldu.

Salon, mutfak derken yorulduğunu hisseti.
"Odaları da yarın yaparım" diyerek yorgun bedenini salonun köşesindeki kerevete teslim etmeye çalıştı. Olmadı.

"Başlamış işi bitirmek gerek" diyerek yeniden kalktı. Yakınındaki odaya girdi.

Bu oda yatak odası gibi döşenmişti. İçeride uzun süredir açılmayan pencerin yüklediği ağır kokuyu hissedince, camları araladı. Gün sonunun tatlı serinliği yüzüne vurmaya başladığında, yorgunluğunun yerini heyecan almaya başladı. Üşenmeden köşe bucak temizledi. Sıra diğer odadaydı.

Diğer odanın kapısını açma çalışması sonuç vermedi. Kilitliydi. Zorladı.

Olmuyordu… Pes etme isteğine karşı gelen merak, kocaman bir kararlılık halini almaya başlamıştı. Alnında biriken terlere aldırmadan; anahtarı bulma çabasıyla biraz önce temizleyip, düzenlediği her şeyi altüst etmeye başladı. Yok, yok yok!

İki elini yanlarına indirip, çaresizce yine aynı kerevet üzerine oturmak zorunda kaldı. Gözleri bir anahtar için darmadağın ettiği salonun içinde kayboldu.

Bir süre sonra kendini toparladı. Yeniden salonu düzenlemek için kalktı. Kilitli kapının önünden geçerken o ana kadar dikkatinden kaçan şeyi farketti. Kapı aslında kilitli değildi. Çivilenmişti.

Ellerini bir çocuk edasıyla çırparak sobanın kenarında duran süngüyü kaptı.

Kapının çivilendiği noktadan araya sokarak biraz güç uyguladığında aralandığını hisseti. Kendini, çözülememiş hikâyelerin büyük hafiyesi yerine koymuş ve kapıyı açmıştı. Bilmeden, odaya yüklediği gizem artık gün ışığına çıkacaktı. Gülümsüyordu.

İçeri, tılsımı bozmamak için yavaş adımlarla girdi. Bakışları karanlığın içinde yol bulmaya başladığında, ilk fark ettiği pencere kenarındaki masa olmuştu. Bir sandalye, eski ahşap sandık ve köşeye kıvrılmış yer yatağı.

Hayıflandı. “Ne vardı ki sanki, kapıyı çivileyecek?” O içinde devleştirdiği derin gizem bir anda sakin bir suya dönmüştü.

Arkasını dönüp çıkmakla, beyninin kıvrımları arasına yerleşmiş acabalar ikileminde yalpalıyordu. Masanın üzerindeki şamdan ve hemen yanındaki minik demlik; ay ışığı altında o kadar güzel birliktelik oluşturmuş ki kendini saldı. Masanın önündeki sandalyenin tozuna aldırmadan oturdu. Bir süre dışarı bakıp “ayı” izledi. İçinden şamdandaki mumu yakmak geldi. Kenarda duran kavla tutuşturdu. Işık odanın içine yavaşca dağılırken, demliğin altındaki deri kaplı küçük kutu da kendini ortaya çıkardı.

Heyecanla kutuyu açtı. İçi ağzına kadar mektup doluydu. Kendisine ait olmayan bu mektupları okumalı mıydı? Karar veremiyordu. Düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Yavaşça mutfağa gidip kendine bir kahve yaptı. Kapının önündeki o dar alanda, kahvesini yudumlarken hala kararsızdı.

Ayaz, kahvenin üzerindeki buharı alıp götürmüştü. Soğuk üşütmekten çok tenini acıtmaya başlayınca içeri girdi. Kararlı adımlarla odaya geçip ilk mektubu okumaya başlamıştı. Mektup; bir adamın kan davalısı olduğu, ailenin kızına yazılmıştı. Her satırı, ulaşılması mümkün olmayacak bir sevdanın yürek dökülmesi gibi işlenmişti. Seçilen kelimeler; aynı anda dört mevsimi yaşatırken, cehennemin içinde kaybolmuş bir cennet gibiydi. Gözleri doldu. İkinci mektubu okurken bu sevginin karşılıksız olmadığını anladı. Çünkü mektup, cevap niteliğindeydi.

Her mektupta “aşk” katlanarak büyürken, törenin boyunduruğu da aynı ölçüde ağırlaşıyordu. Girişi olan, çıkışı asla kestirilemeyen labirentte körebe oynamak gibiydi. Ateş, yangın olmuş; söndürecek su ise benzin. Üşenmedi. Hepsini yavaş yavaş, sindirerek okudu.

Son mektubun bitimindeki minik şiir ise hikâyenin anahtarıydı:

"Eriyip giden buzlara aldandım,
Bahar gelmeden dallarımdan budandım.
Töre dediler, kan dediler adına;
Sensizlik ölümden ağır, toprağın bağrında.
Belki bu dünyada olmayacak gülüm,
Mahşerde kavuşurum duvağına."

Ellerinin titremesi, içindeki fırtınayla birleşti. Yüzünde beliren ifadenin tarifi yoktu. Tüm cesaretini toplayıp, mektupları yine kutuya yerleştirdi. Odadan dışarı çıktı.
Bulabildiği alet, edevatla kapıyı sayılamayacak kadar çok çivi ile kapattı.

Böylesine bir masumiyete, bir daha hiç bir el değmemeliydi. Ağladı.

Editör: Nevin Bahtışen

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi