ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 30-08-2022 19:44   Güncelleme : 30-08-2022 19:56

Ses...

Yazan: Mutlu Akçay - SES - Truva Edebiyat Dergisi 3. Öykü Yarışması'nda 3. olan öykü.

Ses...

SES

Karanlığın perdelerini aralayan bir ses duyuluyordu derinden.  Ama yine de tam olarak yırtamıyordu zifiriliğin tonunu. Geceden daha kara, bir o kadar da soğuk ve donuktu her yer. Boğukluğu da bu yüzdendi ve bundan sebep boğulacak gibiydi ses. Bir o kadar da çocukca hatta ürkek, belki de masumca. Aslında umutsuzca.

Derken biri yavaş yavaş gözlerini açtı ve sese odaklanmaya çalıştı. Zaten başka da bir şey yapamazdı. Gözlerini açması, bir şeyler göreceğinden değil, her uykudan uyanan kişinin yaptığı istemsiz hareketlerden biriydi sadece. Bunu o da biliyordu. Bir yandan da rutubet ve küf kokularını beyninden silmeye çalışıyordu. Gerçekten de ne kötü kokuyordu burası. İnsanın genzini yakacak, boğazını gıcık edecek sertlikte hem de. Neyse ki yerde bulunan saman vs gibi çer çöplerin arasından dışkı ve idrar kokusu pek çalınmıyordu burnuna. Bir an bu duruma şükreder gibi olduysa da illaki gün içersinde ya kendisi ya da o sesin sahibi; "İnsan olmanın gereği" o kokuya hem sebep olacaklar hem de maruz kalacaklardı. 

Günlerdir, belki haftalardır belki de ay ya da yıllardır bu böyleydi. Verdikleri zaman ölmeyecek kadar  kuru bir somun ekmeğini yiyor, suyunu içiyor, günün dörtte üçünü uyuyarak geçirmeye çalışıyordu. Elinden geldiğince tuvalet ihtiyacını en aza indirgemeye çabalıyordu. Çünkü gerçekten bu ufacık, basık, karanlık yerde bir de o kokuya katlanamıyordu ama çaresi de yoktu. En çıldırdığı an ise uykusunun arasında dönerken farkında olmadan kendi pisliğinin üzerine yatması, adeta parça pinçik hatta ilmik ilmik olmuş ve üzerini bile doğru dürüst örtmeyen kıyafetine pisliğin bulaşması, bu da yetmiyormuş gibi bir de açıkta kalan tenine de sıvaşmasıydı. Samanlarla temizlemekten başka çaresi de yoktu üstelik. Çünkü su sadece içmek içindi.

Bunları düşünürken cenin pozisyonundan şöyle bir sıyrılıp sevmediği o duvara yaslanıverdi. Sesin dinmesini bekliyordu kendince ama nafile. Susacağı yoktu. Zaten ne zaman susmuştu ki? Tek kurtuluşu uykuya dalmaktı daima. Eee henüz uyandığına göre kaçarı yok çekecekti artık bu sessiz gürültüyü. Rutubet ve küf kokularının yanında bir de bu ses tam bir fecaat. Ne zaman teselli etmeye çalışsa, susturmayı denese de tüm çabaları boşuna çıkıyordu. O yüzden epey zamandır pek umursamıyordu artık. Zaten zaman kavramını kavrayamaz olmuş, muaf tutmuştu adeta kendisini. Sahi mekan belliydi de zaman ne alemdeydi?

Sonra birden cümleler dökülüverdiğini farketti dudaklarından;
"Göz yaşları zamanı durduruyor ya da geriye alıyor da benim mi haberim yok?"
Evet tam da böyle deyivermişti. Ve böylece kendi kendine almış olduğu konuşmama kararını kendisi bozmuş oluyordu. Ama galiba bu sefer konuşmama kararını karşısındaki almıştı. Çünkü en ufak bir ses ya da karşılık yoktu sorusuna. Pek sorun etmedi bu durumu ve konuşmaya devam etti;
"Şimdiye kadar diri diri gömülmüştük, bu sefer ölüp de gömüleceğiz. Gerçekten öleceğiz yani. Ve gerçekten gömecekler. Böylesi daha iyi değil mi?" Bir şeyin aslı, daima olmuş gibi olmasından daha iyidir.

Hayret yine ses yok. Ama bu sefer sinirlenmişti. Çünkü uzun zamandan sonra  lütfedip ilk kez konuşmuştu ama o cevap bile vermiyordu. Bir an sindiremese de bu durumu belli etmemeye çalıştı. Geceleri uykusunun arasında yaşadığı mide bulandırıcı durumlar bile bu kadar rahatsız edici olmamıştı onun için. Derin bir nefes aldı, son bir cümle kuracaktı. Şayet yine karşılık alamaz ve sessizlikle başbaşa kalırsa o da sonsuza kadar sessiz kalacaktı. 

Olması gereken olacak yani çok da şey etmeye gerek yok;
"Ben yapmadım, ben yapmadım…"
Evet bu sefer konuşmuştu. Yine tınısında titreklik, çaresizlik vardı ama yine de ağlamasının arasında  konuşmuştu işte. Hemen bu fırsatı değerlendirip konuşmayı devam ettirmek istedi;
"Ne garip değil mi? Birimiz yapmadığı şeyden ölecek diğerimiz ise yaptığı şeyden. Hem de bugün."

Bir an buz kesti adam. Kendi ağzından çıkan cümlenin son kelimesine kendi bile inanamadı çünkü. Damarlarında ki kanın çekildiğini, kalbinin hızla çarptığını hissetti. Evet ne kadar zamandır kaldığını unuttuğunu ve bir gün buradan ölüsünün çıkacağını biliyordu. Buna kendini alıştırmış, artık umursamıyordu. Ama neden kendi bile farkında olmadan 'bugün' deyivermişti? Bu arada karşısındaki ses için için ağlamaya devam ederken bir şeyler mırıldanır gibi oldu; "Suçsuz yere öleceğim
Suçlu olarak ölsen daha mı iyi sanki. Önce toprak sonra göktekiler bağrına basacak seni. Eğer gerçekten suçlu olsaydın işte o zaman üzülmene hak verirdim."

Bir anlam veremedi ağlayan, öylece bakakaldı karanlıkta görünmeyen adamın yüzüne. Adam hissetmişti anlamsızca suratına bakıldığını. Sonra bir soru ile karşılaştı birden;
"Seni neden asacaklar peki?"⁰        
O an duraksadı adam. Çünkü teselli vermeye çalışırken bir an böyle bir soru beklemiyordu. Ama soruyu soran cevabı merakla bekliyordu;   
"Beni mi? Şey benim suçum büyük." Çok Nedir?
Adam düşünmeden direkt cevapladı;          

"Düşünmek"
- -Anlamadım              

Şaşırmadım  
Ama soruyu soran ses şaşırmıştı; 
"Bu yüzden adam mı asılır hiç?"
Suya atılan taşın yaydığı dalgalar gibi dalga dalga beyninde çınladı bu soru adamın. Önce yutkundu sonra sanki yıllardır bu soruyu bekliyormuş da cevabını vermeye sabırsızlanıyormuş gibi döküverdi içini. 
"Eğer düşüncelerini beyninde hapsetmez, onlara özgürlüklerini verirsen, gelip senin özgürlüğünü elinden alır, hapsederler. Daha doğrusu hapsettiklerini zannederler. Halbuki esir aldıkları et ve kemik yığınından başkası değildir.  Ruhun, fikirlerinle birlikte özgürlüğüne ve de ölümsüzlüğüne kavuşmuştur bir kere. Fakat onlar farkında bile değildirler. Kendilerine gelip, gerçeği anladıklarında ise özgürlüğüne kavuşmuş o ruhların dar ağacında asılmış olarak görürler kendilerini. Onlar unutulmaya mahkum olmuşken, sen sonsuzluğu kazanmış düşüncelerde yaşarsın."          

-Nöbetçileeeeeeeeerrrrrrr, emir geldi mahkum bugün infaz edilecek. Dar ağacına getirin artık şu aylardır kendi kendine konuşup duran bunağı. Şafak sökmeden bitirelim şu işi.

O an şimşekler çakmış, yıldırımlar düşmüştü adeta hücreye. Ve o tüm şiddetiyle hücrelerinde hissetti yaşadığı şoku. Damarlarında dolaşmaya başlamıştı kelimeler teker teker. Ve kendince düzgün cümle haline getirip anlamlandırmaya çalışıyordu. Ama  her seferinde aynı sonuca ulaşıyordu. Gözleri kararmamıştı korkudan, ama ortalık çakan şimşekten yayılan ışık gibi kör edici aydınlığa bürünmüştü adeta. Zaten göz görü görmeyen hücrede gözün kararması kadar anlamsız bir şey olamazdı. Şimdiye kadar bir hücredeki sese aşinaydı kulakları bir de günlük ekmek ve suyunu getiren nöbetçinin sesine. Bu böğürür gibi bağıran sesi ilk kez duymuştu. Ve son kez duyduğu ses olacaktı. Anlamıştı bunu. 

Yıllardır kendisini deli eden, o ağlayan, zırlayan, ürkek ve çocukca olan ses susmuştu artık. Sadece konuşmayı değil sızlanmayı da kesmişti. Sonra bir ışık süzmesi girmeye başladı hafiften hücrenin içlerine doğru. Bir dakika bir dakika bu öyle az önceki şimşek misali duyduğu sesten ötürü hissettiği ışıktan değildi. Baya baya yıllardır gözlerinin hasret kaldığı gerçek ışıktı. Ve gözlerini kamaştıran o ışığın içinden art arda iki insanın ayaklarını farketti bir anda. Sonra da bir hayvanın acımasız pençesine maruz kalmış av gibi koltuk altlarından sertçe tutulup yerlerde sürüklenerek dışarıya götürülürken buldu kendisini. Fakat garip bir huzur kapladı daha sonra içini ve bunu kendisi de anlamlandıramıyordu. Arkasına baktığında neler yaşadıklarını anımsadı. Bir de ellerini farketti o an. Damarları belirginleşmiş, elleri kırışmıştı. Kim bilir yüzü gözü ne haldeydi? 

Birden bir şey farketti yürürken. Evet belini ve boynunu bükerek kambur gibi yürüyordu  Halbuki dik bir şekilde de yürüyebilirdi. İçinde hiçbir korku ve panik kalmamasına rağmen karnını içine çekip belini de büküp öyle ilerliyordu sağındaki ve solundaki iki adamla birlikte. Öyle ya kaç zamandır dik durmayı unutmuştu o daracık cehennemde. 

Buz gibi urganı hissetti bir anda boynunda. En az yılan kadar soğuk ve ondan daha da ölümcül. Esintiyi iliklerine kadar duydu o an ve başını göğe kaldırdı. Şafak sökmek  üzereydi. Gözlerinden damlalar dökülmeye başlamıştı. Ne yapsa olmuyor, tutamıyordu akanları. Nasıl da huzur veriyordu o esinti ruhuna ve nasıl da güzeldi yıldızlar. Hele o hurma ağacının kıvrılmış dalı gibi duran ay… Ne olurdu sanki biraz geciktirselerdi şu işi. Geciktirselerdi de güneşi de görseydi son kez keşke. Kulaklarında çınladı o an o ses;“Şafak sökmeden bitirelim şu işi."     

Umutsuzca boynunu aşağı doğru eğip cellatına bakarken şu mısralar döküldü dudaklarından:

"Yargısız infazla kırılan kalem
O kalemin çizdiği bir yol
Yolun sonundaki dar ağacı."
Ve buz gibi bir urgan boynumda
Sanki ruhum uçurumun ucunda… 

Birden ayaklarının boşluğa düştüğünü hisseden adam, aynı anda bedeninin  tüm ağırlığını gırtlağında bulmasıyla boyun kemiklerinden gelen o derin sesi duyması bir oldu ve nefes alamamaya başladı. Bir kılıç kadar keskin ve hızlı bir şekilde oluvermişti herşey ve o anda hücredeki son sesler uçuşuyordu beyninde;
"Ne garip değil mi?" Birimiz yapmadığı şeyden ölecek diğerimiz ise yaptığı şeyden. Hem de bugün.- suçsuz yere öleceğim.
Suçlu olarak ölsen daha mı iyi sanki. Önce toprak sonra göktekiler bağrına basacak seni. Eğer gerçekten suçlu olsaydın işte o zaman üzülmene hak verirdim."

İstemsizce gözleri yukarıya kaymaya başlayınca bir an güneşin ilk ışıklarını yaşadı gözbebekleri. Son dileği bir anlık da olsa yerine gelmişti kendince. Huzurluydu. Özgürlüğe doğru kanat açmıştı artık ruhu. Sağ ayağı sola doğru, sol ayağı sağa doğru dönmeye başladı. Sonra tekrar sağ ayağı sola, sol ayağı sağa, sağ ayağı sola, sol ayağı sağa… 

Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde, adı sanı olmayan bir adamın yaşam hikayesinin sonuydu bu ve kimse, ne hatırlayacak ne de bir zamanlar böyle birinin neler yaşadığını, neden sonunun böyle olduğunu bilemeyecekti. Ama onun bildiği bir şey vardı. Bu yaşananlar ne ilk olacaktı ne de 

SON…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi