ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 06-04-2025 22:48   Güncelleme : 07-04-2025 00:56

Sen Garipsin Garip! / Dilek Altundağ - 2025 Truva Edebiyat Dergisi 8. Öykü Yarışması Mansiyon Ödülü

Yazan: Dilek Altundağ -SEN GARİPSİN GARİP! / 2025 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 8. ÖYKÜ YARIŞMASI MANSİYON ÖDÜLÜ

Sen Garipsin Garip! / Dilek Altundağ - 2025 Truva Edebiyat Dergisi 8. Öykü Yarışması Mansiyon Ödülü

SEN GARİPSİN GARİP! / 2025 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 8. ÖYKÜ YARIŞMASI MANSİYON ÖDÜLÜ

Şehrin her yerinden gelenlerle çoğalan parka baktı. İlk defa görüyor gibiydi burayı. Uzun zamandır yabancısıydı kalabalıkların. Cezaevinden yeni çıkmıştı. Belli belirsiz bir insan güruhunun içinde buldu kendini. Tam bir hayat acemisiydi. Onu içine çekti suretler… Bedenler… Sesler…  Geçmişi, hasreti, hayalleri birbirine karışmıştı.

Ruhunu sıkan zamanlardan yaşamak istediği zamanı düşleyerek baktı etrafa. Rüzgâr esintisi... Kurumuş, sarı yaprakların arasından çıkmaya hiç niyeti olmayan güneş… Söğüt dallarının en uçlarında tüneyen kargalar... Tabiatın içindeki ışık sönmüş sonsuz bir karanlığa terk edilmiş, her biri bir hatıranın mümessiliydi şimdi.

Kaderini teslim ettiği mektuplarına cevap yazılmasını beklediği gibi beklemeye başladı kadını. Elfida’yı. Hep bekledi. Beklerdi de. Umutla, hasretle, kaygıyla… Cezaevinde isli duvarlara bakarken “Ya Elfida başkasıyla!” şüpheleri gelirdi aklına. Yıkardı sonra o donuk, sessiz, kıpırtısız duvarları. Yalnızlığı daha da çoğalırdı.

Elfida vicdanındaki taşları yalpalayarak bir kez mektup yazmıştı ona. Bunca yıl arayıp sormayan gelir miydi şimdi parka? Kurumuş yapraklar ayaklarının altında eziliyor, kalbi gibi un ufak oluyordu. Hafızasındaki silik imgelerle her şeyin geride kaldığını düşünürken sararmış mektubu çıkardı cebinden.

Seni tanıdığımı sanıyordum. Yanılmışım. Sen garipsin, garip! Geçen ayrı, gündüzün ayrıydı senin. Gürültücüydün. Kıskanç. Ben öyle değildim hâlbuki. Kendi gurbetinde sessiz, sakindim. İçimdeki derinliğe doğru kaybolurdum. Üzerime aldığım sorumluluklardan kurtuluyordum böyle zamanlarda.

Baktıkça hafifliyorum, dediğin büyülendiğin ela gözlerim var ya. İşte oraya girebilseydin gözbebeklerimin içine. Ancak anlayacaktın sana olan sadakatimi… Alçak gönüllülüğümü… Ah! Sen de hiç zerresi barınmayan sabrı öğrenecekti bakışların. Tenimin içine giren, bedenime konuk olan canımın sırlarına sirayet etmek istemedin. Yaralarımı acıttın içimde. Dinmeyen uğultular bıraktın. Bana yaşattığın acıları düşünüyorum şimdi. Kendimi fersiz gönlüme sefer edip sustum. Göremediğin gurbetimin kuytularına çekildim. İçeriye girdim, karanlığıma. Sessizliğime. Yalnızlık bekliyordu beni. Yine gariplik… Belirsizlik... Boşluk… Tanık olmadığım bir pişmanlık hissi vardı içimde. Oysa yıldızların ne güzel göründüğünü söylemek isterdim kulağına fısıltıyla.

Ve ağaçları…

Uçan kuşları...

Hepsini filmlerde izleyelim istedim. Orada buluşsun yüreğimiz. Filmin ortasında tutunsun gözlerimiz. Belki yıldızları da çağırırdık yanımıza. Senin kotaramadığın yaralarımı sarmaya çağırdığım yıldızları

Kelimeler boğazına yapışırken bir derviş gibi sendeledi. Mektubu avuçlarının arasında büzüştürdü. Kalabalığı taradı gözleriyle. Banklarda oturan birkaç kişi vardı. Arkası dönük sarı saçlı kadın etrafa bakıyordu ürkerek. Yanında altı yedi yaşlarında erkek çocuğu. Evet, oydu. Elfida. Ona benziyordu saçları sarı çocuk. Çipil çipildi gözleri mavi. Gülücükler atıyordu. Mektupta ondan söz etmiş miydi? Yumruğunu gevşetip satır aralarına göz gezdirdi.

Bir dairenin içinden çıkamadığım yere yerleştim. Dairelerin her birinde sessiz, hareketsiz durgundum. Bu büyülemedi seni tabii. Girmedin bulutlarıma. Karlı kaplı dağlarımdan aşağı yuvarlanmadın. Sızamadın ruhuma. Bedenime konuk olan canımın sırlarına sirayet etmek istemedin. Sadece kıskandın!

Şu anda aklına kötü şeyler getirmek istemiyordu. Kesin olarak biliyordu. Bilmeyi istemediği bir şeydi o da. Kadına baktı uzun uzun. Zamanı uçsuz bucaksız gökyüzü olmaktan çıkaran bir özlemle… Elfida eskisi gibiydi. Vücudu diriydi hâlâ. Önden düğmeli tuniğiyle, İspanyol paça kot pantolonu vardı üstünde. Tarzını değiştirmemişti. Eskiden de böyle salaş giyinmeyi severdi. Şimdi kendini yok eden, korkulu bakışlarıyla pusarık köşesine usulca çekilip sinmiş biri vardı karşısında. Geçmişte kalan her şey gibi her şeyini geçmişte bırakan herkes gibiydi. Bungun. Oysa birlikte çalıştıkları şirkette müdürken tam bir İstanbul beyefendisiydi. Üzerinde takım elbisesi. Briyantinli saçları. Dünyası tersyüz edilmiş bir girdabın içinde boğulan kadınla çatıştı bakışları. Elfida titredi onu görünce. Sinsi bir gaz kaçağı gibi zihnine sızıyordu korkuları. Pejmürde kıyafetler içinde hatırladığı tek şey onun kanlı elleriydi.

Elfida, çocuğun elini tutup hızla yürüdü kaçar adımlarla. Yıldız kokan saçlarına sersem sepelek esen rüzgârlar savruldu. Giden oydu; örselenen kolundan çekeleyerek peşinden sürüklediği çocuğu. Cesareti yoktu yüzleşmeye. Kör bakışların esiri olmayacaktı artık. Hayır! Yıllar geçmişti üzerinden. Kıskançlık şehvetiyle masum birini yaralayan eski sevgilisini affetmeyecekti.

Bir gün konserde şarkıcıyla “Elfida” yı söylediler bağıra çağıra.

Elfida, bir belalı başımsın / Elfida, beni fark etme sakın...

Şarkıcı hayranlarından aldığı aşk küresini hediye etmişti kadına. Asıl adı Elif’ti diye.

Hayat ikisini öylesine kenetliyordu birbirlerine. Ölçüsüz, sınırsız, zamansızdılar.

Kalbinde yurtsuzluk, kimsesizlik duygusu hâkimdi.Her şeyi bütün yaşadıklarını unutmak istiyordu. Yanlışıyla sevabıyla karşısına çıktığı Elfida’nın arkasından yürüdü koşar adım. “Elfida” diye seslendi. Sararan yapraklara gömülmüş parkta gelen geçenlerin tuhaf bakışlarıyla susturdu içindeki çığlığı.

Mektubunda dost bile kalamadık birbirimize, diye yazmışsın. Bir kelime tek bir ses bekledim günlerce. Oysa anlamsızdı bir sözcüğün tutsağı olmak benim için. Umursamazlığınla kalakalsam da yıkık kentlerimde özlüyordum seni maalesef.

Ama sen özlemiyordun beni. Belliydi. Selamların sustu. Dost bile kalamadık birbirimize.  Bütün bunlara rağmen niçin çoğalıyor, içimde nasıl büyüyordun?

Hiç düşündün mü?

Şarkımızın içinde büyütüyordum seni. Ve böylece nesneler silikleşiyordu. Bana kalmayan ruhuna doğru çekiliyor, yok oluyordum.  Sönüyordu yıldızlar da.

Menzile varmak isteyen bir ulak gibiydi Elfida. Ardına bakmadan koşar adım yürümeye devam etti. Ona yetişerek kolundan tuttu. Ağlamaya başladıElfida.
“Mahvettin hayatımızı.” dedi kırık, dökük, isyankâr sesiyle.

Olan olmuş, biten bitmişti. Seven göz, hisseden yürek için sorusu sorulmazdı aşkın. Cezaevinin soğuk, küf kokan duvarlarının arasında kaybolan yılların bedelini yeterince ödemişti.

“Hayır, hayır, hayır” diyordu Elfida. Onun alev alev parlayan kıskançlıklarına. Bu sözcük acizce söylenmiş olsa bile “Hayır”ın etkisini biliyordu. Güçlüydü. Bu da ona güvenmeyi çoktan yadsıdığı anlamına geliyordu. Eğer sevdiğini sevmeyi başarabilseydi inanacaktı. Böyle düşünüyordu.

Yarım kalmışlık hissettiren tutkusuyla sımsıkı sarıldı Elfida’ ya. Söz verdi kısıtlamayacağına. Öyle olmadı ama. Tutamadı sözünü. Mağazaya gelen bir müşteri Elfida’ya gülümsedi diye ruhu çekildi bakışlarının. Hilkati yıkılan bir kıskançlıkla adamın kafasında parçaladı aşk küresini.

Aşktan geriye kalan acıydı…

Ve acının her tonu...

Anlamsız her şey gerçekliğini yitirmişti boşlukta. Elfida eskisi gibi bakmıyordu onun yüzüne. Kıyamet sancısından kalan nefret sadece nefretti ona hissettikleri...

Beğendiğim fotoğrafına bakıyorum telefondan. Benim için özel çekildiğin efsunlu o fotoğraf. Sene bin dokuz yüz doksan beş. Ruhumun uçlarını görüyordum orada. Gözlerin duman. İri. Bir arzu büyüyordu içimde. Titriyordum.

Kapatıyorum hemen yüzünü ellerimle. Bakmak istemiyordum. Gözlerinle karşılaşmaya cesaretim yoktu. Psikolojik şiddetin zihnimde yer etmişti bir kere. Bilmiyordum. Bilmek istemeden seviyordum seni. Bu ateşi içime nasıl düşürdün? Nedir bu beni sana seni bana yönelten şey? Sana meylim nasıl akıyor? Görmeden hissetmeden hem de. Sesini duymayınca neden üzülüyorum? Kimsin ki? Ruh nedir ki? Senin ruhunu nasıl hissedebiliyorum? Böylece kendimi yitiriyorum. Bu ancak kurmacanın sırlı dünyasında olabilir.
Sen gidince de ağlıyordum. Duymuyordun. Yine sessiz, sakin kalıyordum. Gözlerimden sızan yaş kızgın bir kurşun eriği gibi göğsüme sızıyor, yakıyordu bedenimi. Uykusuzdum. Yorgun. Nasılları, niçinleri olmayan bir lütuf gibi. Tenimi öpüyordu sıcak yaşlar. Dokunsan ellerinle sanki geçecekti sızıların.

Kadınlar/erkekler sözün gelişi, lafın gelişi klişe tartışmalarımızdı. Biten bizdik. Birleyemediğimiz sen/ben. Ama şarkımız bitmiyordu.  Şimdi benim için tek gerçek bu. Yanımdalar dokunabiliyorum hecelerime. Gülümsüyor zamirlerim. Sen, ben, o. Bunlar tenimizin toprağa düşeceği günü hatırlatıyor. Naftalin kokan sandıkta annemin çeyizleri gibi… Sonra diyorum ki keşke bu kadar kıskanç olmasaydın da hep sarılabilseydim sana. Söyleyebilseydim sevdiğimi.

Seni gecenin, soğuğun ve kalabalığın içinde görüyorum. Şarkıların en güzelini dinlediğimiz, gökkuşağımın düşünü seyrettiğimiz zamanların çok ilerisindeyiz şimdi. Bir yarınımız olmayacak seninle.
Ve sana son sözüm: Sen garipsin, garip!

Çam ağaçlarının altına doğru yürüyen Elfida’nın arkasından seslendi bir kez daha. Ricat eden birinin umutsuzluğu vardı sesinde. Göğüs çukurunda iç bükey bir acı hissetti. Avucunda bölük pörçük kalan mektubu tekmeleyerek savurdu kozalakların üstüne. Dilinde eski bir şarkıyla, zapt edilmiş şehrin sokaklarına doğru yürüyüp gitti.

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi