DENEME
Giriş Tarihi : 22-09-2022 02:16

Okumak

Yazan: Betül Eren - OKUMAK

Okumak

OKUMAK

Bugünkü deneme yazım hepimizin sevdiği bir aktivite hakkında. Okuma yazmayı öğrendiğimiz günden beri hepimiz bir şeyler okuyoruz. Bu yolculuk, önce masalların anlatılması ve hikayelerin bize okunmasıyla başlamıştı ve bizler okumaya başlayıncaya kadar böylece sürüp gitti. Şu bir gerçekti ki; her kitapta başka dünyalara dalıyor, o kahramanlarla birlikte geziyor ve her birini tanıdıkça seviyor ya da nefret ediyorduk. Okumaya aşık olduğum ilk yıllarım çılgınlar gibi okuyarak geçti.

Her hikayede ben vardım, anlatılan her yer de de. Dünyamız dijitalle tanışmaya başlayana kadar kitaplarım en büyük hazinemdi. Sonrasında yavaş yavaş uzaklaştım galiba. Romanlardan da çıktım bir süre, bilimsel kitaplar ve özellikle araştırma kitapları beni büyülüyordu artık. O kitapları okumak çok güzeldi de insanın zihnini de iyi yoruyorlardı gerçekten. Sonra bir gün,  yorgun zihnimi dinlendirmek için rotamı tekrar klasik romanlara kırdım. O zaman okuduğum; Tehlikeli Alakalar, Kırmızı ve Siyah, Madame Bovary ve Karamazov Kardeşler yüreğimdeki kabukları kaldırarak yeniden romanların büyülü dünyasına doğru çektiler beni. Henüz öyküyü ve öykücüleri fark etmemiştim.

Edebiyatçıların tek bir kelimeyle insanı nasıl derinden sarsabildiklerini bilmiyordum. Yine okuma aşkıma kavuşmuştum. Benim için ya hep ya hiçti galiba. Bu sefer de beynimin derinliklerinde roman kahramanlarının her biri bir yer kapmaya ve oradan zaman zaman bana eşlik etmeye başlamışlardı. O yıllarda bir kitabı yarım bırakmaya kıyamazdım. Kitabın yazarına ve eserine saygısızlık yapıyormuşum gibi gelirdi. İllaki bitirilecekti o kitap.

Ne olursa olsun bitmeliydi. Şu anda beğenmemiş olabilirdim. Ya ben kitabın bana anlatmak istediklerini henüz anlayamadıysam? Ya bitirince sorularımın pek çoğunun cevabını ilerleyen satırlarda bulacaksam? Kim bilir?

Bu alışkanlığım çok uzun yıllar devam etti. Sonrasında bir gün, Mina Urgan’ın bir kitabını okurken, dedikleri çok ilgimi çekti. Yazar diyordu ki; “Bir karpuz aldınız ve kestiniz kelek çıktı. Onu yemeye illaki devam etmeniz mi lazım? Olduğu gibi bırakırsınız, hatta atarsınız…”. İşte dedim, işte benim aradığım sihirli anahtar bu! Bir kitap ne kadar karpuza benzetilebilir bilmiyorum ama benzetilirse, yapmamız gereken aynen bu… Bir müddette böyle devam ettim. Bu sefer okurken sıkıldığım ve okumayı bıraktığım kitaplar evde yer kaplamaya başladı.

Bir gün, bir programı dinlerken anlatan kişinin dedikleri çok dikkatimi çekti. Diyordu ki; “Bir kitabı okumaya çalıştınız ama bitiremediniz. Kenara koydunuz. Aslında o kitaba ilişkin ne varsa, sizde devam eder. Neden mi? Zihniniz onu okumaya ve tamamlamaya  devam eder.” Bu da başka bir bakış açısıydı.

Kitap okuma alışkanlığımda yine tereddütlü günlere gelmiştim. Her kitap okunmalı mıydı yoksa yarım bırakılınca,  bir kenarda öylece durmalı mıydı? Zihnimi sürekli meşgul edecek olmasını da hiç sevmemiştim. Ben, karakterim gereği, başladığım bir işi yarım bırakmayı hiç sevmem. Evde yarım bırakılmış işlerim yoktur. Eğer bitiremeyeceksem, o beni yormadan, ben ondan kurtulurum. Kitaplarda böyleydi. Kitabı beğenmemiş olabilirdim ama belki de henüz o kitabın anlattıklarını anlayacak olgunlukta değildim. Offf, kitap okumak için bu kadar değişim de olur muydu!

Sonrasında düşünmeye başladım:  
İnsanlar, okumaya başladıkları bir kitabı bitirmekte neden tereddüt ederler? Belki de cevaplanması gereken soru buydu. Kitaptan sıkılmaları, kitaba olan ilgilerini kaybetmeleri, onu okuyacak kadar vakitlerinin olmayışı, türünü sevmemeleri gibi bir çok neden sayabilirdim. Pek çok insan kitap okumaya başlar ama onları asla bitirmez ya da bitiremez. Bu başka bir soruyu beraberinde getiriyordu. Tüm yazılmış kitapları okuyabilecek vakit var mıydı? Acaba dünyada yazılı ve bizler tarafından okunmayı bekleyen kaç kitap vardı?

Binlerce mi? Milyonlarca mı? Merak edip Google’a sorduğumda devlet dökümanlarını çıkarttıktan sonra 130 milyon kitap var diyor.  Daha mı fazla? Her gün yeni yeni kitaplar basılıyor ve yeni yazarlar kervana katılıyor. Bu verilere göre, asla okuyamayacağımız daha milyonlarca kitap var. Bu kadar kitap oluşu ve benim bunların pek azını okuyabilecek olmam üzücü mü, yoksa  sevindirici mi? Ya sizce? Kaç kitap okudunuz, ya da kaç kitap okuyabilirsiniz en fazla? 

İlk kendi kendime okuduğum masal kitabı “Kılkuyruk Fare” adındaki kitaptı. O günden bugüne, çok kitap okudum okumasına da hala bir rekortmen değilim. Okumak ve kitaplar, aslında bilinmeyene açılan kapılar gibiydi. Bizi esir etmeyi çok sevenleri vardı. Bir kitabı çok sevdiğinizi ve bir an önce tamamlamak için çaba sarf ettiğinizi düşünün, o sırada diğer işlerinizi yapmak için bırakmak zorunda kaldınız. Ama aklınız kitapta ve kahramanlarınızda kaldı. Ne zordur değil mi? Oysa siz, elinizden bırakmadan ve kimse sizi rahatsız etmeden, “Son” yazan o büyülü sayfaya varabilmeyi isterdiniz.

Çünkü, okuduğunuz kitap, sizi içinde bulunduğunuz gerçeklikten uzaklaştırmış ve yeni bir dünyada kaybolmanın yolunu açmış olurdu. Ama ya en sevdiğiniz kitabı okumayı bitirmek için zaman bulamazsanız? Aylar ya da yıllar sonra nihayet o kitaba geri döndüğünüzde kahramanlarınızı size küsmüş gibi hissetmez misiniz?

Bazı kitaplar vardır. Onlar asla bitmez. Çünkü bir şey olur ve soğuduğunuzu hissedersiniz ve bir daha dönüp bakmak, hatta kapağını kaldırmak bile içinizden gelmez. Öyle kitaplardan bence kurtulmak lazım. Çünkü varlıkları bile bizi yoruyor.

Ben bir kitabı okurken, onunla özdeşleşmeyi seviyorum ama; artık yazarın aslında biz o kitabı okurken ne hissetmemizi istiyor olabileceği de benim için önemli.  Yazarın amacı, okuyucuya kitabın içindeymiş gibi hissettirmek ve olup biteni anlamalarını sağlamak olabilir mi?  

Öyküleri ve öykücüleri yeni keşfettiğim yıllardaydı, en çok etkilendiğim öykü, Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikayecileri” olmuştu. En son cümlesi bugün bile hatırımda: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye soruyordu okuyucuya. Ah ne muhteşem bir soruydu o… Bugün bile aynı cümleyi okuduğumda içimde o yalnızlığı duyduğuma göre, etkisi müthiş olmuş bende.  Aynı etkiyi “Semaver” adlı Sait Faik’in öyküsünde de hissetmiştim. “Ali nihayet iş bulmuştu…” cümlesi muhteşemdi. Bir cümleyle ne çok şey anlatıvermişti bizlere Sait Faik. O cümleden “Nihayet” kelimesini çıkartınca nasıl da büyük bir boşluk kalıyordu geriye. 

Şimdi biraz düşünme zamanı. Acaba bir kitap neden bizde iz bırakır?

Bazı kitaplar için deriz ki: “Bu olağanüstü bir kitap çünkü harika bir hikayesi var.” 

Senaryo hocamız bize demişti ki, dünyada aslında 33 çeşit senaryo vardır ve hepsi bunun türevlerinden oluşur. “Ne kadar azmış…” diye düşünmüştüm. Ama gerçekten öyle olduğunu zamanla fark etmeye başladım. Olmayan bir hikaye yok, sanki hepsi anlatılmış. Anlatan ve hikayenin yaşayanları farklı oldukça da hikaye çeşitleniyor aslında. Demek ki anlatıcı dediğimiz yazar, önemli... Hem de çok önemli… Dili sade mi, büyüleyici mi, realist mi, romantik mi, diyalogları çok mu güçlü? Nasıl yazıyor ve nasıl anlatıyor? Bana anlattıklarını yaşatıyor mu? Düşündürüyor mu? Ben de kahramanla birlikte çözüm aramaya başlıyor muyum? Yani kısaca, hikaye daha okumaya başladığımda beni kavrıyor mu?

Madem ki tüm kitaplar, daha önce anlatılan hikayeleri yeniden kendilerince anlatıyorlar, o halde neden bazıları sıyrılarak öne çıkıyor? Bunu sağlayan ne? 

Bence, yazarın anlatmak istedikleri ve okuyucunun o yazarın kitabından aldığı zevk, birbirini tamamlamaya başladığında, bizim için o kitap ve o yazar unutulmaz oluyor. Yazar için önemli olan anlatabilmekse, okur için önemli olan yazarın beyninin kıvrımlarında gezinebilmek... 

Başka bir konuda buluşmak üzere… 

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi