KATRAN KOKUSU
İkindi güneşi ağır ağır akıyordu dağların ardına. Tatlı bir esinti bahçedeki iğde ağaçlarının kokusunu ortalığa yaydı. Safiye bu içli kokuyu uzun uzun çekti içine ve baygın gözlerle akşama dönen güneşi izlemeye koyuldu. Sanki gökyüzü bir tuvaldi de Tanrı onu paletine daldırdığı fırçasıyla bir uçtan bir uca kırmızıya boyuyordu.
Tanrı deyince buruldu, derin bir iç çekti, kırgındı Tanrı’sına. Bu yüzden kaç gündür ağzına doğru düzgün bir şey koymamıştı. Kendisini gördüğünden emin bakışlarla başını sakince yukarı kaldırdı gökyüzüne doğru ofladı. Ona içinin kırgınlığını göstermek istiyordu. Onca duasını neden karşılıksız bırakmıştı?
Tam beş yıldır İsmail’e bir döl verememişti. Bütün yaşıtları çoluk çocuğa karıştı. Ahırdaki koyun bile ikiz doğurdu da bir o doğuramadı. Alt tarafı bir avuç toprağı karıp ruhunu karnına üfleyiverecekti. Şu ağaçların meyvesi kadar meyve istemiyordu ki topu topu bir tek meyveydi vereceği. Hikmetine diyecek yoktu doğrusu.
Göğün bağrında gri bir topa dönüşen büyük bir yağmur bulutu belirdi. Hanımannesi ve halasının konuşmalarından sıkılıp dışarı çıkmıştı ama göğün sel kapısı açılmadan içeri girse iyi olacaktı. Sert bir esinti katran karası saçlarını yüzüne dağıttı.
Dağlardan gelen çam kokusu iğde kokusunun getirdiği hüznü bastırdı, yerini ferah bir serinliğe bıraktı. Safiye içeri girdiğinde hanımannesi ve halası bir olmuş yine aynı konuyu konuşuyorlardı. Döl tutamaması nasıl da bu kadar iki ailenin en önemli meselesi haline gelip çıkmıştı?
- Vardır bu işte de bir hayır, Yüce Allah’ın dediği olur. Yaradan ister bizi elinde hamur gibi yoğurur ister dalımıza bir evlat kondurur. Şükürler olsun, bize kondurduğu gibi bir tanecik de evlatlarımın dalına kondursun.
Bu büyük sorun karşısında metanetliydi hanımanne. İki sülalenin yaşadığı bu büyük trajediyi göğüsleyebilmek için kendi can yangısının üstünü örtüp oğlunu ayrı, gelinini ayrı, kocasını ayrı idare ediyordu. İsmail akşamdan kavurduğunu sabaha savuran adamın tekiydi. Hem belki bir evladı olursa kendine çekidüzen verirdi. Boynunu büktü ve yıllardır doktor doktor gezdiklerini, iltihaptan başka hiçbir şey olmamasına rağmen ve üstelik “ıh”demeden o koca koca iğneleri vurulmasına rağmen bir türlü döl tutmadığını başa alıp alıp bir daha anlattı. “Ih demeden” diyordu ya, Safiye alınmasın diyeydi; yoksa her iğneden sonra iki saat sızlanırdı.
Nurdan herkesin yakından takip ettiği bu hikâyeyi başa sarıp hanımanneye anlattıran duygunun çaresizlik duygusu olduğunu biliyordu, aynı çaresizlik duygusuyla o da sessizce dinliyordu. Yeğeniyle aynı kaderi yaşamış biri olarak bu çaresizliği iyi tanıyordu lakin kendini onlar kadar çaresiz hissetmiyordu.
- Baharı kucaklar gibi kucaklayacak Safiye de bebeğini. İyi dinleyin beni. Kocakarı ilacı deyip geçmeyin. Kaç yıldır doktor doktor gezdiniz işe yaramadı. Eskiden doktor mu vardı? İnat etmeyin gelin benim dediğimi yapalım.
Kadınsı dokuya ait değildi sesi. Tanımayan biri olsa arkadan bariton sesli bir erkeğin dublaj yaptığını zanneder, gerçeği fark edince şaşkınlıktan dilini yutmuş gibi lâl olurdu. Yalnız hükümet gibi kadındı Nurdan. Elli-ayaklı, on parmağında on marifet olduğu oturuşundan bile belli olurdu.
Amazon kadını gibi iri yarıydı, değirmen taşını andıran elleriyle tuttuğunu un ufak ederdi. Maşallah, yukarıdaki Nurdan’ın kaslarına öyle bir güç vermişti ki koca elleriyle ve izbandut kollarıyla dünyanın onca işini tutmak için yeryüzüne gönderilmiş bir hizmetçiye benziyordu. Dudaktan yiyen yanaktan belli olurmuş ya, onun da kılcal damarları belirgin yanaklarında adeta iki alev topu yanıyordu. “Kız halaya çeker”derler, külliyen yalandı. Safiye’yi görsen nasıl ince nasıl naif…
İleri git desen göz pınarları hemencecik dolar, dudağı Türkan Şoray dudağı gibi titremeye başlardı. Olduğu yere hamur gibi yığılıp bir ağlarsa alimallah kolay kolay kimse teselli edemezdi. Bu hassaslığından mıdır nedir, adımlarını her zaman düşünerek atardı. Gerçi “Akıllı düşünene kadar deli vurur yatırır” derler ama, olsundu her insan gibi o da kendi beğenirdi.
Safiye tükenmiş bir vaziyette konuşulanları dinlerken “kocakarı” kelimesini duyunca halasının bulunduğu ortamı kaç yüzyıl geriye götürdüğünü hesaplayamadı bile. Ela gözlerini yanan odun çıtırtılarının geldiği şömineye dikmiş, konuşulanları Diyanet Radyosu’nda ilahi dinler gibi dinliyordu. Bir yandan da herkesi böylesi dert sahibi yapan baba çıkasıca rahmini karnından söküp ateşe atmak istiyordu.
Arada halasının bariton sesiyle irkilip kendi çocuklarını bu kocakarı ilacıyla nasıl da kolayca doğurduğunu dinliyordu. Daha fazla doktor kapısı eskitmek istemeyen Safiye, bir müddet sonra içine kaçmış sesiyle “Kabul; neyse o kocakarı ilacı, yap hala.” dedi.
Gözleri ışıldadı otacı Nurdan’ın. Sevinçle ellerini birbirine sürttü, yapılacaklarını baştan sona bir bir anlatmaya koyuldu. İlk evvela regl döneminin bitmesi beklenecek; sonra da İsmail, Nebiyan Dağı’nın yolunu tutacaktı. Dağın eteklerinde elvan elvan çiçeklerin, çeşit çeşit bitkilerin arasından dağ menekşesi toplayacaktı. Diğer çiçeklerle karıştırmayacak; onu pembesinin tonundan şıp diye tanıyacaktı.
Eflatuna çalan bir pembeydi bu. Ortasında da yıldız şeklinde koyu eflatundan bir halkası vardı. Her kökte birden fazla çiçeği olurdu. Beş, on, on beş, yirmi çiçeklisi bile bulunurdu. Saksı menekşesi gibi kadifemsi değildi; bu noktaya da dikkat edecekti. Yerin altında onlarca kökün bağlı olduğu bir de soğanı olurdu. Asıl işe yarayacak olan da oydu. O yüzden soğanını zedelemeden çıkarmalıydı. Bir de katran lazımdı. Evde var mıydı? Vardı. Kâfiydi, başka da bi şeycik istemezdi. Allah’ın izniyle dölsüz Safiye tez zamanda döl tutacaktı.
Vakit oldu gün ağarmadan İsmail’in iri mavi gözleri açıldı tavana dikildi. Bunca zaman Safiye’ye döl veremeyen belki kendisiydi; onca doktor gezdikten sonra şimdi de dölünü Nebiyan Dağı’nda mı arayacaktı? “Aramak” kelimesinin onun bildiği kadar basit bir tanımının olmadığını bu beş yıllık süreç ona öğretmişti. Bazı menziller sanki milyon yıl uzaklıktaydı.
Otacı Nurdan belki haklıydı, belki bu yol gerçekten Nebiyan Dağı’ndan geçiyordu ama korkuyordu menzile varınca bunca yol yorgunluğuyla vardığı yerde dağılmaktan. Dağılıp parçalanmaktan… Her ne bulacaksa bulduğundan bi şey anlamamaktan. Hem aramak mıydı elzem olan, bulmak mı? Hayal miydi güzel olan yoksa gerçek mi, bundan emin değildi.
Nebiyan Dağı’ndan püfür püfür esen rüzgâr perdeyi araladı. Dışarıda üşütmeyen ama ısıtmayan bir hava vardı. Dağın tepesinden kar kalkmazdı daha, üstünü sıkıca giyindi ne olur ne olmaz diye yün çoraplarını çantasına atıp yola koyuldu. Kaşkolü yanına almakla akıllılık etmişti yükseklere çıktıkça hava serinlemeye başladı. Yalnız Nebiyan Dağı da dağ değil, harikalar diyarıydı. Ağaç dallarına gizlenmiş kimi kuşlar şen şakrak şarkı söylüyor kimisi uzun hava çekiyor, ritim tutan çekirgelerse bu orkestraya eşlik ediyordu.
Baharın gelmesiyle dağın etekleri renk renk çiçeklerle donatılmıştı. Sanki Yaradan Nebiyan’ı cennetten bir köşe niyetine yaratmıştı. Bütün çiçekler güneşin altında, uykusunda gülümseyen hatta arada bir esneyen çocuk yüzü gibi ılık ılık İsmail’e bakıyordu.
Hangisiydi kendisine döl verecek kahraman? Rengi ne şebboylar kadar koyu pembe ne kuşburnu çiçeği kadar açık olmalıydı. Dağ menekşesini başka çiçeklerle karıştırıp bir çuval inciri berbat edemezdi. Her pembe çiçeğe daha yakından bakmaya başladı. “Ah! İşte!” dedi. Pembesi ne çoktu ne de azdı; hafif eflatuna çalıyordu. Yüzeyi saksı menekşesi gibi kadife de değildi.
Sevinçten büyüyen gözbebeklerinin ortasında parlayan eflatun ışıltı, mavi göklere çekilmiş iki ayrı bayrak gibi ağır ağır dalgalandı. Otacı nasıl sökmesi gerektiğini de anlatmıştı. Kılına zarar getirmeden, yaprağını dahi incitmeden kamasını köküne daldırıp çiçeğin soğanını zedelemeden çıkarmalıydı. Dağ menekşesinin kökünde arpacık soğanına benzeyen bir soğanı olurdu.
Nurdan’ın demesine göre bu küçük soğan döl yolunun kapısını açacak yegane bitkiydi. İsmail itina ile önce etrafını temizlediği menekşenin köküne kamasını daldırıp soğanını zedelemeden menekşeyi çıkardı. Arpacık soğanı gibi bir soğan hayal etmişti ama küçük bir patatese benziyordu. Aradığı ellerindeydi artık…
Nurdan “aferin” dedi İsmail’in geniş omuzlarına vurup…
“Doğru çiçeği bulmuşsun aferin!”
Vakit kaybetmeden güçlü kollarıyla sacayağın altındaki külleri bir tavaya aldı, tavayı da sobanın üstüne koydu. Menekşeyi çiçeğinden ayırıp soğanını içine attı, sihirli küresinden dumanlar çıkaran büyücü gibi yavaş yavaş karıştırmaya başladı. Çok dikkatli olmalıydı, külün sıcaklığı oldukça önemliydi. Ne eksik ne fazla; kararınca börttürüp çıkarmalıydı. Öyle de yaptı. Kızgın soğanı el dayanacak şekilde ılıttıktan sonra da ortasından kalınca bir ip geçirdi.
- Yerden göğe uzanan bir kuşak gerilidir. Aybaşı bitti mi o kuşak gevşer, kadının rahmi aşağı düşer Safiye’m. Tam zamanıdır sakın korkmayasın kuzum. Yüce Yaradan dert vermiş dermanını dağlara gizlemiş. Bu dağ menekşesi senin dermanındır bilesin. Artık bu soğanın yeri senin döl yatağın…
Safiye üst üste serili iki yer döşeğine korka korka uzandı. Otacı Nurdan soğanı döl yatağına yerleştirene kadar oyalayıcı bir sürü laf etti. Yirmi dört saat zorunlu haller dışında kımıldamadan yatmasını tembihledi. Al bir leke gelene kadar her yirmi dört saatte bir soğanı yenileyeceklerdi. Bir şaman edasıyla doğurgan kadının döl yatağındaki damarın gökteki damara bağlı olduğunu söyledi. Safiye de bu kapanan yolu açmak için ne gerekiyorsa yapacaktı. Bir süre soğuk su içmeyecek, ayaklarını fırın gibi sıcacık tutacaktı. Cesaretini toplayıp titrek Safiye’ye döndü ve sona bıraktığı bilgiyi bir çırpıda söyleyiverdi. “Bu işlem sırasında biraz sancı duyacaksın ama artık buna da dayanacaksın.” dedi ferahça.
Aman Yarabbi, ne sancı çekti ne sancı çekti. Ağrıdan yatağı yorganı ısırdı, kimsenin ondan beklemediği sabrı dölü için gösterdi. Sadece sancı olsa yine iyi, her kalktığında içinden çağış çağış safran sarısı bir sıvı boşaldı. Ortalığa yayılan kokudan burun direkleri kırılan ev ahalisi “Kurban olduğum Yaradan, şu narin Safiye’ye şifa ver de onu da bizi de bu eziyetten kurtar.” diye dualar etti, sabah akşam Yasin’ler indirdi.
Nurdan’ın demesine göre, akan bu sıvı iltihaptı. Nurdan bu, her bi şeyi bilir de, bu dane iltihapmış böyle aka aka bitmek bilmedi, iki kat döşek sünger gibi çeke çeke lop oldu da safran yine dinmedi. Lakin Nurdan’la hanımanne de yatak yorgan değiştirmekten yorulmadı. Yeter ki o döl tutsundu.
Bir gün böyle, iki gün böyle tam beş gün deyince geldi hacı yolu gibi bekledikleri meşhur leke… Safiye’nin safran sıvıları bitmiş, şişkin karnı inmiş, ayva göbeğinden dahi eser kalmamış, ortaya çıkan diri memeleriyle zekât keçisi gibi kalıvermişti. Nurdan tüttüre tüttüre son bir soğan daha börttürdü. Bu kez soğanın göbeğine biraz katran koydu.
- Eğer katran kokusu ağzına gelirse sevin de göbek at, hamile kalırsın o zaman. Bu bütün iltihaptan arındın, hücrelerin paklandı, damarın gökteki damara bağlandı demektir. Lakin katran kokusu ağzına gelmezse o zaman kork. İçindeki damarla gökteki damarın yolu kapalıdır; işte o zaman bil ki ne yapsan çocuğun olmaz…
Korktu Safiye. Ya katran kokusu ağzına gelmezse, ya İsmail’e döl veremezse ne yapardı? Türkan Şoray dudaklarını salardı artık. Ondan sonra da ayağına reisicumhur gelse teselli olmazdı. Hem bu defa Yaradan’ına iyice gönül koyardı. Üstelik bunca acı yanına kâr mı kalacaktı?
Evde endişeli bir bekleyiş başladı. İsmail’in içindeki gerilim avuç içlerinde atmaya başlayınca erkenden gitti yatağına yattı. Safiye Elemtere’den Kuleuzü’ye, Sübhaneke’den Elham’a kadar ezbere bildiği bütün duaları ederek uyumaya çalıştı. Nurdan ve hanımanne ise son Yasin’leri okuyup uyumadan önce her şeyin hayırlısını Allah’a havale ettiler.
Safiye kuşların cıvıl cıvıl ötüştüğü bir sabaha ağzında ağır bir kokuyla uyandı. Ardıç ağacının odunsu kokusuydu bu. Sevinçle gözlerini açtı avazı çıktığı kadar “Hala!” diye bağırdı. Nurdan hemen fırladı yataktan, kam gibi yürüdü, yeğeninin başına ızbandut gibi dikildi. Safiye’nin ağzındaki katran kokusunu gözlerinde parlayan iki yıldızdan bildi.
“Tamam!” dedi.
“Kuzum geçmiş olsun sen bu işi oldu bil.”
Tam dokuz ay önce kızlarına ördüğü menekşe rengi patikleri giydirirken…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz