ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 05-11-2024 15:30   Güncelleme : 05-11-2024 19:27

İstanbullu Efe / Serhat Köklü

Serhat Köklü -İSTANBULLU EFE

İstanbullu Efe / Serhat Köklü

İSTANBULLU EFE

​​​​                                                                   Emin’e…

“Napıp durun bizim oğlan?” dedi kekremsi, baharatlı sesiyle... Değnek gibiydi Emin Dedem; zargana balığı gibi incecikti. 90 küsur yaşındaydı.

Küsur diyorum, zira ne zaman doğduğu, nüfus kütüğüne ne vakit yazıldığı belli değildi; çok dinçti, her bir işini kendi görecek ve kimseye muhtaç olmayacak kadar sağlıklıydı: “Çok şükür oğlum.” derdi. Çok överdim onu, yüzüne yüzüne överdim; o da utanır, mahcup vakarıyla ve tevazusuyla  “Çok şükür” derdi.

Ben onun torununun kocasıydım. Damatlarıydım. Köylerine ilk gidişimde kapının önünde ayakta karşılamıştı beni; nefesini yaşlılara özgü bir idarelilikle kullanarak usulca “Hoş geldin evimize oğlum.” demişti. Geçmiş senelerin acımasızca buruşturduğu elini başıma götürürken “Sağ ol” demişti. Üç oğlu arasından adı Salim olanla, yani kayınpederimle yaşıyordu.

“Salim”i lenf kanseri olduğunda çok içerledi, çok üzüldü, ağladı “Allah benim canımı alsın, sırada ben varım.” dedi. Duası kabul oldu. Salim 4. Evre Lenfoma’ydı, kanser son evredeydi, uzak organlara hatta omurilik kemiğine kadar metastaz yapıp sıçramıştı, o zamanlar onu biz aldık, Kartal Araştırma’ya  götürdük, doktorlar hevesimizi kırdı, kemiklerinin birkaç ay içinde kırılacağını ve öleceğini söylediler ama karşımıza evvelki kötü doktorların aksine bu kez iyi bir doktor çıktı, Salim de yılmadı, inat etti, kanseri  yendi. 1 yıl sonra da köyüne döndü. İyileşmişti; Emin Dedem onu titrek, güçsüz ama iştahlıca sıktı, yanaklarından öptü ve “Şükür oğlum, çok şükür” dedi. Dileği kabul olmuş, oğlu bu bir yılda ölümle zeybek oynamış, 25 kilo vermiş, rengi değişmiş, aldığı palyatif radyoterapilerin yan etkisiyle belinde katlanılmaz acılar oluşmuş bir kanser gazisi olarak geri dönmüştü. Yaşama inadı hayata galebe çalmıştı Salim’in…

​​Salim’in hikâyesi başka bir hikâye… Yıllar sonra o kahpe hücrelerin uyanıp da geri gelmesi, filmi tekrar başa sarmak; bu sefer çok daha zor bir tedavi süreci cehennemine yeniden düşmek, kemik iliği nakli olmak, dayanmak, yine ölesiye dayanmak, bir bebek gibi yeniden doğmak, kendi kök hücrelerinden yeniden yaşama tutunmak, hatta simsiyah yepyeni saçları çıkacak kadar ikinci bir doğuş…

Ama yine birkaç yıl sonra bu sefer yine yakalambacını oynarken kazanan ölüm,  çoklu organ yetmezliğiyle sonlanan acılı, sabırlı, inadına bir yaşam…  Dedim ya, o başka bir hikâye…

Ben Emin’i anlatacağım.

​​“İnek, binek, dünek!”

Bu üç şeye çok önem verirmiş dedem...

3 kelimeyle özetlenmiş bir hayat manifestosu adeta... Sanırım inek iş güç sahibi olmak, binek ise mal, akar demek ve dünek ise ev anlamına geliyor. Ev, Egeliler için mühim… Erkek mutlaka ev sahibi olmalı, kızları aç açıkta kalmamalı, adeta bir emniyet sübabı... Erkek tarafı ev alıyor, karşılığında kız tarafı yatak odası hariç evin neredeyse bütün eşyalarını düzüyor. Âdetleri eleştirilebilir belki ama aslında tamamen evlatlarını korumaya yönelik… Aydın yöresinden bahsediyorum. Yenipazar İlçesi’nden Hamzabali Köyü’nün kahvehanesinde bütün arkadaşlarını kaybetmiş Emin Dedem.

Çayını titrete titrete yudumlarken, günde yalnızca 3 tane içtiği  sigarasını tüttürürken “Bütün arkadaşlarım öldü Serhat, en son iki yıl evvel Bahri öldü.” derken sanki tevekkül Allah’tan, n’apalım çağırırsa yanına, heveslisi değiliz bu dünyanın der gibiydi.

​Ben doğma büyüme Bursalıyım, balkon çocuğu dedikleri cinsten pencere önü çiçeği gibi yetiştim, şehirliydim bu yüzden köy kültürüm yoktu, köy hayatına da hem yetiştiriliş hem de mizaç olarak çok yabancıydım, eşimin köyüne her gidişimde hele ilk zamanlar oldukça zorlandım, işte tam da burada dedem kurtarıcım olurdu; o benim oradaki  en iyi arkadaşım, hikâyelerini zevkle dinlediğim “zaman yolcusu” dedemdi.  Köyde zaman çok ağır geçerdi ama dedemle zamanda bir kırılma yaşar ve onun kendi tarihi gerçekliğine doğru bir yolculuğa çıkardık. Özellikle hayatından bir kesiti, beni oldukça etkilemişti. Bacağında çıkan derin çocukluk yarası ve İstanbul macerası…

​Bazen hayatta yapacağımız tercihler, geri dönülemez yeni hayatlara götürür bizi… Her bir seçiş, aslında bir vazgeçiştir; her bir bitiş, yeni bir başlangıçtır. Bana fırsatmış gibi olan, belki sana cezadır; sana kazanç gibi görülense belki bana kayıptır. Emin’in hikâyesindeki gibi… “Serhat, oğlum” dedi, eski ama tertemiz düz, açık kahve rengi, uzun kollu gömleğinden sarkan damarlı kollarını iki yana açarak... Boğazına kadar ilikliydi gömlek düğmeleri, adem elması zayıflığından iyice belli olurken, o konuştukça ileri geri hareket ediyor ve son düğmesiyle savaşıyordu yavaşça…

Eliyle 4 işareti yaparak “4 sene yaptırdılar bana askerlik, aslında 8 idi ama ben sakattım diye 4 sene yapıp dönüverdim gari.” dedi haylaz bir edayla gülümseyerek… Paçaları kısaltılmış pantolonunu sıvadı ve sağ kaval kemiğinin üstüne kadar sıyırdı, kendisini 90 küsur yıldır taşıyan emektar, beyaz, çelimsiz bacağı görünüverdi. Kaval kemiğinin ortasında yuvarlak, yassı, büyük bir çukur bölge vardı, yanlış kaynamış bir kemik kırığının üstünde bir anomali, bir difüzyon vardı; “Oğlum” dedi “O zaman çocukkene bu ayağım çok yaralar oldu, mikroplar kaptı, iltihaplanıverdi, cerahat akıttı, anam baktı, belki 2-3 sene bakıverdi anam, hiçbir iş yapıveremez oldumdu, hiç hayretmez oldu bu ayak, inceleyazladı, bi kemikten ötesi gari tutmaz oldu eti, koptu kopacak gibiydi, anamgil baktı, merhemler edildi, ilaçlar edildi, enaberi (öteberi, eşya) alınıp çerçiden buhurlarlan, aktardan nebatatlan tedavi oldum, Allah yüzüme güldü, koptu kopcek denen bacağım kaynadı, ama gene de bana askerliği sakatım diye 4 sene yaptırıverdiler.” dedi.

​​​ -Askerde zorladı mı seni bu bacak?
 -Yok, zorlamadı, çocukluğumdan beri dert olup dururdu ya, alışık idim o yüzden rahatsız etmedi.”
​​​-Nerede yaptın dede askerliği?
-İstanbul’da.
-Ne, İstanbul’da mı?
-He, Kadıköy.
- ………………

Şaşırmıştım…

Ben de İstanbul’da yaşamıştım; okumak için 19 yaşında Bursa’dan kalkıp İstanbul’a 90’lı yılların ortalarında ailemle göç etmiştim. Göztepe’de okumuş, öğretmen olmuştum. Mesleğimi İstanbul’da elime almıştım. İstanbul’da yaşamayı, oranın havasını solumayı hep bir ayrıcalık, -belki anlamsız ve saçma da olsa-bir imtiyaz olarak görmüştüm. Dedem Kadıköy diyordu ve benim için Kadıköy çok önemliydi, kıymetliydi. Kadıköy benim en güzel hikâyemdi.

–Nasıl ya dede? Bilmiyordum şaşırdım valla.
–He, askerde çok rahat ettim oğlum, orada bi asteğmenimiz vardı, Hasan Asteğmen... Bana çok iyi davrandı, çok severdi beni… Beni çarşı izinlerinde gezdirirdi. Doğma büyüme İstanbulluydu. Eczacılık yapıp dururlarmış. Kadıköy’de eczane dükkanları vardı. Askerlik bitince bana çok ısrar etti, “bizim oğlan” dedi, “gel sana bu eczacılığı öğreteyim, gel yanımda çalış, kalfam ol, yol arkadaşım ol, kardeşim ol.” dedi.
–Kabul etmedin mi dede?
–Çok ısrar etti, ben de çok istedim Serhat, lakin anam köyde yalınızdı, babam ölük idi, kimi kimsesi yok idi, onu orada bırakıp da burda kalamazdım.
-Ve döndün köye değil mi dede?
–Döndüm oğlum be! Dönmeyip ne edecen?

Aydın. Yenipazar. Hamzabali…1940’lı yıllar…9.Hariciye Koğuşu Peyami’si misali marazi, çileli bir yaşam... “Sol Ayağım” romanından fırlarcasına sabır bohçası misali kendini öldürmeyen şeyden güçlenerek çıkmış bir adam…

Emin Dede…

Hasan Asteğmen…

Sözüm ona 8 sene değil de, lütufmuş gibi sunulan 4 senelik, indirilmiş askerlik… İstanbul. Kadıköy… 40’lı yıllar… 40’lı yıllar İstanbul’u, Kadıköy’ü... Zamanda kırılma… Zamanda yolculuk... Tekrar köy odası, Emin Dedemin bütün düğmeleri ilikli tertemiz gömleği, kekremsi köy beyazı sesi, kendimi huzurlu hissettiren, başıma götürdüğüm nikotin kokulu buruşuk eli… Çocukken yaşadığı acılarla adamlaşmış, adamlaştığında ise adamdan acılarıyla çocuklarını yaşatmış, kendine kendi halinde halis kendinden bir yaşam yaratmış bir efe… İstanbullu Efe…

İstanbullu Emin…

Geleceğe Dönüş (Back to The Future) filmindeki Michael J. Fox gibi, profesörün zaman makinesiyle geçmişe gitsem, Emin’i görsem orada…

1940’lı yılların İstanbul’unda, onunla tanışsam, elini omzuma atarak  Kadıköy’ün, Bahariye’nin, Boğa Heykeli’nin (o zamanlar varsa tabi), Moda’nın, Feneryolu’nun caddelerinde dolaşsak…

90’ların İstanbul yolcusu Serhat ile 40’ların İstanbul yolcusu Emin’in yolları kesişse… Desem ki Emin’e “Emin’cim, dönme köyüne, Hasan Asteğmen’i dinle, Kadıköy’de kal, belki de İstanbul’un sayılı Eczacılarından olacaksın, değme ilaç şirketlerinden birine sahip olacaksın, hem zengin de oluverirsin belki, ömrün boyunca bu memleketin belki de en güzel yerinde yaşayacaksın, iyi düşün” dese.

Biliyorum ki o yine de “Olmaz” diyecek.

“Olmaz arkadaş, olmaz bizim oğlan! Annem var olmaz, köyüm var, Madran Dağı’mın buzlu suyu, Yenipazar’ımın vişne şerbetli kar helvası var, olmaz Serhat, Halep işi kayıntı pidem var, saf zeytin yağımız var, şimdi hiçbi şeyim yok ama sürülcek tarlam, güdülcek hayvanım var belki, Salim’im, Sami’m, Sadık’ım var, Hanım’ım var, şimdi yok belki ama bakarsın bunların hepsi tastamam var olacak, değiştirme zamanın akışını, karışma bana, var git yoluna, çok şükür hem…”

Giderim yoluma Emin… 2016’da senin terki diyar ettiğin gibi... İyi bir namla, hayır duayla...

İyi ki tanıdım seni, bak ne kadar ortak noktamız vardı, İstanbul gibi, farklı zamanlarda olsa da…
Annene, hanımına, Salim’ine ve nice sevdiklerine kavuştun orada… Sen bir köylü için nasıl bu kadar  zarif, kibar, asil ve naif olabilirsin diye düşünürdüm hep…

Ee, sen bizden çok önce varmışsın İstanbul’a, alıvermişsin gari, havasını, suyunu; Madran Dağı suyu gibi olmasa da…

Editör: Deniz İmre

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi