İNSAN…. NE İLE?
Onuncu doğum gününün üzerinden üç gün geçmişti. Küçük çocuk, yorgunluğun da etkisiyle yatağına yapışmışcasına uyuyordu. Başına “şaaap!” diye çarpan sinekliğin sızısı ve sesiyle birden zıpladı, yatağından… Doğruldu...
Başucundaki, elinde sineklikle evin Alman uşağından başkası değildi. Sinekliğin darbesiyle ezilen sinek zemine yapışmıştı; ama öte taraftan sinekliğin çarptığı ve komodinin üzerinde duran ufak melek heykeli de sallanmış; fakat çocuğun son andaki atikliğiyle düşüp kırılmaktan kurtulmuştu. Kızgın gözlerle uşağa bir bakış attı, sonra düşünmeye başladı:
“Neden beni rahatsız ediyor ki bu uşak? Hem, ben küçük değil miyim, neden gidip ablamın başında uçuşan sinekleri kovmuyor da, illa da ben? Tiksinç adam!!!”
Çocuk birden neler düşündüğünün daha da farkında bir edayla, kendine kızarken buldu kendini…
Pişman oldu…
“Ne de iyi bir insan aslında! Bizi de çok seviyor ve ben onun hakkında böyle kötü şeyler söyleyebiliyorum, yazıklar olsun bana!”
Ağlamaya başladı; uşak odadan çıktığında küçük ayaklarına çoraplarını geçiren çocuğun ağlaması da biraz dinmişti…
Oldukça varlıklı ve toprak sahibi olan bir ailenin oğluydu çocuk… Beş kardeşin dördüncüsüydü…
Babası savaş gazisi; annesi ise bir prensesti. Malikhanelerinde uşaklar, aşçılar, bahçıvanlar ve her türlü yardımcıdan bolca bulunurdu… Okulla arasının iyi olduğu söylenemezdi, küçük çocuğun… “Öğrenmekten aciz ve isteksiz” olarak görmüştü öğretmenleri onu hep… Oysa oldukça zekiydi…
iki yaşındayken annesi; dokuz yaşındayken de babası öldü. Kardeşleri ve akrabaları tarafından büyütüldü küçük çocuk…
Ve onca zenginliklerine rağmen, o zenginlikten payına düşeni almayı hep reddetti o çocuk; Nikolay… Dünün Nikolay’ı…
Ama sonrasında “edebiyat dünyasının en mutsuz insanı” olarak anılacak; kimilerinin aslında ikisinin hiç tanışmadıklarını söylediği; ama bazılarına göre de hakkında Dostoyevski’nin “onun gözlerinde binlerce göz vardı” diyerek bahsedeceği; Rus edebiyatının en büyüğü, “çirkin yüzlü” Tolstoy’dan başkası değildir, işte o küçük çocuk…
Oldukça zengin ve mutlu başlayan hayatı, ne yazık ki, eşinden ayrılıp gittiği bir kasabada; tren istasyonunda zatürre nedeniyle son buldu…
Onun hayatını ilk okuduğumda, aileden gelen zenginliği reddetmesi, hatta onu fakirlere ve köylülere dağıtacak kadar ileri gitmesi oldukça tuhaf gelmişti bana… Sıradışı yaşamına bir başka örnek de, “Hristiyanlığın yeni bir yorumu” söylemiyle giriştiği yeni din arayışıydı. Hiç Nobel kazanamaması da hayatının garip bir tesadüfüydü, belki de… 67 yaşında bisiklet sürmeyi öğrenen Tolstoy’un bu azmi, daha sonra ondaki bu azmin altını çizen “Tolstoy’un Bisikleti” söylemine dönüşecekti…
Lev Nikolayeviç Tolstoy, “İnsan Neyle Yaşar?” adlı kitabındaki öykülerden birinde, fakir ayakkabı ustası Semyon’u anlatır bizlere...
Kısaca şöyledir öykü…
Ayakkabıcılık yaparak evini geçindiren Semyon, karısı Matryona ve çocuklarıyla yaşar. Maddi durumları hiç de iyi değildir. Semyon, karısıyla ortaklaşa bir gocuk giymektedir ve bu gocuk yırtılınca Semyon biraz para biriktirip yenisini almaya gider ama parası gocuk almaya yetmez. O da paranın bir kısmıyla votka alır, içer. Eve dönerken de kilise duvarının dibinde çıplak, genç bir adam görür, ilk başta umursamaz; ama vicdanı galip gelir, döner ve adamın yanına gider. Gocuğu çıkarıp adama giydirir, sonra onu da alıp kendi evine götürür. Sokaktan getirdiği bu adamın adı Mihail’dir. Karısı Matryona başta Semyon’a kızmasına rağmen, sonra adama acıdığından bir şey demez; evlerindeki son ekmeği de Mihail’le paylaşırlar.
Semyon, Mihail’i yanına çırak alır ve ona ayakkabı yapımını öğretir. Zamanla iyi bir usta olur, Mihail de… Namı yayılır; o kadar ki, civar köylerden dahi ayakkabı yaptırmak için gelenler olur. Bir gün hırçın bir bey gelir, kaliteli bir Alman derisi getirmiştir yanında…
Ayağına çizme ister ama bir şartı vardır: derisi bir sene çatlamayacaktır! Bey, “deri çatlarsa sizi hapse attırırım” der. Semyon tereddüt eder ama Mihail’in teşviki ile işi alırlar. Mihail deriyi kesip biçer, bir çift terlik yapar. Semyon şaşırır, sipariş bir çift çizmeyken, Mihail bir çift terlik yapmıştır… Derken, beyin uşağı gelir. Uşak, beyinin öldüğünü, ölüye giydirmek için deriden bir çift terlik yapmalarını ister, Semyon zaten yapmış olduğu terliği verir.
Mihail’in Semyon ile olan birlikteliği 6 seneyi geçer. Bir gün dükkana bir tüccar karısı ve ikiz kızları gelir; kızlardan birinin sol ayağı topallamaktadır. Kadın ikizleri evlatlık aldığını, kızların asıl babalarının düşen ağaç altında kalıp öldüğünü, adamın ölümünden üç gün sonra kadının tek başına doğum yaptığını anlatır. Kadın doğumdan sonra ölmüş, ölürken de topal kızın ayağına düşmüştür. Önceden bir çocuğu olduğunu ama öldüğünü söyler. Bundan sonra Mihail güler.
Semyon şaşırır. Altı senede bu Mihail’in üçüncü gülüşüdür.
-Birincisi, Matryona o gece yemek verince…
- İkincisi, hırçın bey çizme yaptırmaya gelince…
- Üçüncüsü de, kadının ikiz kızların hikâyesini anlatışından sonra…
- Semyon nedenini sorunca Mihail “Tanrı beni affetti.” der. Semyon anlamayınca, Mihail de hikâyesini anlatmaya başlar.
Mihail önceden melek olduğunu, Tanrı’nın kendisini cezalandırdığını söyler. Tanrı, Mihail’i ikizlerin annesinin canını almak için gönderdiğinde Mihail, yeni doğum yapan kadına acımış ve kadının canını almamıştır. Tanrı da Mihail’in özelliklerini alıp, insan olarak dünyaya göndermiştir ve üç şeyi öğrenmesini istemiştir:
- insanda ne var?
- insana ne verilmemiş?
- insan neyle yaşar?
Semyon üç defa gülmesinin nedeninin, artık üç sorunun da cevabını öğrenmesi olduğunu söyler. İlk güldüğünde Matryona, Mihail’e Tanrıdan dolayı sevgi duymuştur; Mihail böylece birinci sorunun cevabını “sevgi” olarak bulmuştur. İkinci kez güldüğündeyse, hırçın beyin arkasında ölüm meleğini görmüştür ve beyin öleceğini anlamıştır; ama bey çizmeyi yaptırırken bir senenin hesabını yapmıştır.
Mihail böylece ikinci sorunun cevabını da bulmuştur, insana “neye ihtiyacının olduğunu bilme” yetisi verilmemiştir. Üçüncü kez güldüğünde de üçüncü sorunun cevabını bulmuştur, ikiz bebeklerin “annesiz ve babasız büyüyebileceği” cevabına ulaşmıştır. Mihail bunları Semyon’a anlattıktan hemen sonra birden parlar; kanatlanır, uçar, gider.
Tam da burada, öyküyü okumayı bitirince, yukardaki üç soruya tekrar bakmak için gözlerinizi üst satırlara doğru kaydırdığınızı görür gibiyim aslında… Soruları buldunuz işte; şimdi kendinize aynı soruları soruyorsunuz. Benim aklıma ise, hemen Tolstoy’un yaşamındaki kişilerle, eserlerindeki kişileri bağdaştırmak gelir mesela…
Örneğin; bu öyküdeki Matryona, Tolstoy’un gerçek hayattaki otoriter karısı Sonya’dır, bence…
Her ikisi de despot ve evde sözü geçen kadınlardır. Öte yandan sevgi doludur Matryona, tıpkı Sonya gibi…
Öyküdeki zengin, hırçın bey kendi ailesinin zenginliğiyle bağdaştırılabilir; hani tümüyle reddettiği ailesinin o zenginliğiyle...
Dükkâna gelen ve ikiz kız evlatlıklarının hikâyesini anlatan kadının durumu kendi durumudur aslında…
Kendisi de, tıpkı ikiz kızlar gibi erken yaşta öksüz ve yetim kalmış, akrabalarının bakımıyla yaşamını sürdürmüştür. Tıpkı bu öyküdeki gibi, Tolstoy da “annesiz ve babasız büyüyebileceği” cevabına ulaşmıştır. Mihail’in yansıttığı kişiliğin Tolstoy’un hayatındaki karşılığını bulmakta ise oldukça zorlanıyorum, aslına bakarsanız… Çünkü, Tolstoy bir yandan hayatın anlamını “sevgi” olarak bulup ve bu açıdan Mihail’le özdeşleşse de, öte tarafta; kiliseye sırt çevirmesi ve hristiyanlıkla ilgili aşırılıkları bu birlikteliği pek kolay kılmıyor, maalesef…
Dünya klasiklerine “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina” gibi 2 dev eseri bırakan Tolstoy’un, Turgenyev’e olan kumar borcu ödenmemiş olsa da, bu eserleriyle biz edebiyatseverlere olan borcu misliyle ve toptan ödenmiştir diye düşünüyorum.
Tolstoy’un kendisine sorduğu soruların cevabını bulduğu temennisiyle bir kez de ben sorayım sizlere şimdi dostlar;
Sahi, siz söyleyin şimdi,
“İnsan neyle yaşar?”