GÜN IŞIĞI VE ÖLÜM / 2025 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 8. ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ
Ilık bir yaz sabahıydı. Ortalık yeni yeni aydınlanıyor, küçük penceredeki parmaklıklar arasından ölmek üzere olan dolunayın, nispet edercesine gümüşî ışığı sızıyordu. Sessizliğe gömülmüş koridorda üç kişinin gölgesi süzülüyordu. Bu tekdüzeliği, ara ara postalların beton zemine sürterek çıkardığı sesler, koridor boyunca yankılanarak bozuyordu. Sesler, beton duvarlar boyunca uzuyor, sonsuza kadar gidiyormuş gibi duvarlarda eriyerek silikleşiyordu.
Üç görevlinin yürüyüşü koridorun sonunda nihayete ermişti. En sondaki hücrenin kapısı metalik bir hışımla açıldı. Sabaha kadar göz kırpmayan yaşlı adamın yüzüne tutulan lambadan gözlerindeki korku ve dehşet açıkça okunuyordu. Gardiyan içeri girerken iki asker, hemen hücre kapısının dışında, hâlihazırda bekliyordu. Gardiyan, hücrenin bir köşesine sinmiş bu dehşet içindeki adamın yüzüne tuttuğu lambayı hiç kıpırdatmadan emri verdi; “Zamanı geldi ihtiyar! Gidiyoruz!”
Ellerini arkadan kelepçelemeye çalışan gardiyana karşı koymayan ihtiyar; “Ben yapmadım, masumum ben!” diye inledi.
Yaşlı adamın bu yakarmalarına gardiyan kayıtsızdı. Ellerini kelepçeledikten sonra omzundaki yırtık elbiseden tutarak hücrenin dışına sürükledi. İki asker, bu çelimsiz ihtiyarın kollarına girdi. Adeta onu sürükleyerek geldikleri koridordan geçip kayboldular. Koridor yeniden ölüm sessizliğine gömülmüştü.
…
Dikkat kesilip şeklini, şemalini dahi hatırlayamadığı kuşların uzaktan gelen zayıf seslerini dinledi. Yattığı koğuşun duvarlarına çarpan ses dalgaları ihtiyar adamın zayıf kalbini heyecanlandırmıştı. Kaç gün, kaç yıl bu dört duvar arasında kaldığını hesap etmeye çabaladı ve hemen vazgeçti. Çünkü zayıf hafızası bu hesabı yapmasına imkân tanımıyordu. Tekrar kendisine tuhaf bir mutluluk veren seslere kulak kabarttı.
Kuş sesleri onu özgürlüğe götüren tavşan deliği gibiydi. Gençliğini, özgürlüğünü anımsamaya çalışsa da artık her şey olabildiğince bulanık ve belirsizdi. Sadece tuhaf bir mutluluk ve heyecan duyuyordu bu seslerden geçmişe dair. Oysa bedeni zihnine inat nemli, küflü dört duvarın esiriydi. Bu duvarlar arasında başını bir mengeneye kaptırmış ve her geçen gün zaman celladı mengenenin kolunu çeviriyormuş gibi hissediyordu. Ama artık kabullenmişti yazgısını.
Her sabah, köpeklerin dahi koklamaya tenezzül etmeyeceği kuru ekmek parçasını ve alüminyum bir tabakta çürümüş sıçan kokusunu andıran, neyden yapıldığını anlayamadığı kahvaltı tabağını alabilmek için demir kapıların sesini dinlemek zorundaydı. Kapıların birbirine çarparken çıkardığı gürültü artık sesten öte bu ihtiyar adamın yüzüne çarpan okkalı bir şamardı. Günde üç kez yiyordu bu şamarı. Kulaklarını, titreyen elleriyle tıkasa dahi yine de bu sesten kaçamıyor ve midesinin bulanmasına engel olamıyordu. Paslı kilit sürgülerinin gıcırtısı, tenini kazıyan bir zımpara gibi yıllarca yontmuştu bedenini. Bu seslerin bu karanlık hücredeki ekoları, beyin humması geçiren bir hastanın kulağına bağırmak gibiydi. Hasta mahkûmların gece boyu ağlamalarını, acılarını ve can verirken çıkardıkları iniltileri saymazsak buna da şükür denebilirdi...
Elini başında gezdirdiğinde keçe gibi olmuş bembeyaz saçlarının artık iyice seyrekleştiğini anlayabiliyordu. Uzun saçları, tütünden sararmış sakallarının üzerine kadar dökülüyordu. Kendi yüzünü görmeyeli o kadar uzun bir zaman olmuştu ki artık nasıl biri olduğunu unutmuştu. Gözlerini, tenini, ağzını, çenesini, kulaklarını, neye benzediğini, kendini hatırlamıyordu. Sırtında hayatın yükü niteliğinde kambur çıkmış, yüzündeki kırışıklıklar iki bin yaşındaki bir çınarın gövdesini saran kabuklar kadar derin ve elem doluydu. Ağzındaki dişlerin neredeyse tamamı dökülmüş, kalan bir kaçı ise bu ihtiyarı terk etmeye hazırlanıyordu. Üzerinde, ölen mahkûmlardan geriye kalan elbiselerden bir parça vardı. Elbise demek çok gülünç olurdu ki yırtıkları gökyüzünü süsleyen yıldızlar kadar çoktu ve kirden bir şövalye zırhı gibi sertleşmişti.
“Kim bilir ben kaçıncı mahkûmum terini emdiği bu elbisenin? Acaba benden sonra biri daha giyer mi bunu?” diye içlendi ölen, çürüyen bedenleri düşündükçe…
İyi şeyler de olmuyor değildi hani. Koğuşun tavanına yakın küçük bir penceresi vardı. Pencere uzun, loş bir koridora açılıyordu. Koridorda genelde gardiyanlar, görevli kişiler, avukatlar geçiyordu. Onların küfürlerini, kahkahalarını ve ayak seslerini duyabiliyordu. Ama bazen hava açık olduğu zaman, bu koridorun penceresinden güneş ışığı kısa bir süreliğine koridorun zeminine, duvarlarına düşüyordu. Oradan yansıyan ışık parçaları da ihtiyarın hücresine sızıyordu. Solukta olsa aydınlık ve ısı getiriyordu bu küçük pencere. Güneş, kadim dost, parmaklıkların arasından ışık kırıntılarını gönderiyordu kuş sesleriyle birlikte...
Bu durum yaşlı adamı belli belirsiz zamanlara götürüyordu. Özgürce çayırlarda koştuğunu, dağ tepelerinden masmavi gökyüzüne bakarken yüzünde meltemle birlikte gezinen güneşin tatlı ısısını, sonsuz mavilikte gezinen küçük beyaz bulutları, tutacakmış gibi hissettiği patiskayı andıran derin gökyüzünü, rüyayla gerçek arası bir tonda belli belirsiz anımsıyordu. Bunları yaşadığı en azından hatırladığı için kendini şanslı hissediyor ama çok kısa sürdüğü ve doyamadığı için de kederleniyordu.
“Tekrar güneşi görebilecek miyim? Onun sıcaklığını soluklaşmış bu yaşlı tenimde hissedebilecek miyim? Yüzümü gökyüzüne dayayıp derin bir nefes çekebilecek miyim? Ya güneşin denizde parlamasını, kuşların bu derin boşlukta uçuşunu izleyebilecek miyim?” diye hüzünlü şekilde söylendi. Gözlerini kapatırken yanaklarına aşağı belli belirsiz yaşların süzüldüğünü hissetti.
…
İdam sehpasının bulunduğu geniş avlunun üzerinde dolunay iyice soluklaşırken, neredeyse ortalık ağarmaya başlamıştı. Tan kızarıyor, kuşlar grileşmiş gökyüzünün bu ilk demlerinde sessizce süzülüyordu. Mahkemeye götürülürken dahi güneşi görmeyen yaşlı mahkûm, başına geçirilen torbaya rağmen temiz havayı ve henüz doğmamasına rağmen güneşin o kızıllığını hissedebiliyordu. Hatta tepesinde uçan kuşların süzülüşlerini, kanat seslerini bile duyumsuyordu.
Bahçede bir savcı, din adamı, askerler ile birkaç gardiyan son görevlerini yapmak için bekliyorlardı. Mahkûmun avukatı da bu ölüm törenine eşlik ediyordu.
Yaşlı adam iki asker refakatinde düşe kalka meydandaki darağacının yanına doğru götürülürken avukat; “Çok büyük bir hata yapılıyor, şu anda suçsuz bir insanın hayatına kıymak üzeresiniz” dedi istemsizce.
“Bari sen yapma avukat! Biz görevimizi yapıyoruz” diyebildi bahçede bekleyen yaşlı ve iri kıyım gardiyan. Diğerlerinin kayıtsız bakışları da gardiyanın bu sözlerini onaylar niteliğindeydi.
“Her ne kadar görevinizi yapsanız da bu sizin bir masumu öldürecek olmanızı değiştirmiyor.” Avukat, bunları mırıldanırken söylediklerini kendisinden başka duyan olmamıştı.
Kısa bir dini ritüelin ardından resmi belgeler okundu. Yaşlı adam, yerden yaklaşık iki metre yüksekte kurulan idam sehpasına çıkarıldı. Başında, geçirdikleri torba vardı hala. Kalbi hızlanmıştı. Biraz sonra olacakları hayal etmeye çalışıyor, korkudan neredeyse nefes alamıyordu. Bacaklarındaki fer çekilmiş, beynine kan gitmiyordu sanki. Ağlamaklı bir şekilde tekrardan iniltisi duyuldu; “Ben yapmadım, ben kimseyi öldürmedim!”
…
Çalıştığı çiftlikte iki çocuk ve bir yaşlı kadının öldürülmesinden sorumlu tutulmuş, gerekli kanıtlar bulunmamasına rağmen birinci dereceden şüpheli olarak tutuklu yargılanmıştı. Her defasında hapisten kaçmaya çalışması, yattığı süre boyunca kavgalar ve adli olaylara karışması da yıllarca içerde yatmasına neden olmuştu. Sonradan aleyhine çıkan birkaç şahit ile birlikte birinci dereceden cinayetle yargılanmış ve suçlu bulunmuştu. Şahitler dışında cinayetle ilgili hiçbir kanıtın olmaması, cinayet aletlerinin bulunmaması ölüm cezası almasını engellemişti. Ama yıllar sonra cinayetle ilgili aletlerin sanığın evinde gömülü şekilde bulunması onu idama götüren yolun açılmasına neden olmuştu ve yeniden yargılanmaya başlanmıştı.
Yıllarca kaldığı hapishanede nedeni bilinmeyen bir travmayla hafızasını kaybetmişti. Mahkeme koridorunda elleri ve ayakları kelepçeli şekilde yargılanmaya götürülürken ne yaptığını, neden mahkûm edildiğini hatırlamaya, anlamlı cevaplar bulmaya çalışıyor, olan bitene hiçbir mana veremiyordu.
Avukatı, elindeki belgeleri hâkimin kürsüsüne doğru uzatarak; “Gerekli doktor ve tam teşekküllü heyet raporudur sayın hâkim. Lütfen delil olarak mahkeme tutanaklarına eklenmesini rica ediyorum…
Deliller ve şahitler her ne kadar müvekkilimin suçlu olduğu yönünde bir kanaat oluştursa da müvekkilim bu suçları şayet işlemiş olsa bile hafızasını kaybetmeden önceki kimliği ve benliği ile gerçekleştirmiştir. Şu anda geçmiş kişiliği ve benliğiyle ilgili hiç bir şey hatırlayamamaktadır ve asla da hatırlayamayacaktır. Bu doktor ve heyet raporlarıyla belgelidir. Dolayısıyla siz yüce mahkemenin kararı aleyhte olursa bu sanığın geçmiş kişiliğine ve hafızasına yönelik bir karar olacaktır. Oysa şu anda sanık sandalyesinde oturan kişi bambaşka bir kişidir ve hiç bir şekilde cezayı hak edecek bir suç işlememiştir. Bahsi geçen cinayeti işlediğine dair deliller kabul edilse bile bu delillerin tümü hafızasını kaybetmeden önceki kişiye aittir. Şu an sanık sandalyesinde oturan kişi bir bebek kadar suçsuz ve masumdur. Tüm bu nedenlerden dolayı yüce mahkemenizden müvekkilimin tahliyesini talep ediyorum. Son karar siz yüce mahkemenindir.”
Salondan bir uğultu koparken hâkim elindeki tokmağı kürsüye vurarak sessizlik istedi ve duruşmaya bir saat ara verildiğini belirtti.
Mahkeme heyeti, çeşitli incelemelerin ardından yaklaşık bir saat sonra yeniden toplandı. Salon buz kesmişti. Saçları kırlaşmış, yaşlı hâkim elindeki tokmağı kürsüye vurarak mahkûma bakıp;
“Söyleyeceğiniz son bir şey var mı?” diye sordu.
“Kimseyi öldürmedim, ben yapmadım. Hem yapmış olsam da hatırlamıyorum.” diye titrek sesiyle adeta inledi.
Mahkeme heyeti bir birine baktı ve hâkim, “Karar!” diye gür sesiyle salonu doldurdu. Salondan çıt çıkmıyordu ki izleyicilerin hemen hepsi öldürülenlerin yakınları ve tarafıydı. Herkes pür dikkat hâkimin iki dudağının arasından çıkacak olan kelimelere odaklanmıştı: “Sanığın her ne kadar hafızasını kalıcı olarak kaybettiği anlaşılmış olsa da şahitler ve deliller ışığında mahkeme heyetimiz, sanığı işlenen cinayetlerde birinci dereceden suçlu bulmuş ve işlenen cinayetlerin tek faili olduğu yönünde bir kanaate varmıştır. Delillerin sabit olması, şahitlerin beyanı ve süreç boyunca, mahkûmun hal ve davranışlarından ötürü sanığı ölüm cezasına mahkûm ediyorum.”
Mahkeme salonu alkışlamalar ve sevinç çığlıkları ile dolup taşarken yaşlı adamın bacakları çözülmüş, olduğu yere yığılıp kalmıştı.
…
Titreyerek çıktığı sehpada ilmek boynuna geçirildi. Cellatlardan biri, mahkûmun ayaklarının bastığı tahta zeminin açılmasını sağlayan kapağın kolunu tutuyordu. İşaret verilirse kolu çekecek, mahkûmun bastığı kapak açılacak ve mahkûm hızla aşağıya düşecek, muhtemelen boynu kırılacaktı. Boynu kırılmasa bile boğularak can verecekti.
İlmeği geçiren görevli talimatlar gereği sordu; “Son bir arzun var mı?”
Sesi titreyen ihtiyar, boğuk bir ses tonuyla: “Başımdaki torbayı çıkarın lütfen ve güneşi görmek istiyorum. Yüzüme değsin ışıkları son kez.”
Bu infaz talimatlarına aykırıydı. Gardiyanlar ve görevliler bir birine bakıyordu. Savcının talimatıyla başına geçirilen torba çıkarıldı. Yaşlı adamın nemli gözleri kapıdan gelecek son bir habere odaklanmış gibiydi. Güneş doğmak üzereydi…
Avlunun çatısının kenarlarında tüneyen yarım düzine güvercin olup bitenlere kayıtsızdı. Ani bir sesle irkilen güvercinler, doğmakta olan güneşin aydınlattığı masmavi gökyüzüne doğru kanat çırptılar.