FERİDE ABLANIN SİYAH SAÇLARI
Serdar Ağabey’im hep böyleydi. İçine kapanık, sıkılgan, derin bir adamdı. Derinliği, sessizliğinden geliyordu. İçinde ne olduğunu bilmediğimizden onu öyle görürdük. Mahallede arkadaş ortamlarında falan böyle yayıldı ağabeyimin derin biri olduğu. Gelen geçen ona dert anlatır, akıl alırdı. Çünkü o sessizliğinin altında hikmetler görürdük, öyle bilirdik.
Mesela bizi dinler dinler; “Nasip değilmiş” derdi.
Biz bundan bile çok etkilenirdik; “Nasip değilmiş bak, öyle diyor Serdar Ağabey” der neşelenirdi insanlar.
Serdar Ağabey’imin pek dostu, görüştüğü de yoktu haliyle. Ama seveni sayanı çoktu. Her akşam eve elinde üç ekmek ile gelir, yemeğini yer, odasına çekilir ve bir şeyler yazardı. Hep merak etmişimdir ağabeyimin ne yazdığını. Annem, babamın vefatından sonra ağabeyime evin reisliğini seve seve devretti. Ağabeyim daha 20 yaşındayken üç kişilik ailemizin babası oldu. Meslek lisesi bitince üniversiteye gitmeden staj yaptığı fabrikada işe girdi, şimdi masa başı işi var. Bilmiyoruz üniversite okumak ister miydi, çalışmak iyi mi geldi? Bir kere olsun dökmedi içini, bir kere olsun sizin yüzünüzden demedi. Babamın ölmeden önce ağabeyime son lafı; “Üç ekmek al da gel Serdar.” olmuştu. O da her akşam üç ekmeğini alıp eve geldi, yetmedi faturaları ve taksitleri ödedi.
Annem, ağabeyime bu yüzden çok düşkün. O yüzden bir kere olsun evlenme lafını açmadı ağabeyime. Mahallede herkese çöpçatanlık yapan annem, ağabeyimi kimseye layık göremedi. Ya da evin babasını, bir daha kaybetmek istemedi. Ağabeyim de sessizce içine attı Feride Abla’yı.
Feride Abla komşumuzun kızı, lisede birbirlerini çok severlerdi. Ağabeyim ve Feride okula beraber giderlerdi. Sabahları okula giderken onları köşede buluşurken görürdüm. Ağabeyim, her sabah Feride Abla’yı beklerdi o köşede. Feride Abla’nın yeşil gözleri vardı. Saçları simsiyahtı, ağabeyimi bir sabah onun saçlarını öperken görmüştüm. Ondan sonra birkaç gün onun yüzüne bakamadım, onları gördüğümü anlar diye. Feride Abla da ağabeyimi seviyordu sanırım ki, o öpünce bir şey demedi. Omzuna vurdu gülerek.
Lise bitti, babam gitti. Feride Abla da üniversiteye gidince oradan biriyle evlenmiş. İşte o gün bugündür ağabeyimin güldüğünü, konuştuğunu pek hatırlamayız. İnsanların çoğu babamın vefatına yordu bunu ama ben biliyordum ki tüm suç Feride Abla’nın siyah saçlarındaydı.
Bir gün duyduk ki Feride Abla, annesini ziyarete geliyormuş. Annem demesin mi; “Bize de gelin Şükran, çok özledik Feride’yi.”
Anneme diyemedim; “Anne bu kızla ağabeyim birbirlerini seviyorlardı, üniversiteye gidince başkasını buldu, bıraktı ağabeyimi.”
Nasıl denir, ağabeyimin de haberi yoktu. Ağabeyime nasıl derim? Kimseye bir şey söyleyemeyeceğimi anladım.
Annem abimi aradı; “Gelirken beş ekmek al Serdar, misafir gelecek.”
Abim; “olur” deyip kapadı telefonu.
Kim diye sorsana adam, yok sormaz ki hiç, huyu değil. O, eğer başını önüne gelir eve. Öyle de oldu. Misafirler geldi, Feride Abla hangisi, anlamadım başta. Salona girip; “Feride, ne kadar güzelleşmişsin sen.” demeseydi annem bilemeyecektim. O siyah saçlı Feride Abla gitmiş, yerine sapsarı saçlı bir Feride Abla gelmişti.
Feride Abla’nın saçlarına bakmadan duramayarak anneme masayı kurmaya yardım ettim. Feride Abla da biraz gergin duruyordu, ya da ben bütün olanı biteni yani ağabeyimin onu saçlarından öptüğünü bildiğim için öyle sanıyordum.
“Eşin nerede Feride? O da geliyor değil mi ?” dedi annem.
“Evet abla, arabayı park ediyor. Yeni aldık da öyle ulu orta park etmez. Çocuklar top falan atıyor ya.” dedi Feride Abla.
“Ay, araban batsın!” diyemedim.
“Ya doğru tabii. Akıllı çocuk.” dedi annem.
Zil çalınca, bir ben bir de Feride Abla telaşlandık. Ağabeyim mi önce gelse iyi, Feride Abla’nın eşi mi bilemedim. Kapıyı açmaya gittim, Feride Abla da ayağa kalktı. Hazır ola geçti.
Gelen ağabeyimdi.
“Hoş geldin ağabey.” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Ekmekleri üç almışım, köşeyi dönünce hatırladım. Gideyim mi bir daha?” dedi ağabeyim.
Ağabeyim bir, şu üç ekmeği bir de, Feride Abla’yı unutmuyordu zaten.
“Yok, kuzum yok, Ferideler sağ olsun almışlar yeter onlar. İyi etmişsin.” dedi annem.
Ağabeyim, Feride ismini duyunca gözlerini yerden kaldırıp salondaki masanın yanında hazır olda bekleyen sarışın kadını gördü.
“Ferideler… Sağ olsunlar… Sarı… Almışlar.”
Ağabeyim, gözlerini hiç ayırmadan Feride Abla’ya baktı. Feride Abla, saçlarını gizlemek ister gibi arkaya attı. Ağabeyim, sol dudağını hafifçe kıvırarak tebessüm etti.
“Hoş geldiniz.” dedi.
“Hoş bulduk Serdar, nasılsın? İyi gördüm seni.” dedi Feride Abla.
“Ayrılığı hazmedememişsin Serdar, mahallede adın çıkmış. İçine kapanmışsın, benden sonra sessizleşmişsin” diyemediğinden; “İyi gördüm.” demişti.
“Öyle, şükür.” dedi ağabeyim.
Ağabeyim, ellerini yıkamaya yukarı gitti. Bu sırada zil tekrar çaldı ve gelen Feride Abla’nın eşiydi.
“Ferideler”deki “ler” ekinin Feride Abla’nın eşi olduğunu anlamıştı ağabeyim, buna rağmen evden kaçamamıştı, bir işi çıkamamıştı, gitmesi gerekmemişti. Çünkü o 16 yıldır bu evin babasıydı.
Annem, masaya bir sandalye daha getirmemi söyleyince yukarı çıktım. Ağabeyim, odasının kapısını açık bırakmıştı. Çalışma masasının üzerinde de defteri duruyordu. Sandalye alma bahanesiyle odasına girdim. Her gün bir şeyler yazdığı defterini, deli gibi merak ediyordum.
Defterin her bir sayfasında aynı şey yazıyordu.
“Açma zülüflerin yar yar yellere karşı / Senin zülfün benim benim telim değil mi?”
Gözlerim dolmuştu bu satırlara. Ağabeyim sahiden derin biriydi, sahiden unutamamıştı Feride Abla’yı. Onun siyah saçlarını.
Defterin açık kalan son sayfasında ise şöyle yazıyordu:
“Sarı saçlarına deli gönlümü / Bağlamışım, çözülmüyor, Mihriban.”