EKSİKLİK / FAZLALIK
"2.8 kilo fazlanız var. 10 euro daha ödemeniz gerekiyor."
Kadın bu sözleri söyleyince neden gülümsediğimi bilmiyor elbet. Muhtemelen kafasından her seferinde aynı düşünceler geçiyor.
Bu gençlerin hepsi aynı, birazdan tıkış tıkış hale gelmiş bavulunu kenara çekecek, elbette ki 10 euro filan ödeyeceği yok. Gerekirse üç kazağı üstüste giyecek, kitabını eline alacak - ki bu durumda el bagajının tek parça olduğunu hatırlatmam gerek - belki ayağındaki spor ayakkabıları botları ile değiştirmesi de gerekebilir.
Yazık çocuğa, bir elinde bağlama, bir yandan aşağıda benden saklamaya çalıştığı sırt çantası. Ama benim de yapabileceğim bir şey yok ki! 20kg ise 20, zaten bizim firma anca böyle garibanlardan 3-5 lira daha koparayım diyerek para kazanıyor. Ama neden sırıtıyor hâlâ bu çocuk. Valizini kenara çekti işte, tam da beklediğim gibi. Ama hiç de hoşuma gitmedi bu gülümseme.
Gülümsüyorum, çünkü '2.8 kg fazlanız var' cümlesi bana yazın yediğim baklavaları, karnıyarıkları, kaymaklı ekmek kadayıflarını hatırlattı. Hakikaten azıcık fazlam oluştu.Yine de fena sayılmam. Dışarıdan belli olmasa da pantolondan farkediyorum. Kemer bir ilmek daha genişledi. Kadının - muhtemelen - tahmin ettiği üzere, bavuldan ceketimi çıkarıyorum, bir de tişört. Bağlamanın ön gözü boş, oraya koyuyorum tişörtü. Deri ceketimi özenle üstüme giyiyorum. Sonra kuruyemişlere geliyor sıra. Bavul tekrar tartıldığında farkediyorum ki tam 3 kilo kuruyemiş çıkmış bavuldan. Anneme yapma, etme dedim, dinletemedim. Komşular hediye almışlar, çok ayıp olurmuş. Sanki komşular havalanında ellerinde X-ray cihazlarıyla benim bavulu tarayıp ne götürdüğüme bakacaklar.
Zaten bu kuruyemişleri yemeye devam edersem orada 2.8 kilo daha fazlalığım olması olası. Bavul nihayet 19.3 kiloya düştü. Aslında birazını tekrar geri koysam olur, ama üşeniyorum tekrar bavulu indir, fermuarı zar zor aç, bir yerlere tıkıştır, sonra üstüne oturup, türlü taklalar atıp kapatmaya çalış. Gerek yok. Kadının da suratı değişti zaten. Pek sevmedi heralde beni. Çıkarıp giydiğim deri ceketten olsa gerek. Daha 'piç' bir hava katıyor bana sanırım. Hoşuma gitmiyor değil.
"El bagajınız var mı?" Bu soruyu nasıl atladığıma hayret ettim. Şimdiye kadar hep temkinli davrandım, havalanında yanımda birileri vardı ki eğer bir sorun çıkarsa bağlamamı bırakabileyim. İlk elime aldığım günü hatırlıyorum hala. İlk part-time işe başladığımda, bütün maaşımı ona vermiştim. Deliğinden gelen talaş kokusunu her akşam yatmadan gizli gizli içime çekiyordum. Hayatımda kendim için aldığım en pahalı ve en değerli ilk şeydi. Tellerinde parmaklarımı gezdirmek, burgularına - ki Zekeriya Usta o burguların Afrika'nın bilmemne ağacından yaptırıldığını inatla söylemişti de ben pek inanmamıştım - bakmak en büyük keyif. Çalmasam dahi bir köşede durması güç veriyor bana.
"El bagajınız diyorum? Var mı?" Evet var tabi ki, kocaman bağlamanın sapını görmemesi imkansız zaten kadının. "Evet enstrümanınız var sanırım, alalım şöyle". Sırt çantam kadının göremeyeceği biçimde yerde duruyor. Çıkardığım kuruyemiş torbaları da hemen yanında. Bağlamayı tartıyor kadın, 'Standartlardan çok büyük' diyecek diye korkuyorum. Çünkü bundan tam bir sene önce uçağa binerken hem Pegasus'u hem de Türk Hava Yolları'nı aradığımda bağlama için bir bilet daha almamı söylemişlerdi. Uçağa kabul edemezlermiş, bagaja verildiğinde ise kırılmayacağı garanti değilmişmiş. Yine geçen yıl bu zamanlarda tırsarak İstanbul'dan check-in sırasına girmiştim. "Tamam" diyerek etiketi yapıştırıyor bağlamaya. Derin bir oh çekiyorum. Sırt çantamı çaktırmadan alıp, bağlamamı da sırtlayarak son sürat ayrılıyorum check-in sırasından. Kadın ya sırt çantamı görmedi, ya da görmemiş gibi yaptı.
Uçağa binerken acaba bağlamam problem olur mu diye içim içimi yiyor, bıraksam kime bırakacağım acaba? Bana birisi gelip de havalanında rastgele 'Şu bağlamayı size bıraksam, bir iki saate arkadaşım gelip alsa?' diye sorsa ne derim? Kesinlikle almam. Hem de ilk maaşla alınmış, oyma dut bağlama olacak. Özenle her hafta kolonyalı mendille silinen, tellerinde hem parmağımdaki nasırlardan hem de gözyaşlarımdan bulaşmış DNA izleri taşıyan bir emaneti ne alabilirim, ne de tanımadığım birine verebilirim ben. Öyle bir insan değilim.
Ama şu anda tek derdim bağlama değil. 2.8 kg fazlalığa dahil olmasa da, sırt çantamda yer kaplayan bir başka fazlalık var. Körlük isimli bu çok sevdiğim romanı - ki yıllardır saklarım, bir tek lisedeki edebiyat hocama ödünç vermişliğim var - ona getirdim. 9 sene önce hocam kitabı iki günde okumuş bitirmiş, tam da sevdiğim gibi tek bir sayfasını bile kırıştırmadan geri getirmişti. O kadına dair unutamadığım anılardan bir tanesi bu kitap. Geri verince 'Hocam acelesi yoktu' demiştim. Sanki borç vermişim, parayı geri ödüyormuş gibicesine. Söylediğim anda da ne kadar aptalca bir cümle kurduğumun farkına vardığım için utanmıştım. Bu konuyu hiç de oturup anlatamadım kadına, ama 9 yıl olmuş, liseye dair unutamadığım anlardan bir tanesi bu. Sanırım yine aynı yıl, bizi sınav yapacaktı. Alt kattaki TM sınıfı bizden bir ders önce sınava girdiklerinden, sınav sorularını alalım dedik. En azından kompozisyon konusunu öğrenmiştik : 'Güneş balçıkla sıvanmaz'. Benim için çocuk oyuncağı, lisedeyken bile sayfalarca yazabilirdim bu konu hakkında. Klasikleşmiş konular olunca mevzu, hem Giriş-Gelişme-Sonuç, sonucu bağlayan güzel bir söz, aralara serpiştirilmiş devrik cümleler... Hocanın ne istediğini biliyorum.
Herkes harıl harıl hazırlanırken Yiğit en önden bana 'Neymiş kompozisyon konusu?' diye bağırmıştı da ben avazım çıktığı kadar, onca hengamede sesimi duyurmak için var gücümle 'Güneş balçıkla sıvanmaaaaaz!' diye seslenmiştim.
O anda kapıdan giren hocayla göz göze geldik.
Bir an durakladı. İkinci ve lise hayatımda sonuncu olmayan utanışım da bu gözgöze geldiğimiz, ama bana sanki iki yıl sürmüş gibi gelen iki saniyelik ufacık zaman dilimidir. Düşünceli bir yüz hali, biraz da sanki bana siz-birazdan-görürsünüz dercesine büktüğü dudağıyla yerine oturdu, kağıtları dağıtmak üzere ön sıralardan birilerine verdi. "Kompozisyon konunuzu birazdan söyleyeceğim" cümlesi kulaklarımda çok uzaklardan geliyormuşçasına yankılanırken Yiğit ile gözgöze geldik. Elim ayağım titremeye başlamıştı o anda. Sınıftakilerin kaçı olayın farkındaydı ? Kaç kişinin Edebiyat notu benim yüzümden bir not eksilecekti acaba? Kaç kişi sınav çıkışı beni linç edecekti? Söz sanatları, yazım yanlışları gibi benim için saniyelik kısımları kafamda 'Acaba ne olacak' sorusunu da barındırarak hızlıca tamamlarken nihayet kompozisyon konumuzu verdi. Lise 1 öğrencileri için, kompozisyon yazmayı bırakın, pek de anlaşılamayacak bir cümle kurdu.
"Ötekileştiren bizin insanı azaltan birlikteliği üzerine bir kompozisyon yazınız".
Üzerimde birkaç çift göz hissettim, kafamı çevirip bakamadım onlara. Ötekileştiren biz. Biz, birilerini ötekileştiriyor muyuz? Ötekileştirilen biz miyiz? Ne demekti bu ? Ne saçma cümleydi Allah aşkına? Kulaklarım çınlamasa da, o anda küfür haneme biriken sayıların katlanarak arttığının farkındaydım.
Elimdeki Körlük romanına bakıp, attığım 20 küsür mesaj ve 10 kadar cevapsız arama sonrası kafamdan bu düşünceleri geçiriyorum. Birsen Hoca... Tey Allah'ım, çok uzun zaman olmuş, farkında değilim. 'Gelmeyecek' diyerek kitabı bırakmaya karar veriyorum. Köşedeki Simit Sarayı'nda limonatamın son yudumunu alıp, hediyelik eşya dükkanını da geçip kitapçıya giriyorum, adamdan muhtemelen belki bir daha hiç duymayacağı bir ricada bulunmam lazım,
"Pardon, biraz garip bir istek olacak ama, size bir kitap bırakabilir miyim?"
Adam yüzüme aval aval bakıyor. Tabi benim kafamda bir milyon düşünce, cümlenin devamını getiremedim. Çünkü o anda farkediyorum ki, aslında havalanında güvenlik, hediyelik eşyacılar, büfeler, Kahve Dünyası, Burger King... Hepsini geçip de D&R'a gelmemin aslında kendime bile o ana kadar itiraf edemediğim tek bir sebebi var. Kitabı almaya gelmeyecek. Sadece beni uğurlamaya değil, kitabı almaya da gelmeyecek. Benim ise o kitabı bırakmam lazım. İşte nalet olası umut. Yine insana olmadık işler yaptırıyor. Tıpkı bir gün önce yine önemi büyük olan, ona verdiğim kitap ayracım gibi. Kitabı almaya gelmeyeceği için ise, en mantıklı olanı bir kitapçıya bırakmak. Belki de kitabın değerini anlayacak biri vardır ümidiyle. Hala ilk günkü gibi, sadece sayfaları biraz sararmış. Kitabı kim alırsa çok seveceğine eminim. Okuduğum diğer kitaplar gibi klasik bir aşk hikayesi, veya tahmin edilmesin diye yazılmış bir cinayet romanı değil. Sevecekler. Karşımda şu pis pis sırıtan adam bile okusa çok sever. Gün içinde mutlaka ama mutlaka bir arkadaşımın alacağını, ama trafik yüzünden beni uğurlamaya gelemediğini söylüyorum.
Ne kadar rahat yalan söylediğime o anda kendim bile şaşırıyorum. Normalde ben ve benim gibi adamlar böyle yapamazlar. Anında kızarır bozarırlar. Sanırım umrumda değil pek. O kitabı da, o adamı da, onu da, muhtemelen bir daha görmeyeceğim içindir,
"Bizden genelde insanlar kitap satın alır, kitaplarını pek bırakmazlar ama eheheh. Tamam peki madem bu sefer bir istisna yapalım."
Adamı hiç sevmedim, kitabı eline verdiğime de o anda pişman oluyorum zaten. Adam eline sayfalar dolusu anı verdiğimin farkında değil bir de bana istisna yapıyormuşmuş. Ama yapabileceğim bir şey yok. Uçağım kalkmak üzere, artık gümrükten geçmem gerek. İçine bu adamın ben gider gitmez okuyacağını bile bile alelacele bir iki not yazıyorum,
"Alacak arkadaşın ismi, diyorum. İsme gerek yok, kitabın adını söylese yeter." diyerek cümlemi bile tamamlamama izin vermiyor sırıtık yavşak adam. Keşke kitabı ona vermeseydim.
Gümrüğe doğru giderken '2.8 kilo fazlanız' var cümlesi yine geliyor aklıma. Fazla kilolu yolculardan da böyle ekstra ücret almaları lazım aslında. 'Fazlanız var' diyerek. Ama o tombik teyzeler 'aa ne münasebet, ben hafif topluyum' ya da 'balık etliyim' deseler ne kadar komik olur. Hatta ben gayet formda olduğum için üstüne bana para bile ödemeliler. Hayat adil değil. Gülümsüyorum. Her şeye rağmen hayat güzel. Hayatımın sonuna kadar o kitabı acaba almaya geldi mi, gelmedi mi diye merak ettirecek kadar güzel.