DÜĞÜN AĞASI
Güneş ışınlarının yerdeki su birikintileri üzerinde gökkuşağı oluşturduğu, sıcak havanın insanın üzerine kabir gibi çöktüğü bir gündü.
Hastam Yusuf’un kardeşi Şaban Bey’in daveti üzerine evimden çok uzakta bulunan düğün salonuna doğru yola koyuldum. Düğün salonuna vardığımda güneş batmış, akşam ezanı okunmuştu. Düğün de henüz yeni başlamış sayılırdı.
Düğüne geç kalmamak için sarf ettiğim çabadan ötürü beyaz gömleğim terden ıslanmıştı; hatta bu ıslaklık siyah ceketimin üzerine bile geçmişti. Ter kokusunu örtmek için arabamın torpidosunda yer alan parfümü üstüme serpiştirdim. Gri kravatımı da iç aynadan düzeltip salona doğru yürümeye başladım.
Salonun önünde beni gören Şaban Bey, koşarak yanıma gelip beni karşıladı. Diğer kardeşleri de yine gelen misafirleri karşılamak için kapının önünde bekliyorlardı. Düğün sahiplerine bakınca, giydiğim takım elbisenin biraz fazla iddialı olduğunu düşünmeye başladım. Ya da onlar çok rüküş giyinmişlerdi; sanki davetli onlar da düğün sahibi ben gibiydim. Şaban Bey beni içeri buyur edip masama kadar eşlik etti. Salon daha önce gördüğüm düğün salonlarına nazaran oldukça küçük ve boğuktu. Siyah masa örtüsü ile örtülü olan masaların boğuculuğuna sarı led ışıklar eşlik ediyordu. Ses sisteminin kötülüğü kulaklarda bir çınlamaya sebep oluyordu.
Şaban Bey bir süre yanımda oturduktan sonra sağ elinin başparmağıyla bana Yusuf’u göstererek, “ Bakın hocam, hastanız da burada. Allah sizden razı olsun, aracı olmasaydınız hastaneden izin alıp getiremezdik.” dedi.
Yusuf, hastalığında zerre gelişme kat etmemiş bir vaziyette ortalıkta dolanıyordu. Uzun kollu kırışık beyaz gömleğini dirseğine kadar katlamıştı. Siyah pantolonunun üzerine alakasız bir şekilde kahverengi kemer takmıştı. El büyüklüğünde bir telefonu da beli ile kemeri arasına sıkıştırmıştı. Yüzü kesik izlerinden mantar panosuna dönmüştü. Kim bilir, jiletle kaç defa tıraş olmuştu?
Yusuf yine bir sağa bir sola koşturarak etrafındaki insanlara sözde emir veriyordu. Yerde para toplayan küçük çocuklar bile ona bakıp gülüyorlardı. Bir ara durup uzun süre etrafına baktıktan sonra, hızlı adımlarla dışarı doğru yöneldi. Ters bir durum olduğunu düşünerek ben de arkasından gittim. Yusuf yolun ağzında durup gelen geçeni tutmaya başladı. Yoldan geçen tanımadığı on yedi-on sekiz yaşındaki gençleri tutarak zorla içeriye davet ediyordu. Bir grup insanı zorla içeri davet ettikten sonra Yusuf’un yanına doğru gidip ne yaptığını sordum. Yusuf sinirli bir şekilde sağ elini havaya kaldırıp cevap verdi:
“Bunlar bizim gençlerimiz hoca efendi. Yabancı değiller. Biz sahipsiz değiliz düğünümüz kalabalık olmalı, bak biz sahipsiz değiliz.”
Yusuf’u sakinleştirip içeri aldıktan sonra yanıma oturttum. Beline taktığı telefonu çıkarıp cebine koymasını söyledim. O da az öncekinden daha hiddetli bir şekilde bağırmaya başladı:
“Ne telefonu hoca? Bu benim beylik tabancam. Ben bu ailenin büyüğüyüm; bu aile de bu insanlar da benim himayemdedir. Bizim kanlılarımız var, düğüne gelirlerse ağızlarının payını vereceğim.”
İyileşmek bir tarafa dursun Yusuf’un hastalığı gitgide daha da artıp farklı bir evreye yöneliyordu. Bir an “Yusuf’un düğüne gelmesi için ricacı olmakla yanlış bir şey mi yaptım?” diye düşündüm. Bu düşünce kalbimin tam ortasında acı verici bir şekilde duruyordu. İçim, ertesi gün okul var diye pazar gecesi ruhu daralan bir çocuk edasıyla kavruluyordu.
Tüm bu düşünceleri ve içimdeki sıkıntıyı bastırmak adına sol el parmaklarımla masaya vurarak çalan müziğe eşlik ederken diğer elimle de masada yer alan kuru pastadan yemeye başladım. Sahnede oynayan insanları izlerken gözüm yine Yusuf’a takıldı. Çember olmuş halayın tam ortasında ellerini arkada bağlar vaziyette durmuş, insanlara aval aval bakıyordu. Yusuf’un akrabaları alışkın oldukları için bu durumu yadırgamıyorlardı ama karşı tarafın akrabaları arasında yavaş yavaş homurdanmalar başlamıştı.
Yusuf ortada oynayan tanıdık-tanımadık tüm küçük çocukların ensesine tokat atıp, yerden topladıkları paraları zorla ceplerinden aldıktan sonra elini öptürüyordu. Bu durum karşı tarafın da dikkatin celp etmiş olacak ki uzun boylu, iri yarı, mavi takım elbiseli bir adam Yusuf’un yanına doğru gelip bir şeyler söyleyerek arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Karşı taraf görünüşe göre çok kalabalık ve saygın bir aileydi. Tüm davetlileri usul ve yordam bilen, nezih insanlara benziyorlardı. Bu durum hem asil davranışlarından hem de şık ve sade giyimlerinden belli oluyordu.
Düğün yavaş yavaş göze ve kulağa hitap eder hale gelmişti. O ilk baştaki sıkıcılık ve boğukluk yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Halayı hakkını vererek oynayan bir grup insan, tüm davetlilerin dikkatini çekmişti. Ben de herkes gibi halayla hipnotize olmuştum. Davulun ritmi ile eş zamanlı hareket eden insanlar, dikkat çekmeyecek gibi değillerdi.
Herkes sahneye odaklanmışken sol tarafta bir bağırış, bir kalabalık oluştu; tüm davetliler halayı izlemeyi bırakıp gözlerini o bölgeye dikti. Kalabalık arasından zor da olsa olayları görmeyi başardım. Bir delikanlı Yusuf’un yakasına yapışmış, Yusuf’u silkeliyordu. Yusuf’un kardeşleri gibi ben de oraya doğru koşup Yusuf’u bu gencin elinden aldım. Davetlilerin de araya girmesiyle olay tatlıya bağlandı.
Gördüğüm kadarıyla bu genç Yusuf’a vurmamıştı sadece yakasından tutmuştu ama Yusuf yine de pek iyi görünmüyordu. Hemen bir sandalye çekip Yusuf’u oturttum. Yusuf korkudan saç diplerinden parmak uçlarına kadar tir tir titriyordu. Başı sağ yanına doğru eğik vaziyette inliyordu.
Durumun pekiyi olmadığına kanaat getirmiştim. Dışarı çıkıp doktor arkadaşımı arayarak buraya bir ekip gönderip Yusuf’u almalarını rica ettim. Hem kendi sağlığı hem de diğer insanların huzuru için bu daha iyi olacaktı. İçeri girdiğimde Yusuf ayağa kalkmıştı. Düğün de yine eski haline dönmüş, insanlar halay çekiyordu. Kardeşleri Yusuf’u yanlarına almış göz kulak oluyorlardı. Ben ise onlardan uzakta masamda oturmaya devam ettim;lakin gözüm hep Yusuf’un üzerindeydi. Bir süre hiç kıpırdamadan öylece durdu ama bir ara kalabalıktan da istifade ederek kardeşlerinin yanından uzaklaşmayı başardı.
Karşı tarafın olduğu yere doğru yöneldi. Otuz beş yaşlarında olan bir bayana elini uzatıp öpmesini istedi. Bayan neye uğradığını şaşırarak etrafına bakıyordu. Kadın elini öpmeyince Yusuf kadına pek de şiddetli olmayan bir tokat attı. Ben hemen yerimden kalkıp oraya doğru yöneldim ama çok geç kalmıştım. Bu olay bardağı taşıran son damla olmuştu. Kısa bir süre önce Yusuf’u uyaran mavi takım elbiseli adam, Yusuf’a oldukça şiddetli bir yumruk attı. Kadınların ve çocukların bağırış sesleri, Yusuf’u almaya gelen arabanın siren seslerine karışmıştı. Görevliler koşarak Yusuf’un yanına gelip yerden kaldırdılar. “Straitjacket” denilen halk arasında da “deli gömleği” olarak bilinen kıyafeti Yusuf’a giydirerek Yusuf’u hızlı adımlarla araca doğru götürüyorlardı.
Aldığı darbe ile gözü mosmor olan Yusuf, görevlilerin kolları arasında debelenirken bir yandan da bağırıyordu:
“ Benim aşiretim sahipsiz değil. Biz sahipsiz değiliz!”
Yusuf’un hastalığı artık onu farklı farklı kimliklere bürüyordu. O önce bir aşiretin ağasıydı, sonra tımar ağası oldu ve en sonda da düğün ağası olmuştu.
Yusuf, küçük çocukların kahkahalarına ve işaret parmağına hedef olarak salondan alınıp tekrardan akıl ve ruh sağlığı hastanesine geri götürüldü. O yine orada ağalığına devam edecekti. Akıl hastası olan arkadaşlarına ağalık edecekti. O yine tımar ağası olacaktı…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz.