ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 22-08-2022 01:23   Güncelleme : 22-08-2022 01:29

Bitmeyen Yolculuk

Yazan: Eda Çakıroğlu - BİTMEYEN YOLCULUK - Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışmasına katılan öykü

Bitmeyen Yolculuk

BİTMEYEN YOLCULUK

Uyandığımda, kendimi trende,bir kompartımanda buldum...

Bu yolculuğu ben mi istemiştim? Bileti ne zaman aldım, ne zaman bindim? Hiçbir an yok aklımda. Ama tuhaf bir şekilde aşinayım buraya.
Sakinim, evet sakinim. İçimdeki telaş korkudan değil, bilmemekten. Dedim ya, aşina hissediyorum kendimi buraya.
Bavulum da yok...
Beni apar topar buraya gelmeye zorlayan neydi? 
Yolculuk?

Sahi, nereye yolculuk? Zihnimi ne kadar zorlasam da yok... Tuhaf, çok tuhaf! Önceden yaptığım bir şey değil bu. En azından, nereye gideceğimi bilecek kadar hayatımın kontrolünü elimde tutarım ben.

Kontrol...
Evet, annemden miras özelliklerimden biri, tek başına büyümenin mükafatı. 

Çoğu zaman boşluğa kaçmayı düşünsem de için için her adımımı önceden hesaplarım aslında. Korkarım yalnız kalmaktan. Bunu şu an fark etmiş olmam da tuhaf... Belki de ilk kez dediğimi yapmanın hayretiyle bir itiraf.

Bir şey yapmam lazım. Yol böyle bitmez. Aslında her zaman, en iyi hikâyelerin ışığı yanan pencerelerin ardında, kompartımanlarda kahve içen insanların sohbetinde gizli olduğunu düşünmüşümdür. Belki de kalkıp yürüyebilir, farklı hayatlara konuk olabilirim.

Ne kadar zaman geçti?
Belirsiz bir zamanda beklemek daha zor. İnmem lazım. Hoş, trenden indirseler de nerede olduğumu, nereye gittiğimi bilmiyorum.

Bir şeyler mi içsem? Hoş, bavul yok, çanta yok, cüzdan da yok!
Ne yapmam lazım?
Çaldırmış olmalıyım! Burada ne kadar süre uyuduğumu bilmiyorum. Kim geldi, kim gitti ben uyurken?
Hemen görevli birini bulup durumu bildireyim.
Neden bu trendeyim ben?!
Nefes alamıyorum, şu camı açsam?... 

Doğru düşünmüşüm, dışarıdan gelen hava, beni kendime getirdi biraz. Bacaklarım ne kadar da güçsüz. Yüksek topukların üstünde yürürken dünyaya yukarıdan baktığımı hissetmişimdir oysa hep. Saçımdan tırnağıma tanrısal bir güce sahipmişim gibi yürürüm. O nedenle, benim için şıklıktan ötedir o yüksek topuklar. Onlar ayağımdayken kimse ulaşamaz bana. Kendime inşa ettiğim kalenin sütunlarıdır onlar....

Hoş, kalenin duvarlarını aşıp hayatıma giren herkesi kendimden daha çok sevdim. Ait olmak mıydı tek istediğim? Belki de kimseye ait değilim, annemin dediği gibi. Ya da sevilmeyi hak etmiyorum. Çocukluktan gelen bir duygu bu. 

Gerçekten zaman geçmiyor böyle. Aklıma saçma sapan şeyler gelip duruyor. Nerden çıktıysa bu düşünceler artık? Bu meşum durumun içinden çıkmam lazım. Görevliyi bulsam iyi olacak ama hiçbir yerde yok. Yok yok yok! Yer yarıldı da içine girdi herkes sanki. Biraz dolansam?...

“Ah, çok özür dilerim, boş mu diye bakmıştım.”
“Tabii, memnun olurum. Ben de sıkıldım, hem görevliyi arıyordum da...”
“Öyle. Sizin yolculuk nereye?”

Neden öyle dik dik gözlerime bakıyor ki? Benim kadar tuhaf bir kadın. O da nereye gittiğini bilmeyen, kaybolmuş biri sanırım. Umarım gülmemi yanlış anlamaz. Anlarsa anlasın, bana ne de hâlâ niye öyle bakıyor? Ne garip ki ona karşı ciddi bir yakınlık hissediyorum. Sanki daha önce defalarca tesadüfen karşılaşmışız da ben yeni idrak ediyormuşum gibi.

“Evli misiniz?”
Ağzımdan çıkan sorunun saçmalığı, benim bile tüylerimi diken diken etti. Tepki de yok ki yüzünde, kızdı mı sıkıldı mı anlayayım.

“Kusura bakmayın, öylesine sordum. Cevaplamayın lütfen.”

Parmağında yüzük yok. O da benim gibi, bekar kalmayı tercih etmiş demek. 

Yakın arkadaşım, Nergis... O demişti sanırım, sen kimseye bağlanamazsın, hayatında kimse barınamaz. 

Kim bilir nerededir şimdi? O habis olaydan beri adını anmamaya gösterdiğim onca çaba şimdi tuzla buz oldu. Olayın başkahramanı olmaktan utanmalıydım belki ama utanmadım hiç. Hayatımda ilk kez sevildiğime inandım, inanmak istedim. Biri bana ait olsun, ben birine ait olayım istedim sadece. Hepsi bu. İhtiyacım vardı buna. Dinlemeden çekip gitmeseydi, her şeyi anlatabilirdim.

Bu kadında da ona benzer bir şeyler var. Gözleri kederli. 

Sanki bu günahın tek tarafı varmış gibi... Her zaman Nergis'in yanında oldum, oysa o... Kavga etmeye bile değer görülmemek, belki de verilebilecek en büyük ceza... 
“Zavallısın!”
En son kaçar gibi giderken, bana öyle demişti. Zavallı... Kariyerdeki zirve, imrenilen model olmak... Ne kadar anlamsız... Çok ağır gelmişti, kapıyı öylece çekip çıkması... Onca zaman aynı çatı altında, birlikte gülüp ağladıktan sonra.

Bak yine oluyor...
Olmadık zamanda, olmadık düşünceler gelip yerleşiyor kafama. Bitmiş gitmiş. Bir kez bile aramadı. Gururlu kız rolü onundu tabii, ararsa düşen gururunu nasıl yerden alırdı? Değer miydim ben buna? Gerçekten değmez miydim?

Bu trende olmak iyi gelmedi. Durup dururken midem kasılıyor. Unutmuştum her şeyi oysa. Eski gölgeler nereden üşüştü şimdi başıma?

Ne kadar kimsesiz bir tren. Dışarısı da bembeyaz! Ne zaman yağdı bu kar? Vardı da ben mi yeni görüyorum? Hiç fark etmemiştim. O yüzden mi içimdeki bu titreme, bu soğuk?

Belki de en iyisi trenin restoranına gitmek. Artık sıcak bir şeyler içmeliyim. İçmek bana iyi gelecek. Canımın çok sıkıldığı zamanlarda yaptığım gibi, fincandan yükselen dumana bırakırım kendimi ve olmak istediğim yere giderim.

Burada da kimse yok. Benden başka soğuğu hisseden yok. Sadece şuradaki adam... Boyu, bıyıkları, gülümsemesi ne kadar sıcak, ne kadar içten. Sanki yıllardır tanışıyoruz. Babamın gölgesi saklı gölgesinde.

Tek başıma olmak beni huzursuz etmeli belki ama hayır, değilim. Huzursuz değilim. Ama anlayamadığım bir sebepten dolayı kırgınım. Kendimi O'nun karşısına oturmaktan alamıyorum. 

İlk tren seyahatimi ne zaman yapmıştım?
Babamla tabii! İlkokuldaydım. Belki ikinci sınıfın baharı. Okuldan izin almıştı babam bir günlüğüne. Nasıl da güzel zaman geçirmiştik. Kuğulu Park'ta sandviçlerimizi yiyip kuşlara yem atmıştık. Koşturup durmuştuk. Sevdiğimi bildiğinden, öyle hızlı sallamıştı ki beni salıncakta... Özgürce kanatlanıp uçacağımı sanmıştım. 

Benim babam... Her zaman gücümü onun gölgesinden alırdım. Ne kadar da erken yaşta vazgeçti benden. Kadınlığa ilk adım attığım günde, babam da beni terk etti. Kimseyi koyamadım onun yerine. Yıllarca içim kupkuru kaldı. Sonra da öyle sessizce, yanında kimse yokken bu dünyadan göçtü. 

Ah baba ah, neden sevmedin ki beni? Neden gittiğin yere götürmedin?

Burası da iyi gelmedi bana...
Acaba muhabbet edecek birileri olur mu, şöyle dolaşmaya devam etsem? Ama önce yüzümü yıkamam lazım. Ağladığım belli olsun istemiyorum.

Kapının önünde dikilen adam ne kadar da benziyor ona...

Yok artık, bu kadar tesadüf... Önce Nergis, babam, şimdi de o mu? Belki de yanına gitmeliyim...Ya da en iyisi, görmezden gelip yanından geçip gitmek. Hem ya o değilse? Konuşmak iyi gelirdi, yıllar sonra. Belki de içimde küllendiğini sandığım soruları sorabilirim.
“Harun?”
Yok, o değil. Olsa, döner bakardı.
“Harun?”

Hayır, kesinlikle değil. Harun’un bakışları böylesine şefkatli değildi. Sert bakardı o. Her an kavgaya hazırdı. Kavgası benimle olmasa da hep gardını almış beklerdi. Sanki telefon gelecek ve o da çekip gidecekti. Her an diken üstünde, gitmesini beklerdim, kalmasını dileyerek. Gitti. Bir gün o telefon geldi, kısa bir an dönüp baktı ve gitti. Sarılmadı bile. Mutlu olduğunda yaptığı gibi saçlarımı koklamadı. Beni yapayalnız  ve koca koca sorularla bıraktı, gitti.

Bunu şimdi böyle söylemek ne kadar da kolay. Tutulup kalmıştım. Ne iyi gelirdi, bağıra çağıra ağlaması. Gitti ama ben bağırmadım, çağırmadım, sadece içime içime ağladım.

Ben neden hiç bağırmadım, neden isyan etmedim? Neden hep güçlü olmak zorundaydım ki? Haykırarak ağlamak neden ayıplıydı benim için? Annem... O her gün ağlardı. Her ağlayışında beni suçlardı. Belki bu yüzden, kimseyi suçlamamak için... Annem gibi olmak istemediğim için...

Artık kompartımanıma dönsem iyi olacak. Kendimi sarhoş gibi hissediyorum. Yıllardır kaçtığım hayaletlerin hepsi üstüme üstüme geliyor bugün. Daha fazlasına katlanamam. En iyisi, derin bir uyku çekmek. Belki gözlerimi açınca, bu nereye gittiği belli olmayan tren de durağına varmış olur.
En iyisi uyumak... Evet evet, uyumak...

Ah, nihayet birini gördüm. Bir çocuk!
Saçlarının örgüsü nasıl da güzel... Benim de vardı böyle bir sarı montum, küçükken. Babamla almıştık. Doğum günümde. 

Annem aynı böyle örerdi saçlarımı. Dokunuşlarında sevgiyi hissetmezdim saçlarımı ördüğünde. Çok az kalkardı yatağından, çok az dokunurdu bana. Ondan bir iz olduğu için, örgümün bozulmaması için elimden geleni yapardım.

Babam beni bırakmamıştı henüz. Sabahları okula bırakırdı. Okulun kapısında öperken de annemin neden bana öfkeli olduğunu anlatmaya çalışırdı. Annem bana neden hep öfkeliydi ki? Hiç soramadım babama. Yüzü gülmezdi annemin. Hiçbir zaman gülmezdi. Daha yeni yeni hayatı öğrenmeye çalışan bu kız çocuğuna, onu istemediğini haykırırdı her delilik anında:
“Sen bana ait değilsin!”

Babam daha fazla, iki kişilik sevmeye çalışsa da tükendiğini görürdüm. Her gün biraz daha.

Sorular birikirdi dilimin ucunda. Korkardım, annemin neden ailesinin olmadığını sormaya. Neden hiç komşumuz olmadığını sormaya. Neden perdelerin her zaman kapalı olduğunu sormaya... Babamın beni sevip sevmediğini, gidip gitmeyeceğini sormaya. Korksam da hiçbir şey önemli değildi, babam yanımda olduktan sonra. Ona da ait değildim, biliyordum ama işte yanımdaydı. Sımsıkı tutuyordu avucunda kaybolan elimi. Uyurken bile elim elinin içinde sıcacıktı, güvendeydi. Annemin omuzlarıma bıraktığı vicdan azabını taşımak zorunda değildim o zamanlar. Sonra, o da bıraktı elimi, korktuğum soruları yaşamaya mecbur bırakarak.

Soru sormamayı da o zaman öğrendim sanırım. Cevabı büyük soruları hayatımda tutmak istemedim o günlerden. Daha o zamanlar hiçbir şeye, hiç kimseye ait olamamanın ne demek olduğunu öğrendim.

Dönmem lazım ama elimde olmadan, çocuğa doğru çekiliyorum. Yalnız bırakmak istemiyorum belki de. Henüz çok küçük. Hayatta karşılaşacağı büyük zorluklar var. Ama gücüm tükenmiş, hissediyorum. Ayaklarım boşluğa basıyor. Savrulsam da kendimi alamıyorum bu kız çocuğunu takip etmekten. Seslenmek istiyorum ama sesim çıkmıyor. Adımlarını hızlandırıyor. Koşuyor. Hiç bakmasa da arkasında olduğumu biliyor. 
Ağlıyor mu sanki? Neden? Yüzünü bile görmeden ağladığını nereden biliyorum?

Ansızın bana dönüyor. Biliyorum bu iri yeşil gözleri. Her gün aynada bakmaktan kaçındığım, umut bulmaya çalışan bu gözler... Nasıl da hüzünlü.

Dizlerimin üstüne yığılıyorum. Ayakta duracak cesaretim yok. Ağlıyorum, bu kez bağıra çağıra. Her damlada biraz daha hafifliyor taşan yüreğim. Kollarıyla beni mi sarıyor? Hem de sımsıkı. Sıcaklığını içime salmak istercesine... Yanağı yanağımda. Ben de onu sarıp sarmalamak için kollarımı kaldırıyorum ama boşluktan başka bir şey bulamıyorum.

Ve bir yanda çaresizlik, bir yanda huzur ile sıçrayarak uyanıyorum.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi