ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 18-04-2024 14:39   Güncelleme : 18-04-2024 14:47

Beş Saniye / Ayşe Gürkan

Yazan: Ayşe Gürkan -BEŞ SANİYE

Beş Saniye / Ayşe Gürkan

BEŞ SANİYE

“Ne zaman başladı bu hikaye?” diye düşünürken birden durağı geçtiğini farketti. Dolmuşun içindeki kalabalıkta sesini duyurmaya çalışarak şoföre bağırdı; “İnecek var!”

Daha yeni hareket etmiş olan şoför homurdanarak anlaşılmaz bir şeyler söyledi ve sertçe frene bastı. Neredeyse ayaktaki tüm yolcular birbirlerinin üzerine yuvarlanıyorlardı. Bu duruma sebep olduğu için mahçup bir ifade ile yanında oturan yorgun çehreli adamdan izin istedi. Tam ayağını atmadan dolmuş hareket edince tökezledi ve yere düştü, şoför hiç ardına bakmadan dakikalarını harcamamak için çoktan yola koyulmuştu bile.

‘Gerizekalı, aptal adam!’ diye bağırdı arkasından.

Düştüğünü gören hiç kimse olmamıştı, bu duruma içten içe sevindiğini fark etti. Hiç sevmezdi böyle durumları. Hızlıca ayağa kalktı, kendisini gören hiç kimsenin olmadığına emin olmak için tekrar sağını solunu kontrol etti ve hızlı adımlar ile apartmandan içeriye girdi.

Asansörün gelmesini beklerken; “Ah” dedi; “Ne yapacağım ben?”

Aklı halen yaklaşmakta olan kabusundaydı. Nasıl böyle bir şey olmuştu?  Hangi ara, kendini bu derde sokmuştu? Aklından hiç çıkmayan soruyu sordu; “On gün önce mi, yoksa iki yıl mı, ya da tarihi belirsiz bir zamanda mı?”

Yaşam, uzayda bir andı. Ve işte o anların birinde kişinin kendisinin dahi fark edemediği, hissedemediği istekleri, ruhunun ihtiyaçları, sonsuz evren tarafından fark mı edilmişti? Hiç de böyle bir dileği olmamıştı aslında.

Okyanuslar olsa da aramızda hissedebilir miyiz diğer yarımızı? Aşk bu mudur? Yoksa bu bir hayal mi?

Oysa çoğu ölümlü gibiydi onun da hayatı. Hayat koşturmacası içindeydi. Her sabah işine gidiyor, akşam evine geliyor, normal sıradan bir hayat yaşıyordu. Şikayeti de yoktu çoğu zaman. İstemeyerek de olsa, nasırlaşmıştı belki de.

Duygularını unutalı ne çok zaman olmuştu. Ta ki, isim benzerliği nedeni ile kendisine yanlışlıkla atılan bir mesajı, biraz da eğlenceli olsun diye cevapladığında, işte o zaman ölümüne doğru olacak yolculuğun filizlerini salmıştı evrene. Bir süre kendisine çocukça bir şaka gibi gelen bu durum gün gittikçe değişmiş ve birden kendini ruhunda çiçekler açmış, baharı yaşarken bulmuştu.

Hiç inanmazdı, her ruhun bir eşi olduğuna, hem de hiç. Ama işte ya onunla karşılaşmak üzereyse? Çok korkuyordu bu ihtimalden. Eğer o ise ne yapacaktı? Nasıl söyleyecekti asıl beklenenin kendisi olmadığını? Tesadüf diye bir şey var mıydı bu sonsuz evrende?

Yoktu, elbette yoktu! Belli ki, evren kaderi çizmişti bir kere.

Yıllardır içinde biriktirdiği, bir türlü ifade edemediği kelimeler, istekler, özlemler nasıl olmuştu da evrene yayılmıştı? Derinlerde hapsolmuş duygular, hapishanesinin kilidini kırarak açmıştı.

Hepsi görünmez bir şekilde, gidip onu buldu, bir harf hatası, basit bir harf hatası ile yolundan şaşan bir mesaj ile iki kalbi birleştirdi.

Uçmak istiyordu artık. Diyar diyar gezmek…

“Ah keşke her şey bu kadar kolay olsa” dedi. Özgür ruhum hiç tutulmadan diyar diyar gezse…

Yıllardır içinde var olan iki yanı, büyük bir savaş içindeydi. Birbirlerine üstünlük sağlama çabaları yormuştu kadını. Kalbinde bahar çiçekleri açan tarafı o kadar mutluydu ki… Oysa, ruhunu söndüren taraf devamlı mantıklı olması gerektiğini söylüyordu. Gerçek ortaya çıktığında “külkedisi masalı” bitecekti. Saat 12’yi geçmeden hem de…

Buluşmak üzere son defa mesajlar yazıldığında gerçeğin farkına varmıştı. Ama engel olamadı kendine. Gitmemeyi tercih edebilirdi elbette.  Ama yıllar sonra yaşadığı bu duyguları, ruhunun kafesinden kurtulmuş özgür bir kuş gibi kanat çırpışını  sonuna kadar yaşamak istiyordu.

“Buluşalım artık” mesajını gördüğünde karnında uçuşan kelebekleri unutamıyordu. Sonsuz evren içinde sonlu olan ömründe kaç defa yaşayabilirdi bu duyguyu?

Belki sadece kendi ruhunda olan duygulardı. Gerçek ortaya çıkınca o zaman kabusu mu başlayacaktı?

Ama olsun, yeşermişti bir kere çiçekler. Solmalarını da istemiyordu. Ödü de patlıyordu aslında biteceğinden.

Bu yaşananların gerçek olmadığına dair o kadar çok bahanesi vardı ki. Gerçek ise eğer, ne yapardı bilmiyordu çünkü.

Aynı gün içinde belki beş, belki on defa gitmekten vazgeçiyor, sonra bu kadar yakalamışken gerçek ruhunu, kaybetmek istemiyordu onu.

Yıllardır birbirine kavuşmayı bekleyen iki ruh sonunda kavuşur ise, o an gerçek zaman durur ve ruhların zamanı başlarmış. Bize göre saniyeler ile ifade edilen zaman, onlar için yüzyıllara eşdeğermiş. Dışarıdan şahitlik yapan ölümlü bedenlerin bunu anlaması da mümkün olmazmış. Eğer çok dikkat ederseniz tüm kalabalık içinde bu iki ruhun beş saniye boyunca birbirlerinden başka hiçbir şeyi görmediklerini fark edebilirmişsiniz, onlar için yüzyıllara bedel beş saniye…

Sonunda o sabah gelmişti. Halen, içindeki kavga devam ediyordu. Beden ile ruhun bitmeyen kavgası. Dışarıdan görünen beden ruhuna hükmetmek istiyor, özgürlüğü tadan ruhu ise ona ayak uydurmaktan var gücüyle kaçıyordu. Ayakları tonlarca betona saplanmış gibi hareket etmek istemiyor,  ama çiçekler ile bezenmiş kalbi buz gibi betonu tüm gücüyle eritiyordu.

Uzun bir yol vardı önünde. O kadar karışmıştı ki aklı. Hem tüm duygularının, hissettiklerinin gerçek olmasını istiyor, hem de bundan çok korkuyor ve ne yapacağını bilemiyordu.

Eğer geri dönülmez bu yola girdiyse, her anını yaşayacaktı. Sabahın serinliği tenini okşuyordu, burnuna mis gibi bahar çiçeklerinin kokusu geliyordu. Kokular ruhundan mı geliyordu yoksa?

Korkularını bir kenara bırakacaktı. Yıllarca, hep aklına ilk geleni değil, daha korunaklı, daha güvenli duygularının peşinden gitmişti. Bundan pişman değildi de. Ama bu defa en derinini dinleyecekti. Ama ya o gerçeği görünce giderse, bu ihtimali aklına dahi getirmek istemiyordu.

Hayatında ilk defa, birisi kalbinin içini hissetmişti, ruhunun en derinini görmüştü.  Belki, hepsi koca bir masaldı ama olsun denemeden bilemezdi.

Yola koyuldu. Masalı başlamıştı işte. Yıllardır ayrı kaldığı ruhuna doğru bir yolculuk. Buluşacaklar mıydı sonunda?

Beden olarak ne kadar uzak olsalar da, ruhlarının her an birlikte olduğunu hissetmişti bu geçen sürede. Ah ama o korku? Ya gerçek değilse ya da gerçekse. İki ihtimalde çok korkunçtu.

Gerçek olmama ihtimali yine söndürecek miydi renkli çiçeklerini?

Peki ya gerçek olma ihtimali… Zaten çiçekler ve renkler ile dolan ruhu bedeninden dışarı fışkıracaktı. Peki, asıl o zaman ne yapacaktı? Belki de, hayatında ilk defa bu kadar bilinmezliğe doğru yol alıyordu. Zamandan soyutlanmış, belirsiz bir boşlukta kendi kendine ilerliyor gibiydi.

Ne olursa olsun gerçekleşmeliydi bu karşılaşma. Korkar ise, göremezdi gözlerinin derinliğini. İlk defa hissediyordu kendi gözünden baksa da, onun ruhunun en derinini görebileceğini. Bu duygular içindeyken karşılaşmadan olmazdı, olamazdı, hayat ona bu güzelliği sunmuştu nasıl itebilirdi elinin tersi ile.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı bu düşüncelerin esiri olmuşken. Dikkatini bedenine verdiğinde, saatlerdir oturmaktan yorulmuş sırtını, bacaklarını hissedebildi.

Sonunda varmıştı. O an bedenini dinleseydi kaçan bacaklarının hızına yetişemezdi ruhu. Birden hızlıca, nefes almadan geri dönmek istedi. O kadar hızlı kaçmalıydı ki, kimse onu görmemeli hissetmemeliydi. Son savaş başlamıştı ruhlar arasında. Belki, kendi ruhu da iki parçalıydı. Birazdan gerçek ruh yarısı bulunacağı için korkuyordu, yıllardır yaşadığı diğer yanını kaybetmekten.

Kim bilir?  Belki de haklıydı, birazdan bir ölüm kesin yaşanacaktı, ama kim yok olacaktı?

Uzun zaman tekrar gösteremeyeceğini bildiği cesaret ile indi durakta. O an uzaklardan bir keman sesi duydu, gerçek miydi yoksa zihni onu karşılaşmaya mı hazırlıyordu?

Adımlarını bu sese uydurmaya çalışarak çıkmaya başladı merdivenlerden. Bitmek bilmiyordu basamaklar. Ruhu bir şekilde ölürken, diğer taraftan yeniden yeşermesine mi götürüyorlardı kadını yoksa sonu olmayan bir uçuruma mı?

Bütün vücudu uyuşmuştu, bu halde nasıl adım attığına şaşırıyordu. Etraftan gelen uğultu halindeki insan sesleri zihnindeki müziğin gücünü azaltmıştı ama halen adımları eşlik ediyordu müziğe. İçi patlamak üzereydi, gerçek ile hayal karışmak üzereydi ki, birden kendini içeride buldu.

Duyduğu keman sesinin lobiden geldiğini anlayınca rahatladı, gerçek olması içini rahatlatmıştı. Hangi yöne gideceğini bilmeden eski filmlerden fırlamış asansöre doğru yürümeye başladı. Kapı kapanmak üzere iken son bir hamle ile basabildi düğmeye. Kapı açıldı olması gerekenden daha yavaş bir hızla. Asansörün içerisi o kadar insan doluydu ki birden utanç kapladı içini. Bir adım attı ürkekçe geriye. Kalabalıktan kaçmak isterken, farketmeden, arkasında duran kişinin ayağına bastı. Özür dilemek için arkasını döndüğünde; ahh o gözler, delip geçen o gözleri gördü, hissetti, boğuldu içlerinde. Tam dibindeydi, yanıbaşında.

Ölüm bu ise, neden korkuyordu herkes?

Ölüm mü, sonsuz evren içinde başlayan başka bir yaşam mı?

Asansördeki kalabalık kapı kapanasıya kadar şahitlik etti bu ölüme.

Bir saniye, iki saniye, üç saniye, dört saniye, beş saniye…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi