BAHÇE
Gözlerindeki mi, yoksa az önce yağan yağmurdan pencerede kalan buğudan mı kaynaklandığını bilemediği sisli bakışlarla izlemeye çalışıyordu, akşamın çabuk düştüğü sokağı. Eve yetişme telaşındaki insanların heyecanlı koşuşturmaları Naziye teyzenin en büyük eğlencesi olmuştu son zamanlarda.
Cam kenarında, kendisi ile zaman konusunda yarışan kanepenin teni kadar karışık desenleri arasında yaşadığı anlar…
Bu akşam biraz fazla misafir olmuşlardı ona. Sokağın akşama kavuşan selamlarıyla tezat, gözlerinde tomurcuklanmaya başlayan damlaların sebebini çok iyi biliyordu.
Biliyordu bilmesine de… Yine de susmak
zor geliyordu. Yorgundu.
"Ah benim tontoşum! Neden hüzünlendin bu kadar?" diyerek arkadan kendisine sarılan torununun sesi; onu az önce izlemeye çalıştığı sokaktan alıp, yıllar öncesine göndermeye yetti.
Yine de "Yok birşey benim güzel torunum. Yaşlılık, olur bazen." diye cevaplamak istese de torununu, o samimi ve sevecen ses tonuyla ısrar ediyordu.
"Lütfen babaanne; anlat, küserim yoksa! Sende bu akşam bir şeyler var.”
Torununun gözlerindeki ılık ışık karşısında:
"Tamam, birtanem! Akşam yemekten sonra benim odama geçer konuşuruz… Ayaküstü iki kelimeyle geçiştirilecek hikaye değil bu.” diye cevaplarken dudaklarının titremesine engel olamamıştı.
Akşam yemekleri tüm ailenin bir arada olduğu ritüel halini almıştı. Genellikle yemekten sonra kapı önündeki camlı bölüme geçilir, akşam kahveleri yudumlanırdı. Ancak bu akşam öyle olmadı. Yaşlı kadının koluna giren genç kız
"Hadi babaanne, senin odana geçelim." derken yüzünde oluşan muzip gülümseme, babasının gözünden kaçmamıştı. Annesiyle kızı arasındaki sıcak ilişkiyi çok iyi bilen baba, sadece;
"Anne kahveni odana mı getirelim?" diye sordu.
Naziye Hanım:
"Şimdilik kalsın, belki daha sonra…” diyerek,
kolundan çekiştiren torunuyla odasına yönelmişti.
Odaya girdiklerinde Naziye Hanım sessizce çalışma masasının çekmecesinden bir albüm çıkardı. Okşayarak sayfalarını çevirmeye başladı. Sonra bir resme odaklanıp eliyle işaret ederek torununa döndü.
"Bak bu büyükbabanla konuştuğumuz ilk gün."
Torunu şaşırarak;
"Ama bu bir bayram resimi değil mi, nasıl yani?"
Torununun şakınlığına anlam veremese de: "Evet, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı. Ve bu gün de 19 Mayıs…”
diye yanıtlarken peşinden gelecek sorulara hazırlıklıydı. Torununun konuşmasına fırsat vermeden devam etti.
"Şimdilerde duyarlı Z kuşağı modası var ya güzel torunum, aslında dünden bugüne tüm kuşakların içinde hep böyle bir grup vardı. Kimileri suçlandı, kimileri anlaşıldı. Bazıları ise şuursuzca ötelendi."
Sustu. Torunu tamamen kendisini babaannesine teslim etmiş vaziyette onu dinliyordu. Masa üzerindeki sürahiden su doldurdu. Kuruyan dudaklarının neme ihtiyacı vardı. Bir iki yudum aldıktan sonra devam etti.
“Büyükbabanlar bizim mahalleye ilk taşındıklarında, yaşam biçimlerinden dolayı çok hoş karşılanmamışlardı. Ama bir gün annemle ben evin önündeki bahçemizi kazarken büyükbabanla kızkardeşi sinemaya gidiyormuş. Bizi gördüler. Teklifsizce çitten içeri girdiler. Elimizdeki kazmaları alıp toprağı kazmaya başladılar. Büyükbabanın tüm suskunluğuna karşın kızkardeşi oldukça çenebazdı. Annem baktı ki onlar çalışıyor, benden çay demlememi istedi. O gün akşam olmadan bahçe kazılmıştı.
Ben büyükbabanla iki kelime dahi etmeden zamanı geçirmiştim. İlk kez arada kalmışlık sendromunu orda yaşamıştım. Yine de bu olayın etkisi annemde ciddi değişimlere sebep olmuştu."
Derin bir nefes alan Naziye Hanım, tekrar konuşmaya başladı.
"Akşam babam eve geldiğinde tüm konu bahçeydi… Annemin güzelleyerek anlattığı olaydan sonra babamla karar aldılar. Ertesi günü annem birşeyler hazırlayıp aileyi akşam oturmasına davet edeceklerdi. Senin anlayacağın bir korku duvarı yıkılmıştı.
Ertesi akşam misafirlerimiz arasında büyükbaban yoktu. Babam bu durumdan memnun olsa da nezaketen onu sordu.
Annesi ‘onun bu akşam bir arkadaşının babası için hastahanede refakatçi olduğunu’ söyleyince, babamın mahçup olduğundan eminim.
Sonra anladık ki büyükbaban ve kızkardeşi hep birilerinin yanında olmuşlar… Kendi oluşturdukları grupla, kah öğrencilere ders vermişler kah greve giden işçilere kumanya toplamışlar.
Yani insanla uğraşmışlar.
Bu cümleden sonra Naziye Hanım odanın penceresini açıp yağmurun toprakta bıraktığı kokuyu içine çekti. Ardından torununa dönerek:
“Hadi kahvemi kap gel! Devamı kahveden sonra." diye seslendi. Gözleri durulmuştu.
Torunu sabırsız gözlerle bekliyordu kahvenin bitmesini… Durumu anlayan Naziye Hanım, elindeki fincandan aldığı acele bir yudumdan sonra devam etti.
"Sonrasında hukuk bölümünü kazanıp İstanbul’a gitti. Ama ben kızkardeşiyle ayrılmaz bir bütün olmuştum. O zamanlar 19 Mayıs’ta bayramlar iki grup olurdu. Erkekler ve kızlar… Büyükbabanın kızkardeşi ve ben, aynı grupta gösteri yapıyorduk. Büyükbaban bayramda kızkardeşini izlemeye gelmiş. Bitiminde kardeşine sarıldı. Sonrasında elini bana uzatarak tebrik etti. O gün ilk kez konuşmuştum onunla. Ve üçümüzün bir arada olduğu resmi çektirmiştik.
O sene üniversite sınavlarında ben de hukuk fakültesine girmeyi başardım. Hem de İstanbul’da aileler arasındaki samimiyetten dolayı, büyükbaban İstanbul’a gidip yerleşmemde çok büyük destek oldu. Yabancı bir kentte tekbaşınalığın tüm ayazlarını büyükbaban o bilindik yeşil parkasıyla örttü.
Çevremizle girdiğimiz sosyal iletişimin rehavetine kapılıp asla eğitimimizden ödün de vermedik. Birlikteliğimiz yavaş yavaş şekillenirken, aynı dili konuşmanın rahatlığıyla yürüyorduk, İstanbul’un küskün arka sokaklarında. Kendimize kalan zaman yok denecek kadar azdı.
O okulunu bitirip staj yaparken… Ben son sınıftım. Ve o zaman onsuzluğu, ondan ayrı kalmanın bana verdiği hüznü anladım. Bir akşam üzeri beni yurttan alıp Salacak’ta çay içmeye götürdü. Çaylar elimizde Boğaz’ı izlerken tüm cesaretimi toplayarak, “Biz evlenelim mi?” diye kulağına fısıldadım. Gözlerimin içine bakarak:
“Seni kaybetme korkusu, kazanma arzusundan daha büyük olduğu için hep susmuştum. Şimdi tamamız…” diye bitirdi konuşmayı. Benim okulum, peşinden stajım derken üç sene daha geçti."
Naziye Hanım yine sustu. Babaannesinin yorulduğunu hisseden torunu bu kez üstelemeden sabırla beklemeyi seçti.
Biraz nefeslenen Naziye Hanım, bu kez daha içten konuşmaya başladı…
"Evlendik… Ve yaşamak için İstanbul yerine yine bu kenti seçtik. Hukuk bürosu açtığımız günlerde, birlikte bir karar aldık. Asla güçlüden yana değil, adaletten yana olacaktık. Bu nedenledir ki hiçbir zaman ciddi kazançlarımız olmuyordu. Ceza davalarının çoğundan ücret dahi almıyorduk. Bir çoğunda büyükbaban tahliye ettirdiği kişlere köylerine dönüş için bilet bile alıyordu. Hiç unutmam, bir sabah adliyede davaya giderken patlayan ayakkabılarını tamir için babamdan borç almıştı. Yüzümüz hiç yere düşmedi. Birbirimize olan sevgimiz, topluma olan borcumuzla birleşince önümüzde engel duramuyordu.
Bu hengamede tek çocuğumuz baban dünyaya geldi. Bizim en büyük aynamız babandı. Büyükbabanın acısını ise anlatmayacağım. Çünkü kelimelere sığmaz… Sonrasını üç aşağı beş yukarı biliyorsun."
Uzunca bir süre sessizlik indi odaya.
Naziye Hanım, yerinden kalkıp torununun koluna girdi. Birlikte pencere kenarına kadar geldiler. Ay ışığının bulutlar arsından sıyrılıp farklı desenler çizmeye çalıştığı bahçeyi işaret ederek.
"Tüm hikayenin sahibi işte bu bahçe. Bizden babana kaldı. Sonrasında ise senin. İçinde sakladığı hazine harcanıp bitirilebilecek türden değil. Sahip çık yeter."
Naziye Hanım; pencere kenarından yatağına geçerken torununun gözünde biriken damlalar yarına dair umutlarla bahçeyi suluyordu…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz