AHMET MUHİP DIRANAS / FAHRİYE ABLA'NIN "SARMAŞIĞI"
Kaç gündür Özdemir Erdoğan'ın, "Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!" diyen sesi bir yerlerden kulağıma geliyor. Arada şarkıya ben de "Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!" diye eşlik ediyorum. Sonra bir de bakıyorum ki yine başa dönüp şarkıyı beraber söylüyoruz. Özdemir Erdoğan'ın gönülden söylediği bu şarkıyı, Ahmet Muhip Dıranas dinlemiş olsaydı bence memnun olur ama yine de pek belli etmezdi.
Aramızda edebiyatçımızın bu meşhur "Fahriye Abla" şiirini bilenler, şarkının en azından nakaratını hatırlayanlar ya da film uyarlamasını seyredenler mutlaka vardır diye düşünüyorum. Niyetim; bu yazıyla edebiyata, müziğe, güzel sanatlara merak salan genç arkadaşlara Ahmet Muhip Dıranas'ı ve onun Fahriye Abla şiirini kendimce hikâyeleştirip anlatmak, bilenlere de yeniden hatırlatabilmek.
İnsanların, bireysel hayatla daha tanışmadıkları; neredeyse doğdukları günden beri birbirlerini tanıyıp komşu oldukları mahallelerden birinde yaşayan genç bir kadını anlatan Fahriye Abla şiiri, 1935 yılında Varlık dergisinde yayınlanır. Şiirin daha ilk satırında geçen, havayı saran keskin kömür kokusu mevsimlerden kışı işaret eder. Ancak kış aylarının, insanın iliklerine işleyen soğuğuyla erkenden inen karanlığı ve isli puslu havası yerine Fahriye ablanın gülen gözlerinin aydınlığı, hem mahalleyi hem de şiiri sarıp sarmalar. O, güzelliği ve iyiliğiyle küçükten büyüğe mahalledeki herkesin göz bebeği, bir tanesidir.
Belki, hastalanan komşusunun yatak döşek yattığını duyar duymaz tavuk suyuna çorbayı ânında yetiştirir. Belki, bitişiğinde oturan ayakları tutmayan yaşlı teyzenin pazar alışverişini yapar. Belki de annesine "illallah!" dedirten karşı komşunun haylaz oğlan çocuğunu kolundan tuttuğu gibi çarşıya götürüp yorgun kadını biraz da olsa dinlendirir, kim bilir? Bilinen bir tek şey varsa o da nerede yardıma ihtiyaç duyuluyorsa Fahriye ablanın bir saniye bile düşünmeden hemen yetişmesidir. İçinin güzelliğiyle yüzünün güzelliği birbiriyle âdeta yarışır, galibiyet her hâlükârda Fahriye ablanın olur.
Bahçesi çiçek dolu evlerinin üst katındaki balkonuna uzanan sarmaşık, yaz kış yeşil kalırdı. Küçükken dayısının verdiği sarmaşık sürgününü rahmetli babasıyla toprağa daldırdıkları gün daha dün gibi aklındaydı. Başkalarının yanında biraz aksi ve otoriter görünen babaları aslında evde hem annelerine hem de kızlarına çok munis davranır, onları güldürmek için türlü türlü hikâyeler anlatırdı. İşte sarmaşığı ektikleri gün de biraz çiseleyen yağmurdan sonra içlerini ısıtan güneş açmış ve oyunlar oynayarak babalarıyla unutulmayacak bir gün geçirmişlerdi.
Babaları, sarmaşığın can suyunu kızların vermesini istemiş, ikisini birbirine yaklaştırıp "Sizler de benim sarmaşıklarımsınız, hadi bakalım sarılın bana" demiş ve onları kucaklamıştı. Tam içeriye girecekleri sırada da " Sanki az oldu, sarmaşığa biraz da ben su vereyim!" demiş ve kızları kovadan aldığı suyla bir güzel ıslatmıştı. Neye uğradıklarını anlamayan kızlar, ellerindeki maşrapalarla babalarıyla su savaşına başlamış tepeden tırnağa ıslandıktan sonra da koşa koşa içeri girmişlerdi.
Üstlerini değiştirip annelerinin hazırladığı akşamüstü kahvaltısına güle oynaya oturduklarında babalarına, diktikleri sarmaşığın ne zaman büyüyeceğini, boyunun ne kadar uzayacağını, çiçek açıp açmayacağını, üstüne kuşlar yuva yaparsa yavrulara yemek vermek istediklerini arka arkaya anlatmaya başladılar. Gece yatana kadar babalarını esir alıp soru bombardımanına tutan kızlar sonunda annelerinin "Hadi artık, yataklarınıza!" ikazıyla günü bitirip başlarını yastığa koyar koymaz mışıl mışıl uykuya daldılar.
İşte Fahriye abla ne zaman başını kaldırıp balkona sarılan sarmaşığa baksa o mutlu gün aklına geliyor ama o elim kazada aniden kaybettikleri babası ve kardeşinin özlemiyle gözleri dolup mırıl mırıl dualar okumaya başlıyordu. Durumu kabullenmek onlar için hiç kolay olmamıştı; aynı anda iki kayıpla nasıl baş edeceklerini bilemeyen ana kız çaresizce birbirlerine sarılıp ağlıyordu.
Acı dinmiyor ama ağlamaktan bitap düşüp gözlerinde yaş kalmayınca tesellisiz bir durgunlukla baş başa kalıyorlardı. Su vermeyi unuttukları için neredeyse devrilmek üzere olan sarmaşıkla boyunları bükülüp kurumak üzere olan çiçeklerin yanında tozdan bir ağla kaplanmış evleri onları kendilerine getirmeye çalışan bir ikaz lambasıydı. Merhem sürülse de tesir etmesi için zamanın daha da ilerlemesi gerekliydi...
Ah şu uzayıp balkonu sarmalayan sarmaşık! Üzüntülerini sessiz sedasız yaşadıkları bu zor zamanlarında kendilerine kol kanat germiş, arada yapraklarını her zamankinden daha gürültülü hışırdatarak "Ben, burada yanınızdayım; üzüntünüzü paylaşıyorum. Ne var ki takdiri ilahi!" diye konuşmaya çalışıyordu sanki.
Havaların daha yeni ısınmaya başladığı bir bahar ikindisinde yaprakları her zamankinden daha hızlı salınan sarmaşık Fahriye'nin dikkatini çekti. Aşağıdan bakınca bir şey göremedi ancak balkona çıkıp yaprakları aralayınca içine sığınan beyaz güvercinin kanadının kırık olduğunu anladı. Bir yandan da heyecanla atan minik kalbinin haykırışları neredeyse kulaklarına geldi. Ne yapacağını bilemeyen Fahriye, yavaşça uzattığı eline güvercinin yaslanmak istediğini anlayınca "Belki acısını dindirebilirim" diye diğer elini de yaklaştırdı. Onu avuçlarının içine alıp birlikte aşağı indiler. Genç kızın yumuşak ve sevecen ellerinde kendini güvende hisseden güvercin o kadar yorgundu ki hiç kıpırdamadı; annesinin getirdiği bakır tastan suyunu içer içmez de uykuya daldı.
O günden sonra Fahriye ve annesi, güvercinin iyileşmesi için ellerinden geleni yaptılar. Biraz güç toplayan beyaz güvercin bahçeye serptikleri buğdayı kendi başına yemeğe başlayınca kendilerinin iyileşme sürecinin de başladığını anladılar. Üzüntülerinin geçmeyeceğini ama yiyecek ekmeklerinin de daha tükenmediğini, beyaz güvercinin neşeyle kuğurdamasının kendilerine iyi geldiğini fark ettiler.
Zaman zaman sarmaşığın dökülen yapraklarından şikayet etmeye bile başlayan Fahriye, şöyle bir durup "Aman canım, şimdi süpürürum olur biter. Bir de hortumu tuttum mu toz da kalmaz, bahaneyle bahçe de yıkanmış olur" dedi kendi kendine. Ardından da gülmek hâlâ zor olsa da "Oh mis gibi oldu, bunun üstüne şekerli bir kahve pişireyim de karşılıklı oturup içelim, duydun mu anne? Hadi kalk bahçeye gel, yemekler de neredeyse pişti!" diye seslenir.
Elinden her iş gelen Fahriye, ev işlerindeki maharetinin yanında rahmetli babasından bahçenin bakımını da öğrenmiştir. Çiçeklerle beraber, sabah kahvaltıya taze taze koparsın diye kendi elleriyle diktiği domatesle biberi, bir de maydonozu hiç eksik olmaz. Hele de yiyenlerin tadı damağında kaldığı barbunya plakisinin üstüne incecik kıydığı maydonoz tohumlarını toprakla buluşturmayı hiç ihmal etmez.
Aslında uzun zamandır unuttuğu, unutmak zorunda kaldığı ve hiç haber alamadığı gönlündeki genç adamın, bir sabah Amerika'ya giden gemide iş bulup kendisine ses etmeden yola çıktığını öğrenince şaşıramaz bile. Geçmişte, ona da bol domatesli üzerine ince kıyılmış maydanoz serpiştirip barbunya pilaki yapacağı günlerin gelmesini beklerken önce babasıyla kardeşinin vefatı, tam toparlandığı sırada da böyle bir ayrılığa "Neden?" bile diyemez...
Evet buraya kadar yarım da olsa Fahriye Abla şiirini kendime göre hikayeleştirdim. Ahmet Muhip Dıranas; bu güzel, şirin, çapkın ve vefalı genç kadını gurbete, Erzincan'a gelin gönderir. Kendi isteğiyle bile gitmiş olsa ben onu bu kadar üzüntünün ardından bir de farklı şehire gönderip özlem yaşasın istemedim. Kim bilir, belki ona da vefa gösterecek başka bir delikanlı karşısına çıkar ve kendi bahçelerinde çocuklarıyla birlikte bir sarmaşığın daha büyümesini balkona uzanmasını sağlarlar. Ama bu sefer mutlu mesut; hüzün ve üzüntü olmadan...
Kısa da olsa Ahmet Muhip Dıranas'a değinmek isterim. 1909 yılında Sinop'ta doğan edebiyatçımız Ankara Erkek Lisesin'de Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öğrencisi olur. İlk şiiri "Bir Kadına" Milli Mecmua'da yayınlandığında 17 yaşında bir lise öğrencidir ve Ankara Lisesi'nden Muhip Atalay imzasını kullanır. Serveti Fünun, Resimli Uyanış Varlık, Çığır, Kültür Haftası, Ağaç, Yücel,Türk Yurdu, Ülkü, Sanat ve Edebiyat, Hisar gibi dergilerde şiirleri yayınlanır. Şiir anlayışı geliştikçe ahenge ve sese verdiği önem de artar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim ve Fransız şairlerden Baudelaire ve Verlaine'den etkilenmiştir.
Eserleri
Halkevleri Amatör Resim ve Fotoğraf Sergileri (1941)
Gölgeler (Oyun, 1947)
Finten (1959)
Şiirler (1974)
Yazılar (1944)
Fransa'daki Müstakil Resim (Çeviri, 1938)
Çalar Saat (Baudelaire'den şiir çevirisi)
Abdal ( Çeviri, Dostoyevski'nin Budala'sindan uyarlayanlar: F. Neziere ve S.W.Bienstock)
Ve meşhur şiirimizle yazımı noktalıyorum.
FAHRİYE ABLA
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın?
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hatırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumuzdun sen, Fahriye abla!
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz