Duygular ve matematik…
İnsanın zihninde oluşturduğu 2 ayrı dil mi yoksa aynı gerçeğin farklı tercümeleri mi?
Matematiği en genel hâli ile sayıların, şekillerin, oranların ve düzenin bilimi olarak tanımlayabiliriz.
Duygular ise bir anda içimizi kaplayan, çoğu zaman bizi harekete geçiren, tam olarak tarif etmekte zorluk yaşadığımız içsel dalgalanmalardır. Akışkandırlar ve değişkendirler.
Heidegger ve Sartre gibi düşünürler için ise varoluşumuzu anlamlandırma biçimidir duygular.
Peki bu iki fenomenin birbiri ile bir ilişkisi olabilir mi? Olabilir ise acaba aralarında nasıl bir ilişki vardır?
İnanın şu an için ben de cevabı bilmiyorum. O nedenle şimdi sizinle bunu biraz düşünmek istiyorum.
Bu soru aklıma ilk defa yakın bir zamanda tesadüfen bulunduğum bir ortamda havai fişek gösterisi izlerken, mutluluk ve coşku çığlıklarının, patlayan fişeklerin sesi ve kokusu ile karıştığı bir anda geldi. Tuhaf bir şekilde ben o gün, o anda, bir türlü o coşkuya ulaşadım. Hatta içten içe kendimi şaşkın bir şekilde kalabalığa bakarken buldum. Tüm mutluluğun ve coşkunun içerisinde sanki duyguları tek tek cımbız ile çekilmiş, kopartılmış bir varlıktım.
Donuktum. Çünkü birdenbire etraftaki tüm bu coşku ve mutluluk içerisinde gözümün önüne Gazze’de savaştan, açlıktan ölen çocuklar geldi. Onların acısı, korkusu...
Dünyamızı düşünecek olur isek tüm yaşananları, belki eleştirebilirsiniz beni, "Sadece neden Gazze’deki çocuklar?" diye. Çünkü bu yazıyı kaleme dökerken ben kendimi eleştirdim. Yıllardır açlık çeken ülkelerin olduğu, yıllardır savaşlarda yitip giden masum canlarla dolu sözde gelişmiş insanlığın yaşadığı dünyada neden sadece Gazze’deki çocuklar aklıma geldi?
Eğer bu eleştiriyi yaptıysanız sonuna kadar da haklısınız. Bu acıları, korkuları sadece Gazze ile sınırlamak da doğru olmayabilir elbette. Ama o anda zihnimde beliren buydu. Belki de tüm acıların temsiliydi o an için. Ve yine şu an için düşünürken fark ediyorum ki bu temsilin aklıma gelme nedeni; çocuk olmanın anlamının mutluluk, coşku ve sevinç çığlıkları olmasıydı. Ölüm ve açlık değil. Ve zaten eşlik edemediğim coşku benim için tüm anlamını yitirdi.
Bu duyguları o anda hissettiğimde çok ilginç bir şey oldu. Zihnimde bir şekilde matematiksel denklemler belirdi. Gözlerimin önünden artı, eksi, eşittir gibi matematiksel simgeler geçmeye başladı. Hissettiğim duygular bir şekilde bana matematiği çağrıştırmıştı. Nasıl bir ilişki olabilirdi? Belki de zihnim bir şekilde duyguları formülüze etmeye çalışmış bunu yapamadığı için matematiğe kaçmıştı. Matematiği burada alternatif bir dil olarak kullanmıştı. Bilmiyorum.
O yüzden şimdi sizinle biraz akıl yürütmek istiyorum.
Matematik mantığın, akıl yürütmenin bir bilimi. İnsanı diğer varlıklardan ayıran akıl yürütme yetisi mantıksal çıkarım yapma kapasitesi ile zulmü önleyebilecek güçte iken Gazze’deki çocukları açlığa mahkum etmesi insanlık adına en büyük çelişki değil mi?
Üzüntü, kayıp, yalnızlık gibi duyguların iç içe geçmesi ile oluşan acı ve korku. Ve bunu hisseden küçücük çocuklar. Ve işte bu duygunun matematikteki karşılığı sonsuzluk benim için. Çünkü bu duygudan (acı, korku, çaresizlik) daha büyük bir duygu yok, en azından benim zihnimde. Dünyanın tüm çoşkusunu ve mutluluğunu tüm matematiksel işlemlerden geçirseniz dahi sadece Gazze’deki değil tüm dünyada açlıktan ölen sadece tek bir çocuğun duygusunun yanından dahi geçemez ki.
O halde duyguların matematiği yok, olamaz.
Ya da tam tersi duygular en kuvvetli matematiksel denklemleri oluşturuyorlar, bir türlü çözülemeyen…
Bir terazi hayal edin. Bu terazinin bir ucuna tüm dünya nüfusunun mutlu ve coşkulu durumunu, diğer ucuna ise kaburgaları sayılan, vücudunu sadece derisi kaplamış, hüzünlü ve korku dolu gözleri olan küçük bir çocuk koyun. Sadece tek bir çocuk. Geldi mi gözünüzün önüne? Hangi tarafın diğerini ezip geçtiğini sanırım söylememe gerek yok. Nerede matematik?
Hem hiçlik… Hem sonsuzluk…
Matematik dünyasında sonuçlar nettir. 2+2=4 eder ve matematikte kıyas yapabiliriz, ölçebiliriz. Anlamlı bir sonuç buluruz.
Ama duyguları ölçebilir miyiz? Hele ki adaletsizliğin ve acının gölgesinde kalan duyguları. Vicdansızlığı nasıl anlamdıracağız mesela?
Fonksiyon her zaman değerini bulunduğu noktadaki girdiden alır. Ya mutluluk? O da değerini bulunduğu noktadan almaz mı? Sizin için bu nokta neresi? Hiç düşündünüz mü?
Bazı duyguların yoğunluğu hiçbir somut nesne ile ölçülemez, ölçülmemeli de zaten.
Bu yazımı yazmak için araştırma yaparken karşıma Peter Singer’in The Life You Can Save (Kurtarabileceğin Hayat) kitabı çıktı.
Bu kitap Singer’in ‘etkili fedakarlık’ felsefesine dayanır ve basit bir soru sorarak yola çıkar.
"Eğer yolda giderken suda boğulan bir çocuğu görseniz üzerinizi kirletmeyi göze alıp onu kurtarmaz mısınız?"
Bir çoğumuzun buna vereceği cevap hiç şüphesiz "Evet" olacaktır. Yüzme bilmeyenlerimiz dahi bir şekilde bir çözüm üreteceklerdir.
Ve Singer devam eder; "O halde, dünyanın başka bir yerinde açlıktan ya da önlenebilir hastalıklardan ölen bir çocuğu kurtarmak için neden aynı refleksi göstermiyoruz?"
Yine Singer’a göre coğrafya, mesafe ya da kültür farkı ahlaki yükümlülüğü ortadan kaldırmaz. Eğer elimizde gerçekten hayat kurtarabilecek imkânlar varsa (bağış, destek, gönüllülük), yapmamamız etik değildir.
Singer; “Yapabileceğin kadar yardım et” değil, “Makul ölçüde yapman zorunlu” der. Makul ölçüde yapman zorunlu.
Bu kitabında zengin toplumların aşırı tüketimini eleştirir ve gereksiz bir lüks eşyaya harcadığımız paranın, başka bir yerde bir hayat kurtarabileceğini söyler.
Bu kitabın ana felsefesini kavradıktan sonra o gün zihnimde gerçekleşen durumun Singer’in manifestosunun bir tercümesi olduğunu düşündüm. Bir tarafta binlerce çocuk açlıktan ölürken diğer bir tarafta gökyüzüne paralar saçıyorduk.
İşte tam da burada benim için mutluluk ve acının kıyaslanamazlığı çok netleşti. Bizim “coşku” için aldığımız bir şey aslında başka bir yerde bir çocuğun hayatına eşdeğer.
Zihnimi sorgulamaya devam ettikçe duygular ve matematik arasındaki ilişkinin çok katmanlı olduğunu fark ediyorum. Her katmanda farklı bir ilişki bulabiliriz. Acaba sizler nasıl bir ilişki kuracaksınız?
Örneğin bir gülümsemeyi diğer bir gülümseme ile topladığımızda, iki kat sevinçten daha fazlasını elde etmez miyiz? Bir kaybın matematiği ise çıkartma gibi olacaktır. Sevdiğimiz birinin kaybı bizi hep yarım bırakmaz mı? Umudumuz paylaştıkça çoğalacaktır. On kişinin yaptığı tek bir iyilik yüzlerce hayatı kurtarmaz mı?
Bir ekmeği iki çocuk arasında böldüğümüzde karşımıza çıkan kurtarılmış iki hayattır. Ama milyonların sessizliğini ne olacak? Bir sevgiliden kalbini çıkartırsak büyük bir boşluk göreceğinizi tahmin ediyorum. Bir savaşı bir şehir ile çarptığımızda büyük bir yıkımdan başka nasıl bir sonuç olabilir ki? Devam edersek bu işlemler daha böyle uzar gider.
Merak edip incelediğimde bugüne kadar hem felsefe tarihinde hem de çağdaş düşüncede matematik ve duyguların ilişkisine dair bir çok düşüncenin bildirildiğini öğrendim.
Antik felsefeye bakacak olursak Pisagor’cular matematiği sadece sayı değil evrenin genel ahengi olarak görmüşlerdir. Yaylı çalgıların telleri farklı uzunluklara getirildiğinde belli oranlar oluşur ve bu oranlar matematiksel kesinliktir. Sonuç olarak kulağımıza ulaşan şey matematik değil duygudur. Burada matematiksel işlemler duygularımıza hitap edebilmiştir. Bazen mutluluk bazen hüzün ve melankoli.
Örneğin Platon, aşkı hem duygusal hem de matematiksel bir süreç olarak ele almış. Platon için güzellik daima oran ve simetri ile ilgili. Aşkta hissettiğimiz duygular zihnimizin bu orantıyı fark etmesinden doğmakta ve kalbimizdeki çarpıntı aslında ruhumuzda bir matematiksel denklemin işliyor olması.
Çağdaş düşünürlere baktığımızda günümüzün en önemli nörobilimcilerinden olan Antonio Damasio beynin duygularla nasıl çalıştığını anlamaya odaklanmış bir bilim insanıdır. O duygular olmadan mantığın dahi işlemeyeceğini göstermiştir. Matematiksel düşünce en rasyonel şey gibi gözükürken aslında olan durum, matematiksel düşüncenin duyguların rehberliğine olan ihtiyacıdır.
İnsanlık tarihinin çoğu zaman tekrardan ibaret olduğunu düşünürken karşıma matematikteki fraktal yapılar çıktı. Yani küçük ölçüde görülen desenler büyük ölçekte de tekrarlanmaktadır. Örneğin bir eğrelti otu yaprağının her parçası bütünün küçük kopyasıdır. Aynı insanlık tarihinin de fraktal yapılar ile dolu olması gibi. Her çağda benzer şiddet, açlık, savaş desenlerinin tekrar etmesi gibi. 1945 yılında Hiroşima’da görülen yıkımın desenleri bugün Gazze sokaklarında yeniden görülmüyor mu?
Nazım Hikmet’in ‘Kız Çocuğu’ şiiri ile bugün Gazze’de yaşananlar arasında zamandan bağımsız bir akrabalık var. İkisi de aynı denklemi gösteriyor bize.
SAVAŞ = ÖLÜ ÇOCUKLAR!
KIZ ÇOCUĞU
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
Nazım HİKMET
Bu defa matematiği bu şiirin kaç yıl önce yazılmış olduğunu hesaplamak için kullandım. Neredeyse 70 yıl. Ama bu şiiri okuduğumuzda kalbimizde oluşan sızı 70 yıl öncesinde bu şiiri okuyanların sızısından farklı değil.
Sanırım matematik ve duygular aynı gerçeğin farklı tercümeleri. Belki de hayatın gerçek matematiği mutlulukları toplamakla değil acıları azaltmakla başlayacaktır. Tüm dünyadaki tek çarpanın sevgi, merhamet ve şefkat olacağı, tüm bu duyguların bütün bilinmeyen denklemlerin sonucunu değiştireceği, tüm dünya çocuklarının tek endişesinin bir sonra oynayacakları oyunu bulmak olacağı günlere doğru yol almak umudu ile…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz
Musa Aşkın
Gerçek Derinlik İçimizde
Gevher Aktaş Demirkaya
Ben Yemen Türküsü’nü Söylerken Ata Ağlardı
Yusuf Sarıkaya
Bizim Kuşak /4
Mine Çağlıyan
Özgürlük
Sedat İlhan
Sami Çelik Bey’e
Ümmügülsüm Hasyıldırım
Bir Mum Işığına Tutsak
Suna Türkmen Güngör
Ruhun Terazisi
Ümit Polat
Hakan Bahçeci’nin Öykü Yoculuğu
Dilek Tuna Memişoğlu
Sudan Ağlıyor
Ebru Bozcuk
Yaşam Gustoluğu
Mehmet Şahan
Hasene ve Hasenat
Serhan Poyraz
Goriot Baba / Honore de Balzac
Ayşe Parlar Gürkan
Duyguların Matematiği
Hilmi Yavuz
Okuma Takıntısı
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Sevgi Yönetimi
Haluk Özdil
Nazilerin Gizli Silahı Lili Marleen
Ahmet Furkan Demir
Çağımızın Hastalığı: Gösteriş
Hüseyin Uyar
İstanbul Senfonisi
Nevin Bahtişen
Hayata Dair
Ayfer Güney
Dur
Deniz İmre
Anlam Arayışının Sessiz Çığlığı
Hamiyet Su Kopartan
Meşguliyet
Sami Çelik
Ey Zımni
Turan Demirci
Yapılmayacaklar Listesi
Muhammet Çavdar
Bir Uyku Bin Ölüm
Reyhan Mete
Ey Ruh! Geldiysen Üç Kez Tıkla
Esedullah Oğuz
İçimiz Dışımız Suriye
Hakan Cucunel
Türk Edebiyatı ve Türkçe Edebiyat
Cengiz Hortoğlu
Mutlu Olmak mı Nasıl Yani?
Ufuk Batum
Yediği Ayazı Unutmamak
Şükrü Doruk
Alma Ağacı
Uzman Klinik Psikolog, Dr. Ezgi Yaz
Hayat Gökyüzüdür, Bakış Açımız da Teleskop
Demet Mannaş Kervan
Sözde Hayvanseverin Eseri: Sokak Köpeği
Tamer Şahin
Dünyalı Barış Manço
Kadir Çelik
Affet Bizi Güzelhisar