SİNEMA / TİYATRO
Giriş Tarihi : 04-12-2024 20:25   Güncelleme : 05-12-2024 10:05

Vera Cruz / Serhan Poyraz

Serhan Poyraz -VERA CRUZ

Vera Cruz / Serhan Poyraz

VERA CRUZ

1800’lü yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nin Kuzey eyaletleri sanayileşmiş ve ticarete dayalı bir ekonomiye sahipti. Korumacı gümrük tarifelerini ve Amerika’nın güçlü merkez bir hükümetle federal bir anlayışla yönetilmesini savunuyorlardı. Köleliğe tamamen karşıydılar ve insan haklarına karşı bir sistem olarak görüyorlardı.

Güney eyaletleri ise ekonomik yapılarını, köle emeğine dayalı tarım üzerine kurmuşlardı ve serbest ticareti savunuyorlardı. Bunun yanında, kendi iç meselelerinde daha özerklik isteyerek merkezi hükümetin müdahalelerine karşı çıkıyorlardı.

Sonunda kaçınılmaz son gerçekleşip, kölelik karşıtı Abraham Lincoln 1860 yılında Amerika Birleşik Devletleri başkanı seçilince, Güney eyaletleri federal sistemden ayrılmaya karar verdiler. Kölelik karşıtı politikaları destekleyen Birlik (Union) ile kölelik yanlısı on bir Güney eyaletinin oluşturduğu Konfederasyon (Confederancy) arasında bir iç savaş, yani  “Kuzey - Güney Savaşı” başladı.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, kölelik, ekonomik farklılıklar, federalizm ve eyalet hakları gibi sebepler yüzünden 1861 yılında başladıktan sonra dört yıl süren ve yaklaşık 620.000 askerin hayatını kaybettiği ve yüz binlerce insanın yaralandığı bu iç savaşı Kuzey eyaletleri kazandı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bölünmesi önlenmiş oldu. 1865 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Amerika Birleşik Devletleri’nde kölelik tamamen yasaklandı.

Kuzey - Güney Savaşı’nın başladığı 1861 yılında, Amerika Birleşik Devletleri’nin güney sınırındaki Meksika, Avrupalı sömürgecilere borçlarını ödeyemeyince III. Napolyon, Meksika’yı ekonomik ve siyasi olarak kontrol altına almak için İngiltere ve İspanya ile birlikte Meksika’ya askeri bir müdahale başlattı. Ancak kısa bir süre sonra bu müdahale, tamamen Fransa’nın kontrolünde yürütülen siyasi bir projeye dönüştü.

III. Napolyon, Meksika’yı bir Fransız uydu devleti gibi kullanarak Avrupa’daki Habsburg Hanedanı ile Fransa’nın çıkar ilişkisini güçlendirmek istiyordu ve büyük bir manipülasyonla Meksika halkının da kendisini istediğine inandırarak Habsburg Hanedanı’ndan Maximillan’ı Meksika tahtına aday gösterdi.

Fransa Meksika’da bir “kukla yönetim” planlarken, Maximillan’ın da kendi liberal politik idealleri vardı ve hiç tereddüt etmeden Fransa’nın mali desteğini ve askeri gücünü de arkasına alarak tahta çıktı ve 1864 yılında Meksika İmparatoru oldu.

Maximillan’ın Fransa hükümetinin maddi desteği ve yerel direnişçilerle Cumhuriyetçi güçleri bastıran Fransız ordusu olmadan varlığını sürdürmesi ve politik ideallerine ulaşması imkânsızdı. Bu yüzden Maximillan, Fransa’nın güdümünde gibi görünürken bir yandan da kendi idealleri doğrultusunda hareket ederek reformlar yapmaya başladı.

Köylülerin ve küçük çiftçilerin toprak sahibi olmasını kolaylaştırmak için yasalar hazırlayarak büyük toprak sahiplerine karşı dengeli bir sistem oluşturmayı hedefledi.

Bunun yanında işçi haklarını geliştirmeye çalıştı. Kölelik ve tefecilik gibi uygulamaları ortadan kaldırmaya çalıştı. Meksika halkı için ücretsiz ve laik bir eğitim sisteminin yanısıra kadınların da eğitim almasını destekleyen politikalar oluşturmaya çalıştı. Katolik Kilisesi’nin siyasi ve ekonomik gücünü sınırlandırmaya çalışarak Protestanlar ve diğer dini azınlıklar için daha fazla hoşgörü gösterilmesi gerektiğini savundu. Meksika’nın tüm halkı için yasal eşitlik ilkesi geliştirmeye çalıştı. Fransa’nın modern hukuk uygulamalarını teşvik etti. Meksika’nın altyapısını geliştirmek için demiryolları inşasını destekledi. Ekonomik kalkınmayı teşvik etmek için yerel ticaretin ve ihracatın arttırılmasını hedefledi.

Meksika’nın kültürel kimliğini korurken Avrupa’daki mimari, sanat ve kültürel değerleri topluma entegre etmeye çalıştı.

Maximillan’ın tüm bu reformları sosyal adaleti arttırmaya yönelik ilerici fikirler içeriyordu ancak ülkede bu reformları uygulayacak sosyal ve siyasi bir temel yoktu. Muhafazakârlar onun liberalliğini; liberaller de onun bir Fransız kuklası olduğunu düşünüyordu. Meksika yerel halkının da iradesi dışında bir yabancı olarak tahta çıkmıştı.

1865 yılında Kuzey - Güney Savaşı sona erdi. O yıllarda Avrupa’da Fransa-Prusya Savaşı yaklaşmaktaydı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Monroe Doktrini’ni öne sürerek Fransa’ya Meksika’dan çekilmesi yönünde baskı yapması sonucunda III.Napolyon 1866 yılında ordusunu Meksika’dan çekti ve Maximillan ülkedeki Cumhuriyetçi güçlere karşı savunmasız kalınca 1867 yılında Benito Juarez’in ordusu tarafından yakalandı ve idam edildi.

1860’lı yıllardaki Amerika’da yaşanan siyasal olaylar, II. Dünya Savaşı’nın bitimini takip eden 1950’li yıllarda Amerika’da yaşanan siyasal olaylarla aradan yaklaşık yüz yıl geçmiş olmasına rağmen temel dinamikleri ve toplumsal mücadeleleri açısından benzerlikler gösterdi.

1860’ların Amerika’sı kölelik ve eyalet hakları meselesi etrafında derin bir ulusal bölünmeyi temsil ederken 1950’lilerin Amerika’sında ırk ayrımcılığına karşı mücadele ve Sivil Haklar Hareketi’nin yükselişi özellikle Güney eyaletlerinde gerilime yol açıyordu. 1860’larda köleliğin kaldırılması siyahi Amerikalılar için eşitlik mücadelesinde bir dönüm noktasıyken 1950’li yıllarının Sivil Haklar Hareketi siyahi Amerikalılar için ırksal eşitlik talebini yeniden ön plana çıkardı. Rosa Parks ve Martin Luther King Jr. gibi figürler bu dönemin simgeleri oldu.

1860’lı yıllarda Amerika’da Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki keskin ideolojik farklılıklar, özellikle kölelik ve ekonomi konularında belirginleşmişken 1950’li yıllarda Soğuk Savaş’ın etkisiyle ABD siyasetinde antikomünizm ön plana çıktı. McCarthycilik dönemi ideolojik farklılıkların siyasi baskı aracı olarak kullanıldığını gösterdi.

Aynı şekilde, 1860’lı yıllardaki Avrupa’da yaşanan siyasal olaylar, II. Dünya Savaşı’nın bitimini takip eden 1950’li yıllarda Avrupa’da yaşanan siyasal olaylarla aradan yaklaşık yüz yıl geçmiş olmasına rağmen temel dinamikleri ve toplumsal mücadeleleri açısından benzerlikler gösterdi.

1860’ların Avrupa’sında milliyetçilik hareketleri hız kazanıp Avrupa’daki Avusturya, Prusya ve Fransa gibi büyük güçler etrafında siyasi birleşmeler yaşanırken 1950’lerde de Avrupa, ABD öncülüğündeki Batı ve Sovyetler Birliği öncülüğündeki Doğu olarak iki bloğa ayrılmıştı. 1860’larda Avrupa’da liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizm gibi ideolojik akımlar çatışma halindeyken 1950’lerde de Soğuk Savaş bağlamında kapitalizm ve komünizm arasında ideolojik bir mücadele vardı.

Kısacası hem 1860’lı yıllar hem de 1950’li yıllar Amerika ve Avrupa’da büyük siyasi dönüşümler ve çatışmaların, buna bağlı olarak da toplumsal dönüşümlerin yaşandığı zaman dilimleridir.

Sinema, bir sanat ve iletişim biçimi olarak, toplumların sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapılarını yansıtmak ve bu değişimleri yönlendirmek için en etkili araçlar biridir. İnsanların deneyimlerini, değerlerini ve mücâdelelerini görselleştirerek toplumsal bilincin oluşmasına önemli ölçüde katkıda bulunur.

Bu yüzdendir ki, 1950’li yıllarda Temsilciler Meclisi Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi, önemli bir kitlesel iletişim aracı olan sinema endüstrisinde komünist eğilimleri veya sol görüşleri olan kişileri tespit etmeye çalışıyordu.

Robert Aldrich… Objektifini yönelttiği acımasız bir dünyada ele aldığı kahramanların zorluklarla mücadelesini vurgularken insan doğasının karanlık yönlerini, güç mücadelesini, ihanet ve şiddet temalarını yoğun bir şekilde kullanan 1950’li yılları Hollywood sinemasının başarılı bir yönetmeni.

Robert Aldrich, Hollywood'un solcu siyaseti, dernekleri ve arkadaşları nedeniyle ve her ne kadar komünist ilişkileri açığa çıkarmak ve arkadaşlarının isimlerini vermek için Temsilciler Meclisi Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi huzurunda ifade vermeye çağrılmamış olsa da, 1954 yılında çektiği ve ilk bakışta bir western gibi görünen “Vera Cruz” filmini çekti. Ve bu filmin alt metninde tabii ki sistem eleştirisi vardı.

Vera Cruz'un yapım ekibindeki isimlerden yapımcı Harold Hecht, senarist Roland Kibbee ve başrol oyuncuları Burt Lancester’in ve Gary Cooper’in politik duruşları biliniyordu. Bu isimlerden sadece Gary Cooper muhafazâkardı ama o şüphe uyandıran liberal olanların aksine Temsilciler Meclisi Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’ne ifade vermeye çağrılmış ve isim vermeden  Komünist eğilimler olduğunu kabul etmişti.

Yönetmen, yapımcı ve oyuncularının bu şekilde olduğu Vera Cruz filminin senaryosunun Meksika'da düzenlendiği ve revize edildiği göz önüne alındığında, dönemin siyasetinin Hollywood üzerindeki baskısını hayal etmek zor değil. Zaten bu da, filmin anlatısının  altında yatan “ihanet” temasını besliyor ve 1950’li yılların baskıcı siyasetine eleştirel bir yorum getiriyor.

Robert Aldrich, filmlerindeki güçlü kişiliklere sahip ancak kusurları ile dikkat çeken, karmaşık ve ahlaki olarak gri bir alanda hareket eden kahramanları ve anti-kahramanlarıyla, bireyin toplumsal koşullarla çatışması sırasındaki ahlaki çöküşünü ve sistemlerin baskıcı doğasını da dikkate alarak başarıyla tasvir eden bir yönetmen ve bu filminde de olay örgüsünden çok karakterler ön planda.

Vera Cruz bir western filmidir ama diğer Hollywood “western”lerinin Monument Valley ya da Vasquez Kayalıkları gibi tipik manzaralarının ötesinde bir yerde, gerçek bir Meksika mekânında çekilmiştir çünkü bu filmin tarihsel arka planı, Fransızların Meksika'ya müdahalesinin son yılları ve Benito Juárez'in 1866 yılı dolaylarındaki buna karşı “Cumhuriyetçi” isyanıdır. Hatırlayacaksınız, aynı yıllarda Amerika’daki Kuzey - Güney Savaşı da henüz sona ermişti.

1950’li yılların Hollywood sinemasındaki hikâye anlatımının karmaşıklığı, İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda, askerlerin savaşın kendilerini neye dönüştürdüğüne dair ciddi sorularla boğuşması nedeniyle doruğa ulaşmıştı. Yani 1950'lerin westernleri, sinemasal değerin zirvesini ve düşündürücü senaryoları bünyesinde barındırır. İşte bu film de, dönemin filmlerinin neler yapabileceğinin parlak bir örneği olduğunu daha ilk sahnesinde, Robert Aldrich “motor” dediğinde göstermiştir.

Her ikisi de uçlarda olan ama arayışlarında birleşerek kaçınılmaz bir yüzleşmeye doğru savrulan Kuzey - Güney Savaşı’nın paralı askeri ve fırsat avcısı iki adam, bu kez “tek başlarına” Amerika’nın güney sınırına gelmişlerdir.

Trane’in atının bacağı sakatlandığı için yeni bir ata ihtiyacı vardır. Fazladan bir atı olan Erin’i görür ve yanına gider.

Trane: Ne kadar? [At için]
Erin: Yüz dolar. Altın.
Trane: Bu çok yüksek bir tutar ve ödemesi zor.
Erin: Yürümek de öyle.

Atını sattıktan sonra Erin'in hemen Trane'e ihanet etmeye çalıştığı, ancak Trane'in durumu onun aleyhine çevirdiği ve atıyla kaçtığı açılış sahneleri, bu ikilinin filmin geri kalanında nasıl bir ilişkiye sahip olacağını tam olarak gösterir; yaşasın vahşi kapitalizm, yaşasın bireycilik, yaşasın toplumsal ihanet!..

Gary Cooper’in canlandırdığı Benjamin Trane, Louisianalı ve eskiden Konfederasyon Ordusu'nda yani Güney için savaşmış bir paralı askerdir ve savaş sonrasında yaşadığı ekonomik zorluklar sebebiyle kendisini Meksika’da bulmuştur. Filmin başında sadece kişisel kazanç peşinde koşan bir adam iken, sonunda Meksika halkının özgürlüğüne önem veren bir adama dönüşür. Yani ilk bakışta ahlaki açıdan gri bir karakter olarak gözükse de, Trane’nin esas motivasyonu onurlu bir yaşam arayışıdır. Pragmatik ama onurlu da diyebiliriz. Trane, hayatta kalma içgüdüsüne sahip olsa da değerlerinden ödün vermez. Bu yüzden, Trane ile Joe Erin arasında sürekli bir gerilim vardır. İki karakter de birbirine güvenmez ama birlikte yol almak zorundadırlar. Trane, Erin’in aksine her zaman ahlaki bir sınır çizer ve Erin’in çıkarcı tavırlarına eleştirel bakar.

Trane’in bu filmde idealize edilmiş Amerikan kültürü ve onur arayışına doğru evrilen karakteri, sonunda Meksika halkının özgürlük hareketine katılmasıyla, Amerikan kültürünün özgürlük ideallerine bağlılığının simgesi gibidir.

Burt Lancester’in canlandırdığı Joe Erin karakteri, ahlaki sınırları olmayan, başkalarının hayatını veya değerlerini önemsemeden kendi çıkarlarını kovalayan, hedefine ulaşmak için her türlü şiddeti kullanmakta veya ihanet etmekte tereddüt etmeyen vahşi bir silahşördür. Motivasyonu tamamen paradır; savaşta taraf tutmaktan çok, kazançlı olan seçimi yapmayı ön planda tutar. Makyavelist bir tutumdadır ve onun için amaçlar kullanılan araçları haklı çıkarır. Fransız kontrolündeki İmparator Maximilian yönetimindeki Meksika hükümeti ile Juarista özgürlük savaşçıları arasındaki çatışmaya katılmak için sınırın güneyine seyahat eden Amerikalı servet avcılarından biridir.

Tavırları ve gülüşüyle oldukça karizmatiktir ama tehlikelidir. Yani karizmatik doğası gereği aldatıcıdır. İnsanları kendi amaçlarına hizmet etmeleri için manipüle eder. Erin, Amerikan kültürünün karanlık ve materyalist yönlerinin simgesi gibidir.

Erin, Trane film boyunca sürekli meydan okuyan bir figürdür. Onun ahlaki duruşuna küçümseyerek bakar. İnsanlara güvenmez, insanlara güvenenlerden hoşlanmaz. İdealist bir insanı sömürmenin yollarını arar. Ancak Erin, Trane’in liderlik potansiyelini de kabul eder ve bir noktaya kadar onun zekasından faydalanmaya çalışır.

Filmde Erin’e “Amerika’da doğmuşsun ama için Fransız” diyen Fransız aktrist Denise Darcel’in canlandırdığı Kontes Marie Duvarre de zarif, kültürlü ve aristokrat bir kadın görüntüsünü ve insanlar üzerindeki etkileyici tavırlarını; manipülatif ve çıkarcı doğasını saklamak için kullanan biri olarak Avrupa aristokrasisinin yozlaşmış yüzünün simgesi gibidir.

Cesar Romero’nun canlandırdığı Marquis Henri de Labordere, aristokratik bir kibir taşıyan, soğukkanlı ve hesap kitap yapmayı iyi bilen biridir. Marquis, Fransa’nın Meksika’daki müdahalesinin vücut bulmuş halinin simgesi gibidir. Fransız kültürünün düzen ve kontrol idealini de temsil eder ve yerli halkı küçümsemesi de kibrinden beslenir.

Morris Ankrum’un canlandırdığı General Ramirez, Meksikalı direnişçilerin emperyalist baskıya karşı verdiği sadelik ve dayanışmadan oluşan onurlu mücadelenin sembolü ya da Meksika kültürünün bağımsızlık ruhunun simgesidir de diyebiliriz.

George Macready’nin canladırdığı İmparator Maximillan, Meksika halkının iradesini hiçe sayarak Fransa’nın yaptığı dış müdahalenin tasviridir. Ancak Avrupa aristokrasisinin Meksika gibi farklı bir coğrafyanın gerçeklerinden ne kadar uzak olduğunu da gösterir. Maximillan ayrıca Meksika’nın sınıfsal iç çatışmalarına Fransız müdahalesi nedeniyle bölünmeye yol açmasını da simgeler.

İmparatorluk taraftarı olan Meksikalı aristokratlar, kendi halkına yabancılaşmış, emperyal güçlerin yandaşı yani ulusal kimlikten kopmuş sadece kendi çıkarlarını düşünen bir kültürün insanları tasvir ederken, Joe Erin’in peşinden giden bir grup servet avcısı da, savaş ya da kaos döneminde ortaya çıkan ahlaki çöküşü ve bireyci çıkarcılığı, yozlaşmış bir yaşam tarzını benimsemiş insanlarını simgeler.

Trane ve Erin, Amerikan kültürünü, Kontes Marie Duvarre, Marquez, İmparator Maximillan Fransız ve Avrupa kültürünü, General Ramirez ve direnişçiler Meksika kültürünü, servet avcıları ve Meksika aristokratları kaotik savaş ortamının yozlaşmış kültürünü tasvir ederek Amerikan, Avrupa ve Meksika’nın güçlü ve zayıf yönlerini ortaya serer.

Ben, Juarista isyancılarına katılarak sonunda daha büyük bir davanın yanında yer alırken, "kapitalist arzuları yüzünden yok edilen" Joe ve ekibinin kaderi, Vera Cruz filminin 1950’lerdeki Amerikan siyasi konjoktöründe artan kapitalist ve baskıcı eğilimlere güçlü bir sol eleştiri getirir ve Amerika Birleşik Devletleri’nin alması gereken pozisyonu işaret eder.

Temsilciler Meclisi Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’nin yoğun baskısının olduğu yıllardaki gerilimi ustalıkla yöneten ve o dönemlerde önemli klasik filmlere imza atan bir deha olan Robert Aldrich, izleyicilerin daha geniş ekranda izleyebileceği dönem için yeni “Superscope” tekniğiyle çektiği bu filminde, altın uğruna yapılan bir yolculukta sosyal iyi ve kötü arasında gidip gelirken rotasını önemli bir liman kentine çeviriyor.

İspanyol kaşif Hernan Cortes tarafından İspanyol sömürgeciliğinin Güney Amerika’daki başlangıç noktası olarak kurulduktan sonra köle ticaret merkezi haline gelen, sonrasında bağımsızlık ve devrim mücâdelelerinin sahnelendiği, Meksika tarihindeki kritik dönüşümlerin bir aynası olan ve adı “Gerçek Haç’ın Zengin Şehri” anlamına gelen Villa Rica de la Vera Cruz şehrine…

1950’li yılların Hollywood’unda altın hırsı, güç ideali ve ihanetle yoğrulmuş bir macera da sanırım en iyi bu şekilde anlatabilirdi. Bu yüzden de, Vera Cruz filmini unutulmaz Western klasikleri arasına girmiş ve yeni bir dönemi başlatmıştır.

Sergio Leone, bu filmi ilk izlediğinde koltuğunda hoplayıp zıplayıp; “Bu filmi ben yapmalıydım!” demiş midir acaba?

Kim bilir, belki de…  

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi