ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 17-04-2025 20:19   Güncelleme : 26-04-2025 22:28

Suskun / Deniz İmre

Yazan: Deniz İmre - SUSKUN

Suskun / Deniz İmre

SUSKUN

“… hükm-i Sultan olmaz ise, gelmez hata celladdan…”

                       İstanbul, Hicri 1047 - Miladi 1638

Sabah güneşinin ilk ışıklarıyla birlikte Haliç’in suları, sisin altından parıldamaya başlamıştı bile… Gökyüzü, mor ile turuncu arasında salınan bir renge bürünmüş; minarelerin gölgeleri suya yansımıştı. Kuşlar dallarda seğiriyor, Buğuluca Hamamı’nın bacalarından buharlar yükseliyordu. Sütlüce üstlerinden esen rüzgar, Galata'nın ve Pera’nın taş döşeli sokaklarını çoktan dolaşmış, Eyüp sırtlarında kaybolup son bir nefesle ta Sarayburnu’na, Topkapı surlarına kadar uzanmıştı.

Henüz İstanbul tam uyanmamıştı ama şehirde yaşam işte böyle hep erken başlardı. Horoz sesleri, uzaklardan gelen ezanların çağrısı, kayığını suya iten kayıkçıların bağırışları ve bir semerci çırağının taş kaldırımda yankılanan ayak sesleri tüm ahaliye günün başladığını haber veriyordu.

Fatih’in dar sokaklarında taş duvarlara yaslanmış cumbalı evler, yılların yorgunluğundan sebep, dinlenir gibi birbirine omuz vermişti. Ahşap evlerin üst katlarından sarkan Buldan işi renkli basmadan perdeler rüzgarla hafifçe dalgalanırken bazı pencerelerden de davetkar ve sıcak bir gözleme kokusu yayılıyor, doğan günü selamlıyordu.

Çarşıya gitmek üzere yola düşen bir bohçacı kadın, sırtında desenli bir heybe ve belinde işlemeli kuşağıyla ağır ağır yürüyordu. Attığı her adım, hem kendisine hem de bastığı yerdeki taşlara eziyet veriyordu. Arnavut kaldırımlı yokuşlardan aşağıya doğru inen çocuklar, ellerinde ağaçtan kopardıkları dallarla oynarken bir köşede uyuklayan sokak köpeğine kazara çarpmamak ve onun keskin dişlerinden nasiplerine düşen payı almamak için hoplaya zıplaya kaçışıyorlardı. Kedilerse her zamanki gibi pencerelerde, ocak diplerinde, fırınların önünde mahzun bakışlı gözlerle yiyecek dilenircesine dolaşıyordu; İstanbul bir tek onların şehriydi sanki…

Kapalıçarşı’nın taş kemerli kapısından içeri adımını atan herkes başka bir dünyaya girerdi. Mis gibi baharat kokuları, envai çeşit kumaşlar, kumaşların arasında parıldayan gümüş şamdanlar, çarşının tavanına işlenmiş eski desenler insanların gözlerini kamaştırırdı. Bir yanda “Şam ipeği!”, “Halep sabunu!”, “Taze Yemen kahvesi!” diye bağıran satıcılar, diğer yanda pazarlık eden kadınlar, onların torbalarını taşıyan genç hamallar, şıracılar, şerbetçiler, lokumcular, yorgun gözlerle dükkanını açan kuyumcular…

İstanbul’un her yanı bir başka kokardı: Balat’ta ekşi maya kokusu, Eyüp’te tütsü ve gül yağı, Üsküdar’da taze demlenmiş ada çayı… Boğaz’dan gelen iyotlu rüzgar, şehrin üzerine serin bir örtü gibi serilirdi. O rüzgarda martılar da vardı; Galata’dan Eminönü’ne doğru balıkçı teknelerini takip eden… Sandalların içindeki denizciler, sabahın erken vaktinde tuttukları barbunları kasalara dizerken arkadaki camiden müezzinin çağıran sesi yankılanırdı.

O sabahın tüm velvelesi içinde; kimsenin selam vermediği, kimsenin yoluna bile çıkmadığı bir adam, müezzinin çağrısına uymak için eski evlerin arasında, sararmış yaprakların hışırtısı eşliğinde sur dibinden Eyüp Sultan Camisi’ne yürüyordu. Kel ve sakalsızdı. Elinde bir kement, belinde Yatağan işi keskin ve ağır kılıcı, sırtında sade bir aba… O geçtiğinde, köşe başlarında konuşanlar susar, kadınlar çocuklarını içeri çekerdi.

Adı Kör İhsan’dı…

Kör İhsan bir cellattı…

Ve İstanbul'da cellatlar, sessizlikle yaşardı.

Ne kördü ne sağır ne de dilsiz… Ama öyle sanılmak ona yaşama şansı vermişti.

Kör İhsan, ağır ve keskin kılıcını ve de kemendini caminin girişinde, sağda bulunan emanetçiye namaz çıkışı geri almak üzere teslim etti, abdest almak için şadırvana yöneldi. Çabucak abdestini aldı. Avlu kalabalıktı; cümle esnaf, medrese öğrencileri, çoluk çocuk, çok sayıda yeniçeri camiye giriyor, dilenciler de kursaklarından bir lokma ekmek geçirmek umuduyla avuç açarak avluda geziniyorlardı.

Eyüp Sultan Camisi’nin içi, sabahın ilk ışıklarıyla dolmaya başlamıştı bile... Mihrabın önünde kandiller titrek bir neşeyle yanıyor, taş duvarlara asılı Kur’an ayetleri gölgelerle dans ediyordu. Mukarnasların kıvrımlarında biriken tespih kokusu, zamanla yarışan dua fısıltılarıyla harmanlanıyordu. Minbere çıkan hocanın her adım atışında minberin ahşap merdivenleri daha da sesli gıcırdıyordu.

İhsan, sıraların en gerisindeki duvara yaslanarak oturdu. Onun gibi cellatlar ön safa kolay geçemezdi zaten; ya da geçmek istemezlerdi. Hem, elinde kanın izini taşıyan bir adamın alnını secdeye koyması, ne kadar samimi olabilirdi ki? Ama yine de gelirdi. Her sabah... Belki bir hesap belki bir merhamet dilenmek içindi bu gelişler… Sırtında eski ama temiz bir aba vardı, dizlerinin üstüne çöktü. Tespihine dokundu parmak uçlarıyla... Her bir tanesi bir boyun, bir cellat vaktiydi onun için. Hocanın duası camiyi doldururken, Cellat Kör İhsan’ın içindeki uğultu daha da büyüyordu.

“Bir canın bedeli kaç rekattır?” diye sordu kendisine… “Ve affın, kaç gözyaşı sürer alın çizgisine?”

Bir zamanlar bir gencin yakarışını hatırladı, onu idam etmeden hemen önce... "Beni değil, beni bu hale getirenleri öldür!" diye bağırmıştı genç adam... O günden sonra, her sabah namazına bir dua daha eklemişti Kör İhsan... Affedilmek değil, unutulmamak istiyordu. Çünkü unutulan, bir daha insan olamazdı.

Sağında bir fırıncı çırağı, solunda bir medrese talebesi... Her ikisi de dualarında tertemiz, gözleri umutla doluydu. Kör İhsan, onların dua eden, yakaran sesini dinledi uzun uzun... Ve düşündü: Belki de bir gün, sadece ama sadece dua eden biri olurdu. Kılıç ve kement taşımayan… Hüküm duymayan… Korku vermeyen… Can almayan…

Ama o gün, bu sabah değildi.

Ellerini kaldırdı İhsan... Ellerini semaya açarken avuçlarına bakamadı. O eller ki sayısız can almış, Yüce Hünkar’ın kat’i iradesiyle nicesini infaz etmiş, susturmuş; lakin bir tek kendi vicdanını asla susturamamıştı.

“Ya Rabbi...” dedi titrek bir sesle, “Senden başkası bilmez terazimin ne kadar şaştığını...”
Ve başını eğdi. Ne mihraba ne hocaya... Yalnız kendi içine…

Namaz bitimi nemlenen gözlerinden ha düştü ha düşecek gözyaşlarını kalabalığa sezdirmeden emanetçiye doğru koşar adım ilerledi; kılıcını ve kemendini aldığı gibi yola koyuldu. Daha Galata Zindanı’na gidecekti; Eyüp İskelesi’nden ilk kayığa bindi, kuşağından çıkardığı birkaç metal parayı kayıkçıya uzattı. İndikten sonra da yürüyeceği en az yarım saatlik bir yolu vardı daha…Uzakta; karşı kıyıda, binbir gürültüyle Eminönü’nde Yeni Cami’nin inşaatı yükseliyordu.

Atlı arabalar yanından ağır ağır geçerken iki tulumbacı köşede kahkahalar atarak sohbet ediyordu. Fakat İhsan için bu yol sessizdi. İçinden kanarcasına düşünüyordu:

“Benim işim adalet mi yoksa sadece ölüm mü?”

“Padişah ferman eder, ben infaz ederim… Ama ya ferman yanlışsa?”

“Birinin gözlerinde korkuyu son kez gördüğümde, kim daha çok ölüyor? O mu, ben mi?”

“‘Cellat Kör İhsan’ derler bana… Gözüm mü kör yoksa kalbim mi?”

Kör İhsan’ın körlüğü, gözünü kaybetmiş olmasından değildi. Halk arasında “görmediği” şeylerden ötürü bu lakap verilmişti ona... Aslında görmektedir: ağlayan anaları, darağacında can veren delikanlıları, saçını başını yolan kadınları, anasız-babasız sabi sübyanları, tövbe edenleri, isyan edenleri… Hepsini görür. Ama devletin buyruğundan ötürü “kör kalması” lazım gelir.

Aslında cellatların katiyetle sağır ve dilsiz olması gerekirken İhsan küçükken yaşadığı bir travmanın etkisiyle susmaya yemin etmiş, kendince sonsuza değin suskunluk şarabından içmişti. O günden sonra konuştuğunu gören duyan olmamıştı.

İhsan’ın her adımında ayaklarına ayrı bir ağırlık bindi. Her sabah, sanki Galata’ya değil de kendi cehennemine yürüyordu. Zindanın demir kapılarını araladığında, içeri süzülen sabah ışığı bir an için alnına vurdu.

O an İhsan kendine bir söz daha verdi:

“Bugün son olsun... Bugün son canı alayım, sonra bırakayım.”

“Ama kaçıncı ‘son’ bu? Sayısını ben bile unuttum…”

Kör İhsan bir cellattı.

Hem de işini layıkıyla yapanlardan… Ustası; şair Nef’i’nin de canını alan meşhur cellat “Kara Ali” idi… Anlatılanlara göre; Nef’i kementle boğulduğunda, Nef’i’nin gözlerinde ne bir isyan ne de yalvarış vardı. Sessizdi. Ama sessizliği bir kabullenişten değil, anlatacak neyi kaldığını bilmemekten doğmuştu. Nef’i’nin içinden geçen son cümle belki de şuydu:
"Bu kadar kısa mıymış insanın hayatı, yalnızca bir kement uzunluğunda mı?"

Sonra ustası Kara Ali’yi düşündü, İhsan…
Nice göz göze gelmişlerdi, titrek mum ışığının kıyısında eğleştikleri o öksüz, o sayısız İstanbul gecelerinde, ayazlarında… Ustasının o çakır gözlerinden çıkıp da adeta beynine çakılan öğütler teker teker çınladı kulaklarında… Ustası dilsizdi ama gözleri yetiyordu tek; bakışlarıyla sayfalarca uzunlukta cümleler kurmaya… Hiç abartısız…Tek tek geçiyordu şimdi o bakışlar, zihninde bıraktığı kalıcı izlerle…

“Unutma İhsan… Biz cellat değiliz, biz fermanın gölgesiyiz. Emir Tanrı’dan değil, Sultan’dan gelir. Sorgulamazsın. Sorgularsan, ölüsünü taşıyamazsın.”

“Elin titrerse, kalbin delinir İhsan... Kalbin delinir de bir de içeriye can sızarsa, bir sabah uyanır, aynada başkasını görürsün, kendini değil! İşte o gün, delirdiğin gündür.”

“Kelleyi aldığında dua oku içinden... Merhamet için değil ha, sakın! Görev için... Merhamet edersen, sende de iz kalır. Amma ‘görevdir’ dersen, o iz taş olur, batmaz içine...”

“Her öldürdüğünü unut. Ama hepsini birden hatırla. Gece gelince gözlerini kaparsan ve biri bile konuşursa, o zaman sonun yakındır.”

“En çok da canı alınırken hiç bağırmayanlardan kork. Sessiz ölenlerin öfkesi, geceleri geri gelir.”

“İhsan, belki bu işte en şanssız sensin. Çünkü, sen benim gibi sağır değilsin; duyuyorsun. Hadi yüzlerini unutmak kolay. Ama ya sesleri… Sesleri unutamazsın. O yüzden, her infazdan sonra toprağa yat, kulağını yere koy. Onların seslerini bırak oraya.”

Kör İhsan yolu adımlarken, ayakkabısının altındaki taşlar usulca inliyordu. Sanki her adımda toprağın altından bir ses yükseliyor, “Ben de vardım.” diyordu. Her biri bir zamanlar kemendiyle boynunu kavradığı ya da keskin kılıcında hayatı son bulan canların yankısıydı bu. Ve her yankıyla birlikte, ustasının bakışı düşüyordu zihnine, ince ve keskin:

“Her öldürdüğünü unut. Ama hepsini birden hatırla, İhsan…”

Bugün, o sözleri bastırmak ne mümkün… Çünkü bugün, can alma sırası gelmişti yine.

Zindanın taş duvarları daha şimdiden soğuk ve nemliydi. Kırmızı balmumu mühürlü görev kâğıdı geceden gelmişti, emir kesindi:

“Yer: Galata Zindanı… Mahkumun adı: Rüstem oğlu Halil… Genç bir şair… Padişahın divanında yazdığı bir beyitte, Bayram Paşa’nın adını iğnelediği, dahası kötülediği için…”

Yalnızca birkaç satır... Ölümüne sebep olan, sadece kelimelerdi.

Zindanın demir kapısından içeri girdiğinde gardiyan başıyla işaret etti. İçeride bir köşede oturan delikanlı, kıpırdamadan bekliyordu. Ne bağırıyor ne yakarıyordu. Gözlerinde ne isyan vardı ne korku… Sadece derin, karanlık bir teslimiyet…

Kör İhsan bir adım geri çekildi. Kapı açıldı.
"Sessiz ölenlerden kork!"

Geldi yine aklına, Kara Ali’nin çakmak gözleriyle sayfa sayfa dedikleri…

"Onların öfkesi geri gelir, İhsan… Geceleri geri gelir."

“Affet beni genç adam n’olur!” dedi içinden yalvarır gözlerle…

“Ben sadece görevliyim… Ben sadece fermanın gölgesiyim.”

Ama gölgeler bile iz bırakırdı duvarda...

Delikanlının son sözleri sessizdi, ama İhsan’ın içini yırttı: “Bir beyit yüzünden ölüyorum. Peki ya, sen kaç can bıraktın ardında, saydın mı hiç?”

O an, İhsan’ın boğazına bir düğüm oturdu. Kılıcın sapı soğuktu. Ve ilk kez... Kement elinde titredi.

Ustasının o keskin bakışları yine patladı zihninde:
“Elin titrerse, kalbin delinir İhsan!”

Dışarda gün aydınlıktı; ama zindanın karanlığında parıldayan tek şey, boynu kementten cansız sarkan gencin gözünden yanaklarına süzülen o iki damla yaştı.

İhsan infazdan sonra eğildi, el işaretiyle gardiyana görevi layıkıyla tamamladığını bildirdi. Dışarı çıktı, zindanın dışındaki alanda toprağa uzandı. Kara Ali’nin öğrettiği gibi... Kulağını zemine koydu.

Ama bu kez sesleri toprağa geçmedi. Sesler geri döndüler. Çenesinin altında biriken gözyaşları, sessizce yere düştü.

Evi Balat’taydı İhsan’ın… Galata Zindanı’ndan iskeleye kadar tekrar yürüdü, sabah geldiği kayığa atladı; karşı kıyıya geçti. Evin yolunu tuttu, koşar adım... Akşam karanlığı inmişti sisli bir kara perde gibi tüm şehre… Sokaklar artık hırlıya, hırsıza, uğursuza, kabadayıya, vebalıya, ne varsa cümle pisliğe rehin kalırdı, bir kez hava kararmayagörsün Balat’ta…

Eve gitmek için Balat’ın arka mahallelerinden birinde, yokuş aşağı kıvrılan daracık bir patika boyunca ilerlenir. Bu patikanın sonunda, yıllardır güneş görmemiş gibi nemli ve gri bir taş yapının önünde durulur. İşte burasıdır Kör İhsan’ın evi; ya da daha doğrusu, uğramaktan çekinilen lanetli bir sığınak...

Kapısı çarpık tahtadan, yer yer kurumuş kan izleriyle lekeli, paslı bir demir halkayla kapatılmıştır. Eşiğinde yosun tutmuş taşlar, hiç geleni gideni yoktur amma gelenin ayak sesini yutacak kadar yumuşaktır. Penceresi yoktur denecek kadar küçüktür; içeriden sadece loş bir is kokusu ve donuk bir sessizlik yayılır.

İçeri girildiğindeyse rutubet hemen boğaza yapışır. Taş duvarların arası, örümcek ağlarıyla örülmüş, zamanla lime lime olmuş bir hayatın parçalarıyla doludur. Bir köşede paslı demirden yapılmış işkence aletleri, diğer köşede eski, simsiyahlaşmış kandiller… Ortada ısınmak için eski bir mangal yakılır hep… Köşede ortası çökmüş, sidik renkli, sararmış eski bir döşek yatak… Tavanda asılı bir kanca sallanır hafif hafif, oysa rüzgâr yoktur ama hareket eder yine de; sanki eski zamanların fısıltısı gibidir.

İhsan, çoğu zaman bu tek odalı evin arka kısmında, derme çatma bir paravanın arkasında oturur. İşini sessiz, temiz ve duygusuz yapan biridir. Evin duvarlarında suskun çığlıklar, taşlarında eski mahkumların son ayak izleri vardır sanki...

Balat’ta çocuklar oradan geçerken gözlerini kapar, büyükler ise başlarını eğerek dualar mırıldanır.

O gün aldığı canın ruhunda bıraktığı yükün de etkisiyle İhsan, yerdeki eski döşeğin üzerine gürültülü yıkılıverdi.

Bedeni döşeğe; zihni de rüyaya teslim oldu hemen…

Sisli bir sabahın içindeydi. Balat değildi burası… Ama Balat’ın hayaletini giymiş bir yer… Sokaklar tanıdık gibi, ama evler yamuk, gökyüzü siyah... Gölgeler yürüyordu taşların üstünde... Kör İhsan, elinde kement, sırtında da eski bir cellat cüppesiyle yürüyordu; ama ayak sesini duyamıyordu. Bir meydan açıldı önünde. “Körler Meydanı” dedi içinden bir ses...

Meydanın ortasında bir darağacı vardı. Ama ip sallanmıyordu, asılı bir beden de yoktu. Sadece bir sandalye… Ve sandalyede oturan, gözleri bağlı biri: Kendisi…

Çevresini saran kalabalık sustu. Ne bir fısıltı, ne bir kınama… Sadece bakışlar... Hepsinin gözleri kördü; kapkara boşluklar... Ama tüm o kör gözler İhsan’a bakıyordu. Her biri görmeyen ama gören gözlerdi. Her biri sustuğu halde bağırıyordu.

Bir çocuk öne çıktı. Belki on yaşında... Boynunda kemendin morlaşmış ve kan oturmuş izleri…

“Beni hatırladın mı?” dedi. “Ben bağırmadım. Korkudan dilim tutulmuştu. Sen gözlerime bakmadın. Zaten bakamazdın. Ama duydun. Duymadın mı?"

İhsan bir şey söylemek istedi. Ama sesi çıkmadı. Dilini aradı ağzında; ama yoktu. Kelimeleri cellatlığıyla birlikte bırakmıştı, rüyada bile susturulmuştu.

Bir kadın öne çıktı bu kez... Yaşı belirsiz... Elinde bir gül vardı. Gül solgundu, tıpkı yüzü gibi…

“Ben dua ettim sana… O sabah, hemen sen gelmeden önce… Belki merhamet olur diye kalbinde. Ama sen bir taş gibi baktın. Ya da bakmadın.
Baktın mı sahi? Kör olmakla merhametsiz olmak aynı şey mi, İhsan?”

Kadının sesi fısıltı gibi büyüdü meydanda. Diğerleri de konuşmaya başladı. Her biri, İhsan'ın ellerinden ölüme gidenlerdi. Kadınlar, erkekler, gençler... Hepsi aynı sessizlikle bağırıyor, aynı suskunlukla yakarıyordu.

Sonra darağacındaki sandalye devrildi. Ama iple asılan yoktu.

Yalnızca İhsan’ın kendisi yere düşmüştü. Toprak soğuktu. Çamura saplandı elleri…

Ve o anda ilk defa, gözleri açıldı.

Ama gözleriyle değil, gördükleriyle körleşti. Her şey apaçıkken en karanlık yerdi orası.

İhsan bir anda uyandı. Mangalın koru sönmüş, döşeğinüstü soğumuştu. Ter içindeydi. Elini boğazına götürdü, sanki kement kendi boynundaymış gibi... Ciğerlerini dolduran soğuk hava ile irkildi. Avuç içleri terli, alnı soğuktu. Nefesini dinledi bir süre; dışarıdaki sessizliğe karışan tek şey, kendi soluğuydu.

Zamanın tekrar sabaha erdiğini kuşlardan ya da ışık hüzmelerinden değil, evin içindeki sinsi sessizliğin değişmesinden anlardı. Gece başka sessiz olurdu, sabah başka... Gece, geçmişi fısıldardı. Sabah ise, yeni bir yükle uyanırdı insan...

Eliyle döşeğin yanındaki testiyi aradı, çatlamış dudaklarını ıslattı. Ayağa kalktı. Ahşap döşeme inledi, rutubetli taş duvarlar nefes aldı sanki onunla birlikte. Üstünü giyindi; akşamdan yazdığı kağıdı da katlayıp simsiyah giysisinincebine koydu. Kılıcını ve kemendini de taktı beline. Yatarken yanan köz, artık siyaha dönmüştü. Tıpkı içindeki öfke gibi; ara sıra alevlenen, çoğu zaman küllenmiş bir öfke.

O sabah sokaklar hala geceye aitti: Taş kaldırımlarda nem, ahşap evlerin saçaklarından süzülen damlalar, loşlukta homurdanan birkaç erkenci hamal sesi…

Kör İhsan bu sefer simsiyah giysileriyle, daracık sokaklardan ağır adımlarla ilerliyordu. Ayak sesleri yankılanıyordu Galata’nın taşlarında; adımları yere her vurduğunda, şehir bir an durup kulak kesiliyordu sanki. Yüreği karanlıkta yürümeyi öğrenmiş bir adam için İstanbul’un labirent gibi sokakları hiç de karmaşık değildi.

Arap Camisi’ne vardı İhsan; sabah ezanı henüz okunmuştu. Müezzinin sesi taş duvarlardan yankılanarak yükseliyordu. İhsan kıbleye yöneldi, dizleriyle taş zemine çöktü, parmaklarını tespih misali birbirine doladı. Duası kısa ama derindi; mahkumun ruhu için değil, kendi yükünün hafiflemesi içindi bu sabahki duası...

Namazdan sonra, vakit geçirmeden Eminönü’ne doğru indi. Kuşağındaki emri yokladı; açıp tekrar okudu: “Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa’nın buyruğudur. Baba Cafer Zindanı’nda tutsak Bektaşi müridi Kasım oğlu Veli… Boğulacak.”

Rıhtımda sabah serinliği keskin; balıkçılar ağlarını toplarken ufuktan yavaş yavaş sökün eden gün ışığı Boğaz’ın yüzeyinde titrek bir gümüş şerit gibi kıpırdanıyordu. İskeleye yaklaşan kayıklardan biriyle geçti karşıya...

Yemiş İskelesi, o sabah alışıldık telaşından uzaktaydı... Kıyı boyunca sıralanan dükkanlar henüz açılmamıştı;yalnızca birkaç kayıkçı, mevsimin ilk meyvelerini taşıyan sandıklarla uğraşmaktaydı. Kör İhsan kıyıya ayak bastığında, iskele arkasındaki dik merdivenlerden ağır ağır çıktı.

Baba Cafer Zindanı'nın önünde onu bekleyen yeniçeriyle selamlaştı. Serttiler ama alışkındılar birbirlerine…

Kör İhsan hücrelerin olduğu koridora yöneltti adımlarını. Yeni kurban hemen az önündeki hücredeydi işte…Hücrenin anahtarını çevirdi; zindandaki sessizliği sallanan anahtarların şakırtıları ve bir kilidin anahtar deliğinde dönerken çıkardığı ses bozdu. Belindeki kemendi usulca çözerek eline aldı Kör İhsan... Baba Cafer Zindanı'nın rutubetli taş duvarları, yüzyılların nice fısıltısını yutmuş, nice ah’ı duymuştu. Fakat bu sabah...

Bu sabah başka bir sessizlik vardı içeride. Hava ağırdı, zaman yavaş akıyordu. Kasım oğlu Veli gözlerini açmış, doğrudan eceline, İhsan’ın puslu gözlerine bakmaktaydı. Sırtı kamburlaşmıştı; ama gözleri hala diriydi. Belki teslimiyet, belki meydan okuma… Sanki celladın ruhuna, çarpık bir aynadan kendini göstermeye çalışan bir bakış… O kadar…

İhsan bir adım yaklaştı. Parmakları kementi sıkı tutsa da dirsekleri titredi. O an sanki ikisinin dışında her şey; dünya dahil, durmuştu.

Veli, başını kaldırdı. Alnından yere kadar inen bir ter damlası süzüldü. Dudaklarından sessizce bir şeyler döküldü. Belki bir dua, belki bir sır… Belki de hiç kimsenin duyamayacağı bir meydan okuma…

İhsan elindeki kementi sıkıca kavradı. Düşündü yine kendi kendine:

“Bir kez başladın mı kıyıma, ardı gelir… İlkinde kendini öldürürsün, sonrası her gün kendi canından bir parçayı kesmek gibidir; birikir, birikir, birikir… Ve sonra bir an gelir, nicedir sustuğunu da unutursun. Ondan, bu yola girmeye takati yetmeyen giremez İhsan… Niye mi? Çünkü yüzleri unutursun ama sesleri değil!”

Zindanın zeminindeki tozlar havalandı bir anlığına… İhsan’ın aklı o güne gitti yine, istemsiz… Suskunluk tarihinin başladığı o güne… Evlerinin yandığı o geceyarısına... Küçüktü İhsan yedi yaşında… Babasızdı… Annesiyle bir başınaydı. Yangını kimin başlattığı asla bulunamadı ama o güne dair tek anımsadığı; İhsan’ı son bir kuvvetle yanan evden dışarı atan annesinin alevler tarafından yutulan gözleriydi. İhsan çığlık çığlığa bağırmıştı oysa yardım için. Kimse duymadı, kimse yetişemedi. Sabaha bir yığın külü kaldı; hem evin hem annesinin. O gün sustu hayatı İhsan. Ölümüne sustu. Ölümüne...

“Duy beni! Elin titrerse, kalbin delinir İhsan... Kalbin delinir de bir de içeriye can sızarsa, bir sabah uyanır, aynada başkasını görürsün, kendini değil! İşte o gün, delirdiğin gündür.”  diye Kara Ali seslendi yine, Eyüp Sultan’daki cellat mezarlığından...

Tutsağın zincirlerinin şangırtısı çekti aldı düşler aleminden İhsan’ı; getirdi koydu yine kokusu genzi yakan nemli zindana. Başını çevirdiğinde, Veli’nin ona anlamaz bir ifadeyle baktığını gördü.

Cellat İhsan zindanın taşlarına bakıyordu. Her taşta bir çığlık vardı, her rutubette bir dua kurumuştu. O gece farklıydı. Havanın içinde asılı bir şey vardı; bir karar değil, bir vazgeçiş.

Veli, zincirlerine yaslanmış, gözü kararmış, sesi tükenmişti.

İhsan kemendi ve kılıcını yere bıraktı. Cebinden katlı bir kağıt çıkardı, Veli’nin önüne attı. Göz göze bile gelmedi. Sonra arkasını döndü, yedi yaşındaki o çocuktan sonra ilk kez sesi duyuldu, zindandan çıkarken oraya sadece iki cümle bıraktı mühürlü dudaklarından:

“Bir canın bedeli kaç rekattır?”

“Ve affın, kaç gözyaşı sürer alın çizgisine?”

Veli şaşkın gözlerle yerdeki katlı kağıdı aldı, açtı okumaya başladı:

“Öleceksin Veli… Ama şimdi değil. Hem sözün diri kaldıktan sonra, ölen sadece et olur. Ben celladım evet,ama yoruldum artık; unutma, seni öldürmek anca kemendi kör eder. Kapının ardındaki nöbetçiye rüşvet verdim. Var, git yoluna… Sana ne özgürlük bırakıyorum, ne ölüm. Sadece bir boşluk… İçinden ikimiz de geçeceğiz. Ama sen kendi yükünle. Ben kendi suskunluğumla.”

İhsan zindandan Eminönü’ndeki Yeni Cami inşaatına doğru yöneldi; tozlu yola koyulduğunda yönü adımlarının pusulasındaydı artık…

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz

                    

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi