ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 29-03-2025 00:00   Güncelleme : 02-04-2025 20:41

Şehr-i İstanbul Yanarken Gülfidan / Recep Turan - 2025 Truva Edebiyat Dergisi 8. Öykü Yarışması Birincisi

Yazan: Recep Turan -ŞEHR-İ İSTANBUL YANARKEN GÜLFİDAN / 2025 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 8. ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ

Şehr-i İstanbul Yanarken Gülfidan / Recep Turan - 2025 Truva Edebiyat Dergisi 8. Öykü Yarışması Birincisi

ŞEHR-İ İSTANBUL YANARKEN GÜLFİDAN / 2025 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ 8. ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ

“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm;
Bir perî-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana.”
Nedim

Yaklaşık iki haftadan beri durmadan yağan yağmur iyi-kötü, güzel-çirkin, genç-yaşlı demeden her kesimden insanın moralini altüst etmeyi nihayet başarmış; payitahtın Arnavut taşlı, su kokan dar yollarını durmadan arşınlayan bozacının, şıracının, tellalın veyahut da bedestende kendisine ufak bir mekân edinmiş kazancının, basmacının, bezzazın, bezirgânın sesinin şiddetine çoktan karışmıştı.

Ortalıkta çatık kaşlı, sert mizaçlı bir sürü adam türemişti. Şehremini Salih Paşa kendisine tahsis edilen köşkten dışarıya adım dahi atmamıştı. Ve dün gece ne olduysa artık, günlerdir gök kubbeyi işgal eden sis perdesi sabahın alaca kızıllığına varmadan dağılmış, suyu çekilen baraj gibi önce tepeleri görünen şehr-i İstanbul’un, neden sonra deniz kokan semalarında masmavi, tertemiz bir gök peyda olmuştu.

Malum, yağmurdu bu, en çok kirlide belli olurdu tesiri. Ama bu kez hiçbir şey ayırt etmeksizin yağmış; kirliyi temiz, temizi daha temiz eylemişti. Asırlık çınar ağaçlarının dallarından cami minarelerine, tarihi surların burçlarından Haliç’in muhkem zincirlerine, boğazı süsleyen cilveli yalılardan asırlık Galata Kulesi’ne kadar; dar yolları, geniş meydanları, göğün yedi katını, yerin dehlizlerini, sarnıçları, kıyıda köşede ne varsa pirüpak etmeyi başarmıştı da bir tek Gülfidan’ın üç katlı, köşkten bozma, ahşap evine uğramamıştı sanki. Köşkü saran dev çınarların perde tesiri mi yoksa ilahi adaletin kasıtlı tecellisi mi tutmuştu pek bilinmezdi lakin gökten boşanan tonlarca sudan bir gram bile Gülfidan’ın melun evine uğramamıştı.
Güneş, buğulu şehrin semalarında iyicene süzüldüğünde günlerden cumaydı.

Genç bir müezzin salayı okumak için caminin yolunu tutuyordu. Az ötede kayıkçıların sesi işitiliyordu. Martılar, kuşlar, kargalar; sokak köpekleri, kediler, kedilerden büyük fareler ve daha nice dilsiz hayvan güneşin keyfine, tabiatı seyrine dalmıştı.

Aynı saatlerde Gülfidan’ın evinde bir hareketlilik yaşandı. Üst katlardan başladılar teker teker pencereleri açmaya. En son çift kanatlı ahşap kapı açıldı. Gülfidan’ın nur cemaliyle beraber genizleri yakan kesif bir rutubet kokusu taştı dışarı. Henüz kavrulmuş yağmurdan sonraki toprak kokusu da fayda etmedi. Gülfidan’ın dilinde şikâyet vardı. Evinin üzerine düşmeyen yağmura mı yoksa kara talihine miydi sitemi, anlaşılamadı.

Şehrin bir ucunda bunlar yaşanırken, öte yanda sisin yarattığı karamsar hava çoktan geçmiş, yerini şen şakrak bir hengâmeye bırakmıştı. Yüzlerce insan aynı anda şimalden cenuba, şarktan garba doğru yol alıyordu. Bazıları karşı kıyıya geçmek için kayıkçı sırasında, bazıları fiyakalı fayton kuyruğunda bekliyordu.

Bazılarıysa kahve köşelerinde, çeşme başlarında, meydanlarda bir araya gelerek memleket meseleleri konuşuyordu. Belli ki halkın bir kısmı olan bitenden razı değildi. Devlet erkânı, halkın sesine çoktan kulak tıkamış olmalı ki durmadan şatafatlı saraylar yapıyor, hiçbir masraftan kaçınmadan balolar, eğlenceler, ziyafetler düzenliyordu. Payitahtın muhtelif noktalarına ekilen sarı, kırmızı, ak ve mor laleler içinde yapay bir mutluluk inşa edilmiş ve tuhaftır saraydaki herkes aynı rüyanın etkisinde yaşamına devam ediyordu. Şimdilik.

Müezzinin yanık sesi Sultanahmet Cami’sinden uzayıp, Çırağan Sarayı’na, III. Ahmet Çeşmesi’ne, Ayasofya’ın kalın sütunlarına, boğazın sığ sularından en derininedoğru çarpıp ağır ağır yükseldi. O mübarek ses, evvel masmavi göğe bir seccade gibi serildi. Akabinde merhamet ummanı olup tatlı bir telaşla payitahtın her zerresine düştü. Gülfidan’ın evi yine nasiplenmedi.

Şehremini Salih Paşa, “Kızım!” dedi yüksekçe bir sesle, “Çizmelerimi hazır et. Cumaya yetişmeliyim.” Evin hizmetlisi Sabriye kadın, pişirdiği köpüklü kahveyi hanımı Muazzez Hatun’un önüne koyar koymaz hemen holdeki vestiyere koştu. Çizmeleri sildi, düzeltti, yan yana bıraktı. Mütevekkil bir endam, kısık bir sesle, “Buyurun Efendim.” dedi.

Dışarı adımını atar atmaz Salih Paşa’ya yarenlik eden iki kişi vardı. Biri İhtisap Ağası İsmail Efendi, diğeri Tulumbacılar Ocağı’nın baş neferi Şeyh Arif’ti. Paşa, Arif’i sağına, İsmail’i soluna alıp emin adımlarla Sultanahmet Camisi’ne doğru yol aldı. Ne de olsa abdestli insan adım sayısınca sevap kazanırdı. Bir de menzili Allah’ın eviyse. Dar sokakları geçip Gülfidan’ın evine varınca durdular. İsmail Efendi uzayıp kapıyı çaldı. İki kere. Az sonra çaylak kızlardan biri kafasını uzatıp gelenlere baktı. Güldü, kapadı kapıyı. Neden sonra tekrar açıldı kapı. Ağır ve asil. Az sonra Gülfidan’ı gören gözler büyüdü, yüzler güldü, derin derin nefesler alındı. “Fidan” dedi Salih Paşa nağmeli bir ton ve kendisine münhasır bir lisanla. “Görmeyeli ne haldesin?” diye ekledi. Tek kelimeye çok şey sığdırmaya çalışarak “Şükür!” dedi Gülfidan. “Şükür!” diye tekrarladı. İsmail Efendi Gülfidan’ın kulağına eğilip, “Paşa akşam ziyaretine gelecek. Sazlı çalgılı bir eğlence tertip edin. Gönlü nicedir seni ister. Aman ha! Kusur kabul edilmez.” dedi.

Oysa ne âlemi cihanı dize getiren Büyük İskender ne şehirleri yakıp yıkan Moğollar, Britanya, Timur, Sasaniler, Emeviler… Böyle bir hatunu kimse görmemişti. Bu şeref İslam’ın sancağını üç kıtaya diken Devlet-i Aliye’ye nasip olmuştu olmasına, gelin görün ki onlar da kadir kıymet bilmemişti.

Ünü yedi eklim dört bucağı aşmışsa da kendi yazgısında hapis yatan Gülfidan kapıyı sessizce kapatırken içi içini yiyordu. O da isterdi esip gürlemeyi, yakıp yıkmayı; hülasa karşı çıkmayı. “Olmaz Paşa, ben istemiyorum seni.” demeyi, gönlünce reddetmeyi. Lakin kadın başınaydı. Güzelliğin belalı tarafı denk gelmişti kaderine. Erken yaşta yitirdiği erinin ardından bilinmez bir kuyuya düşmüş, bir daha da o kuyudan çıkamamıştı. Kapatması olmuştu. Paşa’nın.

Gündüzün şerrinden korkan ne kadar devlet ricali varsa gecenin merhametinde soluğu Gülfidan’ın koynunda alırdı. Gül bahçesi mübarek, afyon çiçeği belki de bir tadan bir daha bırakamıyordu. Velhasıl yaman kadındı Gülfidan. Yazıyla tarifi, sözle tesiri hiç olmamışken, ben yine de bir münasebetsizlik edip birkaç kelam edeyim: Evvela gözlerinden başlamak gerek. Yangın mavisi gözleri, ölüm kuyusu, yaşam sevinci en çok da gözleri ve gözleri en iri organı… Servi boyu, adamın şirazesini kaydıran şuh bakışları, ay yuvarlağı gülen yüzü hep on dördünde bir kadındı Gülfidan. Öyle ki dünyanın en meşhur hattatları, nüvisleri veyahut da şanı zatına galip gelen şairleri toplaşıp söze dizerken onu, hokkaya daldırıp daldırıp divitlerinin ucunda heba ettikleri kapkara mürekkebe yazık etmiş olurlar da insanı hülyalara daldıran, belki de felaketlere sürükleyen böyle bir afet-i devranı sittin sene yazamazlardı. İmkânı yok, anlatamazlardı.

İmam Efendi minberde dimdik durmuş, Nahl süresinin 90. ayetinin önce Arapçasını okudu. “Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder.” derken Salih Paşa’yla Tellak Halil göz göze geldiler. Nam-ı diğer Patrona Halil. “Hayâsızlığı, fenalığı ve her türlü fuhşiyatı yasaklar! O düşünüp…” diye devam ederken meale imam, onlar halen göz gözeydiler. O an bir kıyamet kopacaktı da neyse ki bakışlarını başka tarafa çekti Salih Paşa.

Hutbe biter. Allah korkusu, üstü kubbeli dört duvarın arasından dışarı çıkamaz yine. Kalabalığın içinde bir uğultu başlar. Bitmez uğultu. Yükselir uğultu, ne kadar şatafatlı saray, han, hamam varsa hepsinin duvarlarını yalayıp yutar, en son Devleti Aliye’nin kapısına dayanır. Muhalifler, Yeniçeriler, epeydir varoş mahallelerde kuru ekmeğe talim edenler ve daha niceleri.  Hepsi aynı dertten mustariptir.

Yüksek fiyatlar, kaybedilen topraklar, devleşen vergiler karşısında dayanılmaz bir hal almış, tebaanın beli çoktan kırılmıştı. Bir tek tuzu kuru, ekmeği yağlı, vicdanı kendi muhasebesinden akçe kaçıran ve gözleri menfaatinin sınırında kör; kendince bir düzen tutturmuş ağaların, paşaların, beylerin işine geliyordu bu vaziyet.

Peki, nereye kadar? Kapkara bir geceye kadar belki de hükmü adaletsizliğin, zorbalığın…

Yatsı ezanı okunduğunda Gülfidan emrindeki yedi huriyle beraber tüm hazırlıkları neredeyse tamamlamıştı. İran yemekleri, Osmanlı şerbetleri, Fransız şarapları; meyveler, tütsüler, nargileler, çalgılar, sazlar ve sözler… Her şey tamamdı. Bir şey eksik: Gülfidan’ın eski neşesi. Son kontrolleri yapıp odasına geçti. Elbise dolabını açtı. Lavanta desenli tuvaleti süt beyazı endamına cuk diye oturdu.

Dudaklarındaki koyu kırmızı ruj, çenesinin yamacındaki siyah bene pek yakıştı. Uzun siyah saçları, kalem kaşları, kirpikleri ve gözleri; ah insanı her defasında öldüren, yok yok dirilten gözleri… Neden sonra aynanın karşısına geçti. Gökteki Hüda şahit, duvardaki ayna da bilirdi, en güzeli elbette oydu.

İndi aşağıya. Biraz sonra misafirleri geldi. Yediler, içtiler, türküler söylediler. Zilzurna sarhoştu herkes. Gülfidan hariç. Önceden kendilerine tanzim edilen odalara dağıldılar. Gülfidan, Paşa’nın koluna girdi. Basamakları ağır ağır geçip ikinci kata çıktılar. İlkin dayanamadı Paşa, iki haftalık özlemi iki dakikaya sığdırdı. Acelesi yoktu aslında. Gece uzun ve karanlıktı. Gece sessiz ve kimsesizdi.

Paşa, Gülfidan’la ilk çarpışmasında tarumar olmuştu. Nefsindeki ordular dağılmış, içindeki ılık ılık akan ırmağın kenarında sırt üstü uzanmıştı. Gözleri tavana yansıyan şamdanın titrek ziyasına dalmış, olacaklardan habersiz, keyifleniyordu. Gülfidan, ilk kez bu kadar asi, içinde bir türlü gerçekleştiremediği ihtilalin son evresinde. Bir karar verecekti artık. Çok düşünmemeliydi. Düşünmedi. Parmakları, gül kokulu, kadifemsi nevresimin altında gizlediği hançere gitti. Kavradı hançeri, usulca doğruldu. Gözleri paşanın buğulu gözleriyle kesişti o an.

Hançerden bin kat keskin bir bakış uzayıp Gülfidan’ın gözlerine oturdu. Öyle sanıyorum ki hançerden önce gözleri öldürdü Paşa’yı. Anladı Paşa bir şeyler olacağını. Yine de ses etmedi. Sadece ölüm kuyusu gözlerine daldı Gülfidan’ın. Sessiz sedasız ve tekinsiz bir kuyu.

Hançeri Salih Paşa’nın sol yanına, hayatının aktığı yere, sapladı ilkin. Bir yol çizer gibi boydan boya uzattı. Açtığı yol, çok sürmeden kızıl bir ırmağa döndü. Kan bu, yıllardır o güne hasret, çoktan vaktine kurulmuş. Bekler mi hiç? Sabırsızca düştü, etrafa saçıldı. Az ötede, kalın perdenin camları örtmeye yetmediği yerde, erketeye yatan kuşlar gördü. Onlar haber verince ötekiler kaçıştı. Ölüm bu, her kuşun kanadından metal grisi göğe bulaştı. Dalga dalga yayılıp sabahın mat siyahını kızılca bir kıyamete boyadı.

Sabah ezanı okunurken çekti perdeyi Gülfidan. Kocaman gözlerinin içinde şehr-i İstanbul cayır cayır yanıyordu. Belli ki isyan günüydü, hesap vaktiydi. “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, gelir de Adl-i İlahi sorar Ömer’den onu.” sözünün vuku zamanıydı en çok da.

İndi aşağıya Gülfidan. Kaderini çizme vakti gelmişti. Ateşler içindeki payitahtın tersi istikametine döndü. Beyaz küheylanı karanlığın içine doğru mahmuzladı. Gittikçe kayboldu. Bir daha gören duyan çıkmadı.

***

-Sesli dinlemek için görsele tıklayın...

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi