RECAİZADE MAHMUT EKREM
Lise iki ya da Lise üçüncü sınıftaydım sanırım; edebiyat dersi için sınıfın kapısından içeri öğretmenimiz Nebiye Hanım'ın girmesini bekliyorduk. Kapı açıldığında yüzünün parıltısı ve sınıfı kendine çeken o haliyle girdi içeriye... O an, belki de her zaman bir roman kahramanı gibi yürüyen Nebiye Hanım, tahtaya “O”nun ismini yazdı.
“Bugün, Türk edebiyatının önemli bir isminden bahsedeceğiz. Ama onu tanımadan önce biraz düşünelim.” dedi ve ardından hepimizin kafasında yer eden o cümleyi ekledi: “Bir insan; edebiyatla uğraşan bir insan, kendi içindeki derinlikleri, yaşadığı dönemin izlerini nasıl birleştirip edebiyata aktarır?”
O an için, o yazarın hayatına dair hiçbir şey bilmesem de, bu sorular kafamda dönmeye başladı. Nebiye Hanım, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan bir sürecin içinden geçmiş, o dönemin ruhunu ve insanını edebiyatına yansıtmış bir isim olarak “o” edebiyatçının portresini çiziyordu. Onun sadece bir edebiyatçı değil, aynı zamanda ileriye dönük ve toplumu anlamaya çalışan bir entelektüel olduğunun da farkına varacaktık.
O, edebiyatı bir sanat değil; yaşamı anlamanın bir yolu olarak görmüştü. Yaşadığı dönemde, Serveti Fünun akımına önayak olan, yenilikçi bir kalem olarak tanınan yazar, daha sonra özellikle "Afife Anjelik" adlı eserinde kadının toplumdaki yerini sorgulamış ve bunu güçlü bir dil ve anlatımla izleyicilerine sunmuştur.
O gün, dersin sonunda, Nebiye Hanım bir not bıraktı: “Edebiyat bir tarih kitabı değil; duyguların, düşüncelerin, toplumsal gerçeklerin kısacık bir zaman diliminde birleştirilip insana anlatılması sanatıdır.”
O an, o yazarın yazdığı her kelimenin, bizlere sadece bir dönemi değil, insan ruhunun derinliklerine inen bir yolculuğu da sunduğunu fark ettim.
Dahası, bir edebiyat öğretmeni ve bir grup lise öğrencisi, onun yazdığı her kelimenin, sadece o dönemin izlerini taşımadığını, aynı zamanda insanın iç dünyasına dair evrensel bir şeyler sunduğunu keşfetmeye başlamıştı. O, sadece bir yazar değil, aynı zamanda yaşadığı çağın vicdanıydı; edebiyatı, insanı anlamak ve toplumu dönüştürmek için bir araç olarak kullanmıştı. O, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’sının değişen yüzünü, toplumun köklü dönüşümünü ve bireysel ruh hallerini kalemine dökerken, ardında derin izler bıraktı.
O yazar; yani Recaizade Mahmut Ekrem, 1847 yılında İstanbul’da doğmuştu. Babası, döneminin kültürlü simalarındandı; onun erken yaşlarda iyi bir eğitim almasını sağladı. Mahmut Ekrem, ilk öğrenimini mahalle mektebinde tamamladıktan sonra, dönemin en önemli okullarından biri olan Mektebi Harbiye'ye (Askeri Okul) gitti. Ancak bir asker olarak hayatı yaşamak değil, edebiyat dünyasında bir iz bırakma tutkusu onu daha çok etkiliyordu.
Genç yaşlardan itibaren edebiyatla ilgilenmeye başlayan Mahmut Ekrem, dönemin en önemli edebi akımlarını takip etti; Fransız edebiyatını derinlemesine inceledi ve batılılaşma hareketinin içinde yer aldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan değişim, onun edebiyatına da yansıdı. Toplumun geleneksel yapıları hızla çözülürken, Mahmut Ekrem; eskiye, geleneksel edebiyat anlayışına karşı modern bir dil, yenilikçi bir bakış açısı geliştirdi.
Recaizade Mahmut Ekrem, klasik Türk edebiyatını ve divan edebiyatını hem bir miras olarak kabul eder, hem de onlardan uzaklaşarak daha özgür bir dil arayışına girerdi. “Tanzimat” ve “Serveti Fünun” gibi topluluklarla birlikte, Batı edebiyatından etkilenmiş, özellikle Fransız romantizmini ve realizmini edebiyatına yansıtmıştır. Ancak onu sadece bir Batı edebiyatı savunucusu olarak görmek yanıltıcı olurdu. Çünkü Mahmut Ekrem, Osmanlı toplumunun içindeki kültürel çeşitliliği ve geleneği de göz önünde bulundururdu; bu da onun diline hem modern bir özgürlük hem de tarihsel bir derinlik katmıştır.
Dönemin diğer edebiyatçılarından farklı olarak Mahmut Ekrem, bireysel ve duygusal temaları işlerken, dilin sadeliğine de özen gösterdi. O, kelimelerle adeta bir resim yapıyordu. Klasik şiirin ağır ve süslü dilinden uzaklaşarak daha doğal, daha içten bir anlatım tarzı geliştirdi. Bu yönüyle, edebiyatını yalnızca dönemin estetik anlayışına değil, toplumsal yapısına da ayna tutmak amacıyla kullanıyordu.
Mahmut Ekrem’in en bilinen eserlerinden biri olan “Afife Anjelik”, onun toplumsal cinsiyet ve kadın haklarına dair derin bir farkındalık taşıdığını gösterir. Eserinde, dönemin geleneksel aile yapısına, kadınların toplumdaki yerlerine dair önemli eleştirilerde bulunur. “Afife Anjelik”, bir yandan edebiyatın sınırlarını zorlayan bir dil kullanımıyla dikkat çekerken, diğer yandan bir kadının içsel çatışmalarını ve dış dünyayla mücadelesini ele alır. Mahmut Ekrem, bu eserle birlikte kadınların toplumsal alandaki konumunu sorgular; onların hem birey olarak kimlik arayışlarına hem de toplum tarafından dayatılan sınırlamalara dikkat çeker.
Anjelik, dönemin kadın karakterlerinden farklı olarak pasif bir figür değil, kendi kimliğini bulmaya çalışan güçlü bir bireydir. Mahmut Ekrem’in bu yaklaşımı, onun toplumun sosyal ve kültürel yapılarındaki çelişkileri görebilme yeteneğinden kaynaklanıyordu. Edebiyatı, sadece bireysel bir ifade değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk olarak görüyordu. Kendisi de yazılarında sıkça bireyin toplumla olan çatışmalarını, bireysel özgürlük ile toplumsal baskı arasındaki dengeyi irdeledi.
Recaizade Mahmut Ekrem’in diğer bir eseri, “Araba Sevdası” romanı da 1898 yılında yayımlanmıştır. Bu roman, Türk edebiyatının ilk realist roman örneğidir. Kitap, babasından kalan bir mirası müsrifçe harcayan bir gencin aşkını ve yanlış batılılaşmanın zararlarını anlatır. Recaizade Mahmut Ekrem’in tek romanı olan Araba Sevdası, süslü ve ağır bir dille yazılmıştır. Eserde yabancı kelimeler ve tamlamalar sık sık kullanılmıştır. Eserde betimlemelere rastlanır ve anlatım 3. tekil şahsın ağzından anlatılmaktadır.
Recaizade Mahmut Ekrem, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e giden yolda önemli bir köprü işlevi görmüştür. Onun edebiyatı, bir dönemin sonlanırken diğerinin başladığı geçiş sürecinin derinliklerine iner. Tanzimat dönemi, Batı'dan gelen yeniliklerle şekillenen bir çağ olsa da, aynı zamanda toplumsal yapının temellerinin sarsıldığı, geleneksel değerlerin sorgulandığı bir dönemdir. Mahmut Ekrem, bu dönemdeki edebiyatçılarla birlikte, Batı'dan gelen ideallerle Osmanlı toplumunun içindeki geleneksel yapıları dengelemeye çalıştı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise, Mahmut Ekrem’in eserleri ve düşünceleri daha da önemli bir yer edinmeye başladı. Modern Türkiye’nin inşasında, onun edebiyatı da bir anlamda yol göstericiydi. Hem bireysel özgürlüklerin hem de toplumsal sorumlulukların vurgulandığı eserleri, Cumhuriyet’in kurucu değerleriyle örtüşüyordu.
Mahmut Ekrem, Türk edebiyatının sadece bir geçmişe dayalı miras değil, aynı zamanda bir gelecek vaat eden güç olduğunu gösteriyordu.
Recaizade Mahmut Ekrem, her ne kadar yaşadığı dönemde bazen eleştiriler almış olsa da, onun yazdığı her kelime, sadece edebi bir eser olmanın ötesinde, bir toplumsal çığlık ve düşünsel bir çağrıydı. O, kelimeleriyle hem bireysel hem de toplumsal dönüşümü arzulayan bir sanatçıdır. Onun edebiyatı, derin insanı anlamaya yönelik bir çaba, toplumun sesini duyurmanın bir yolu, değişimi simgeleyen bir araçtı.
Mahmut Ekrem’i anlamak, sadece bir yazarı anlamak değil, onun yaşadığı dönemi ve bu dönemin ruhunu kavrayabilmektir. Onun eserleri, günümüz Türk edebiyatının temel taşlarından biridir ve bu taşlar, zaman geçtikçe daha da sağlamlaşarak gelecek kuşaklara aktarılacaktır. 31 Ocak 1914’te ebediyete intikal eden değerli kalemi saygıyla anıyoruz.