ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 25-02-2024 13:48   Güncelleme : 01-03-2024 21:04

Kömür Gözler / Resul Karahan

Yazan: Resul Karahan -KÖMÜR GÖZLER

Kömür Gözler / Resul Karahan

KÖMÜR GÖZLER

Merdivenlerin kenarına öylesine yapışmıştı ki, ara sıra oynattığı kara, kömür gözleri kıpırdamasa onu merdivenin bir parçası zannederdiniz. Minik ellerinin kavradığı soğuk demir parmaklıkların kirli beyaz rengi bile şaşkınlığını binaların arasından sızan ışıkta gizleyemiyordu.

Orada, merdivenlerde; iri kömür gözlerin sahibi çocuk, yanaklarının solgunluğunu demir parmaklıklara sunmak için ağırlığını vermiş öylece duruyordu. Uzaktan gelen sesler oraya uğramadan geçip gidiyordu. Gölgeler suskunluğunu bozmamak için gerekli itinayı gösteriyordu. Sadece çocuğun gözleri vardı merdivenlerde…

Sadece demir parmaklıklar hissediyordu onun varlığını…

Sımsıkı tuttuğu elleri ve demirlere bastırdığı yanakları olmasa, parmaklıkların da çocuktan haberi olmayacaktı.

Öylece bakıyordu… Korkak ve duygusuz...

Kömür gözlerinde gezinen endişe, minik vücudunu esir almış, hatta ellerinin üşümesini de unutturmuştu.

Orada, bu dengesizlikte garip bir dengenin oluştuğu açıkça görülebilirdi. İnsanın sadece dikkatli, dikkatli olduğu kadar da duygulu bir yürekle bakması, gördüklerini, kalbindeki sevgiyle yoğurması gerekmekteydi. Zira denge; çocuğun duruşuyla ilgili olsaydı, yoldan geçen her insanın bunu fark etmesi gerekirdi. Asıl denge, Yaradan’ın insana sunmuş olduğu sevgi ve merhameti ortaya çıkartıp oraya kilitlemesiydi.

İşte orada; soğuk parmaklıklar, kıpırdamayan beden, korkunun pençesi, gölgelerin samimiyetsizliği hep bir araya gelmişti. Canlı olan varlık, ancak sevgi ve merhametin gözleriyle görülebilirdi.

Çocuk hani bir kıpırdasa…

Uyuşan kollarını oynatmak için kirli beyaz parmaklıkları bir bırakabilse…

Küçük ayakkabısının içine hapsolmuş ayaklarını ileriye doğru uzatsa ya da dizlerinden bükerek çekebilse…

Hayır. O sadece ilerideki evin kapısına dikmiş olduğu kömür gözlerini, orada mıknatıs varmış gibi ayıramıyordu.

İki metre ilerisine konan, kendisi gibi ürkek yavru serçenin farkına varamadı. Ama o küçük serçecik, onun farkındaydı ve sekerek fazla yanaşmadan oralarda yiyecek arıyordu. Ara sıra durup çocuğa bakma ihtiyacını hissediyor, tekrar zıplayarak dolaşmaya devam ediyordu. Bu tek taraflı oyun birkaç dakika sürdü. Minik serçe, belki de alışık olmadığı bu davranış karşısında sıkılmış olmalı ki, uçup gözlerden kayboldu.

Gözleri irileşti birden…

Soğuk demire yapışmış elleri gevşedi. Aynı noktaya bütün benliğini vererek bakıyordu. Gözlerinde oluşan ıslak parlaklık, küçük yüreğinin hızlı hızlı atması, minik ayaklarının hareket etmesi…

Derin derin soluması…

Masum, içli bakışlarının tombul yüzündeki soluk renkleri kısa zamanda değiştirmesi...

Bütün bunlar birkaç saniyede oldu. Bir kadın, süzülerek kapıdan kaldırıma çıktı…

Güneşin sıcak yüzüyle karşılaşan bembeyaz çehresi, dalgalı siyah saçlarının arasından parladı. Çocuk demir parmaklıktan tutarak ayağa kalktı. Heyecan fırtınası küçük bedenini savurmak üzereymiş gibi demir parmaklıklara sarıldı. Kömür gözlerinin içine bilinmeyen bir yönden elmas parçacıkları doluverdi. Bin parçaya bölünmüş bu parçacıklar, iri gözleri esir aldı. Kırmızı yanakları yüksek heyecanın etkisiyle koyu kırmızı iki gül haline dönüştü. Uzun kirpikleri oynaştı...

Kadın güneşten kısılmış gözlerini çocuğun olduğu yere yöneltince olanlar oldu. Çocuk sağ elini hafifçe kaldırdı. Titreyen dudaklarının arasından ikisinin arasındaki bütün zerreleri titreten, duygunun zirvesine tırmanan, tırmandıkça alevi yükselen, yükseldikçe fırtınaya dönüşen bir kelime çıkıverdi; “Anne!”

Süzüldü bu kelime kadına doğru. Kadının biraz önce parlayan çehresi kızardı. Ne güneşin sıcaklığı nede bu güzel bahar sabahının duyguları depreştiren halini düşünemedi.

Baktı…

Baktı…

Çocuğun dudakları arasından çıkan o sesi duymadı ama hissetti. Onun minik sağ elinin kendisine sallandığını biliyordu. Gözleri sulandı. İki damla yaş kendini bıraktı beyaz teni yakarak. İnce nazik, elini kaldırdı. Öylece tuttu. Çocuğun bakışları arasında yürüdü gitti.

Çocuğun eli öylece kaldı kadın uzaklaşırken. Yine aynı tonda fakat acı, keder ve özlemle bir kez daha “Anne!” dedi.

Kapının önünde bu durumu birkaç dakikadır izleyen babaannesinin de, gözleri yaşlarla dolu doluydu.

“Gel oğlum…” dedi; “Gel.”

Uzanarak onun küçük ellerini tuttu. Kömür gözlerinin içine bakarak; “O senin annen değil oğlum. Bunu kaç kez söyleyeceğim. O senin annenin ikizi. Annen yakında gelecek.”

“Hep gelecek diyorsun babaanne. Annem niye orada oturuyor da bize gelmiyor? Bana el salladı babaanne. Vallahi el salladı.”

Yaşlı kadın çocuğu kucağına aldı. Öptü, kokladı.

“Niye ağlıyorsun babaanne?”

Titreyen yüreğin bu yaşlı vücuda aylardır yaptığı işkenceye daha ne kadar dayanabilecekti bilemiyordu. Torununun kömür gözlerinde dolaşan şu dumanları görmektense…

O iki iri göze bakmaktansa…

“Allah’ım, bana sabır ver!”

“Babaanne bana el salladı diyorum, yalan söylemiyorum.”

“Biliyorum oğlum, biliyorum. Sallamıştır. Sallamıştır da ömründen birkaç yılı senin için feda etmiştir. Çünkü, senin her sabah onun yolunu gözlediğini, onun evden çıkışını sabırsızlıkla beklediğini biliyor. Kalbinin alevine alev kattığını, onu perişan ettiğini, minik yüreğinle en büyük işkenceyi bilmeden ona sunduğunu hem ben biliyorum hem o biliyor hem de Allah.”

Çocuk, dumanlı kömür gözlerini babaannesinin yaşlı gözlerine dikerek; “Annem ne zaman gelecek babaanne?” diye sordu bir daha.

Yaşlı kadın titredi. Yaşlı kadın yutkundu. Beyninde kopan fırtınalı kelimeleri yüreğinin süzgecinden geçirerek toparladı.

“Bak yavrum…” dedi.

“Senin annen… Senin annen…”

Devamını bir türlü getiremedi. Hançerlerin saplandığı yüreği, söylemek istediği kelimeyi aylardır olduğu gibi şimdi de söylemesine izin vermiyordu. Onun annesinin aylar önce öldüğünü, annesinin ikizi olan teyzesinin bu acıyı sindiremediğinden ondan uzak durduğunu nasıl söyleyebilirdi. Bu çocuk yüreğini nasıl közlere atardı.

“Beni kandırıyorsunuz biliyorum babaanne. Annem artık gelmeyecek değil mi?”

“Bunu da nereden çıkartıyorsun a benim güzel oğlum. Elbette gelecek.”

“Ben annemi çok özlüyorum babaanne, çok.” dedi ve titreyen sesiyle devam etti.

“Gelmeyecek. Gelmeyecek işte. Suzan Teyze’nin kızı Eda Abla söyledi. Anneler öldükten sonra bulutlar arasında gezerler, oradan çocuklarını seyrederler, onlara el sallarlarmış… Eğer ben ağlarsam, annem görür ve üzülür, rüyalarıma da gelmezmiş… Babaanne, ben annemi her gün rüyamda görüyorum. Eğer ağlarsam bir daha rüyama girmez mi? Eda Abla doğrumu söylüyor? Allah’ım onu cennetine alır mı? Anneler öldükten sonra cennete gidermiş… Cennet, bizim ev gibi mi babaanne?”

Yaşlı kadının gözyaşları bahar yağmuru gibi süzülüyordu yanaklarından. Bağrına bastığı torununun kömür gözlerindeki o hain dumanların arasında boğuluyordu. Hıçkırıklarını ne kadar gizlemeye çalışsa da başaramıyordu.

“Yavrum benim. Güzel yavrum, sevgili torunum.”

“Annem şimdi bize bakıyordur. Bak, gözyaşlarımı siliyorum. Tek, o üzülmesin, rüyalarımdan ayrılmasını diye… Her gün Allah’ıma dua edeceğim. Onu cennetine alsın diye. Allah, çocukların duasını kabul edermiş. Eda Abla söylemişti. Ben yatmadan önce hep dua ediyorum babaanne. Söz, bir daha da ağlamayacağım. Annemi üzmeyeceğim.”

“Annenin öldüğünü biliyor muydum sen?! Vah, güzel yavrum benim. Talihsiz yavrum.”

Çocuk, başını yaşlı kadının omzuna bıraktı. Dumanlı kömür gözlerinden, anne özlemiyle biraz önce yanaklarından akan yaşların izlerini siliyordu.

On dakika önce önünde sekerek dolaşan minik serçe, bu defa annesiyle birlikte pencerenin önüne kondu. Çocuğun dumanlı kömür gözlerinin içine bakıyor gibiydiler. Birbirinin etrafında dönüp durdular. Çocuk ellerini o tarafa doğru uzattı. Serçeler küçük kafalarını hızlı hızlı oynattı, minik kuyruklarını sallayarak uçup gittiler.

Çocuk, ıslak gözleriyle gökyüzüne doğru süzülen serçelere bakarken annesini görür gibi gülümsedi, el salladı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi