ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 17-05-2025 17:58   Güncelleme : 20-05-2025 21:29

Kara / Deniz İmre

Yazan: Deniz İmre -KARA

Kara / Deniz İmre

KARA

“Para almak için adam asmıyorum, adam astığım için para alıyorum.”
                                                     Kara Ali

            İstanbul, Hicri 1028 / Miladi 1619
 
İstanbul’da ilk kar, daha kasım ayında düşmüştü bu yıl… Geceleri soğuk, gündüzleri pusluydu. Haliç’in üstünde, gökyüzünden yere değil de  ta yerin altından göğe doğru çıkan bir sis vardı sanki.

Eski Saray’ın taş duvarlarının ardında kar, sessiz bir bekçi gibi gezinirken Topkapı Sarayı’nın iç avlusunda birkaç yeniçeri sırayla nöbet tutuyordu. Henüz sabah ezanı okunmamıştı. Rüzgâr, Ayasofya’nın minarelerinden inler gibi süzülüyor, Galata Kulesi'nin en üst penceresine dokunup tekrar Boğaz’a iniyordu.

Boğaz kıyılarından yukarı, Ayasofya'nın kubbesinden Galata Kulesi'nin taş saçlarına kadar yükselen bu kadim şehir, karla örtülmüş halde sabaha hazırlanıyordu. Eyüp sırtlarından aşağı süzülen serin hava ise saray bahçelerindeki kuru fıskiyelere, Harem-i Hümayun’un loş pencerelerine usulca dokunuyordu. Yeni Cami'nin taş ustalarının çekici, sabah sessizliğinde yankı bulamadan sustu.

Süleymaniye'nin minareleri beyazın altında yüceliğini koruyor, Sultanahmet civarındaki Arasta Pazarı'nın taş döşemeleri gece yağan karla parlıyordu. Eski Saray'ın yüksek duvarlarının ardında hizmetliler fenerlerle dolaşıyordu.

Galata'nın taş sokaklarında ecnebi tüccarların dükkanları hâlâ karanlıktı. Surların içindeyse Zeyrek, Fener, Samatya hepsi derin bir uykuya çekilmişti. Her biri zamanın içinden taşan bir dua gibi sustu bu sabah…

İstanbul, bir kuş gibi kendi üstünde dönüyordu ve göğsünde taşıdığı en ağır yük, her zaman olduğu gibi kaderdi.

Ve işte, o kader, o sabah henüz kara bulanmamış bir adamın omzuna konmak üzereydi.

Ali...

Gençti. Sessizdi. Ve İstanbul kadar suskundu.
Topkapı Sarayı’nın iç avlularında, Cellat Ocağı’nı geçerek odunluklara giden taş yolda ilerliyordu. Cübbesi yeni, siyah ve uzundu. Kolları içine doğru bükülmüştü, elleriyse avuçlarında kementin yokluğuyla sıkılıydı. Henüz bir can almamış, henüz infaz etmemişti. O gün ilk görevini alacaktı.

Adımları sessizce avluyu geçti. Yalnızca çizmelerinin altındaki kar, taşlarla fısıldaşıyordu.

Saray uykudaydı. Ama emir uyanıktı.
Ali, saray odunluğunun kapısına vardığında sabah ezanı yeni okunuyordu. Ufukta solgun bir pembelik vardı ama güneş daha doğmamıştı. Elindeki mühürlü kâğıt, parmaklarının arasında kıpırtısızdı. 

O gün infaz edilmesi gereken kişi, halk arasında pek bilinmeyen birisiydi: Eski bir müneccimbaşı yardımcısı... Saraya karşı “kehanetlerle fitne yaymak” suçundan hüküm giymişti. Ama o ismin kim olduğu, Ali için henüz bir anlam taşımıyordu. Çünkü o henüz can almamıştı.

Odunluğun kapısını açan kişi, Ali'nin ustası Köse Sinan Ağa idi.

Yirmi yılı aşkın süredir sarayın cellatbaşısıydı Sinan... Boşnak’tı… Saçları ak değildi ama elleri ölü rengiydi. Sessizdi, emirlere sadıktı. Ama en önemlisi, gözleri hiçbir şey sormaz, hiçbir şey anlatmazdı. Cellat olmak için doğmamış ama bu yola mahkum olmuşlardandı. Ali’nin yoluna onu çıkaran kader, gözünü budaktan sakınmayan bir el arıyordu; Sinan ise bu eli şekillendirecek olan ustaydı.

Sinan, genç çırağını süzerek şöyle bir baktı.
“Üşüyor musun?” dedi.

Ali başını iki yana salladı. Ama dudakları soğuktan değil, korkudan titriyordu.

“Bugün ilk infazını göreceksin. Elin değil, gözün kararacak önce.” dedi Köse Sinan...

“Alışırsa göz, el de kararır zamanla. Ama unutma…

El, sadece buyruğa hizmet eder.

Göz... Bakmamalı artık. Çünkü bakarsa, görür. Görenin ise içi ölür.”

Odunluğun taş duvarları arasında Sinan, Ali'ye kemendi uzattı.

“Bu kement senin değil henüz.” dedi. 

“Bugün tutacaksın ama asılmayacaksın kemende. Ben yapacağım işi. Sen de izleyeceksin. Ama bir şartla: Gözünü kırpmayacaksın.”

İçeri getirilen mahkum zayıf, yaşı geçkin bir adamdı. Elleri bağlıydı. Gözlerinde korkudan çok, tükenmiş bir kabullenme vardı. İçeri girdiğinde hiçbir şey söylemedi. Sadece taş duvarlara, bir zamanlar elleriyle çizdiği yıldız haritalarına bakar gibi baktı.

Sinan kemendi yavaşça boynuna geçirdi. Sonra Ali'ye döndü.

“Şimdi izle.” dedi. 

“Ama ne gördüğünü yalnız kendine söyle.”

Kement gerildiğinde, içerideki hava ağırlaştı. Taşlar bile birden soğudu sanki. Mahkumun gözleri karardı ama içinden bir dua yükseldi. O an Ali’nin yüzüne bir damla ter değil, sanki bir başka adamın ruhu düştü. Göğsünde bir yanma hissetti. Ayakları geri gitmek istedi ama gözlerini kıpırdatmadı.

Birkaç saniye sürdü her şey. Ya da birkaç yüzyıl... Ali bilmiyordu.

Sinan kemendi bıraktığında odada ölüm vardı.
Ali’ye döndü.

“İçinde bir şey çatladıysa sus. Bu çatlaklar bizi cellat yapar.” dedi. 

“İlk infazın budur. İlk susuşun da...”

Ali, taş zemine bakarak başını salladı. Ama o an içinden geçen, bir dua ya da ferman değildi. Sadece tek bir cümle yankılandı aklında:

“Ben kemendini tuttum ama o adam hala gözlerimin içinde yaşıyor.”

Sinan Ağa, üç yıl sonra bir sonbahar günü hastalandı. Sarayın iç bahçesinde yürürken bir sabah yere yığıldı. Kimi zehir, kimi nazar, kimi kader dedi ama o sustu. Tam üç gün konuşmadı. Göğsüne dolan ağırlık, sanki yıllar boyunca içine gömdüğü her infazın geri dönüp onu boğması gibiydi.

Ali, ustasının başucunda bekledi. Gözlerinin altı morarmıştı. Kırk saat uykusuzdu belki de. Ama ağlamadı. Çünkü Sinan ona ilk günden söylemişti:

“Cellat ağlamaz. Eğer ağlarsa, elleri titrer. Eller titrerse kement kayar. Kement kayarsa ruhun kayar.”

Ama işte o an, Ali’nin ruhu kaymaktaydı.
Sinan son gecesinde, odadaki kandilin ışığında titreyen sesiyle Ali’ye baktı ve fısıldadı:

“Bu kemendi sana bıraktım. Ama asıl; seni sana bırakıyorum. Elin sert, ruhun sessiz olsun. Yine de... Bir gün gelir... Eğer göğsünde bir yer sızlarsa, orayı dinle. Çünkü cellat da insandır. Ama unuttuğu için yaşar.”

O gece sabaha karşı Köse Sinan öldü. 

Ali, sabah ilk defa yalnız uyandı.

Saray odunluğunda tek başına yürüdü o sabah. Kendi ayak sesleri bile artık başkasınınkine benziyordu. Sinan’ın yıllardır kullandığı kement, şimdi onun omzundaydı. Ama o kement, o gün çok daha ağırdı.

Ustasının cellat mezarlığına defninden yalnızca dört gün sonra, Ali’ye ilk yalnız infaz görevi verildi. Elindeki mühürlü kâğıtta yazan şuydu:

“Padişahın muhafız birliğinden Bölükbaşı Rasim, sınır seferine gitmeyi reddedip isyan niyetiyle ayak diremiş, ayrıca ağasını hançerle tehdit ederek saray düzenini bozmuştur. Emir sabittir. Canı tez alına. Gecikme olmaya.”

Ali, fermanı üç kez okudu.

Adı geçen kişi… Bölükbaşı Rasim…

Bu isim… Ona tanıdıktı.
 
Geçmişten, uzak ama unutulmamış bir yerden yankılanıyordu.

Hatırladı. Üç yıl önceydi. Ali daha çıraktı. Sinan Ağa’nın yanında ilk eğitimlerini alıyordu. Kılıç tutmayı, kement bağlamayı öğrenirken… Bazen mutfakta, bazen ahırda, bazen de saray avlusunda nöbet bekleyen genç bir askerle sohbet ederdi. O genç adam, hep neşeliydi. Ona "Ali, elini kementten önce kelama alıştır." derdi. "İpi sıkmak kolaydır da... Sıkarken tuttuğun canı tanıyorsan, işin zorlaşır."

O adam… İşte şimdi, infaz edeceği Bölükbaşı Rasim idi.

O gece sarayın odunluğu karanlıktı. Taş duvarlar rutubetle soluyor, zemine serilen hasır üzerinde bir gölge diz çöküyordu. Bölükbaşı Rasim’in gözleri bağlıydı. Ama sesi netti:

“Ali? Sen misin bu? Tanıdım. Bir zamanlar aynı sofrada kuru ekmek paylaştığım adam…”

Ali cevap vermedi. Vermemeliydi.

“Beni isyancı yaptılar. Ama ben yalnızca savaşta ölmek istemedim. Sefer, intihardı. Bilirsin sen. Ben vatanıma ihanet etmedim, sadece itaat etmeyi reddettim.”

Ali kementi eline aldı. Titremedi.

“Yalvarmamı mı bekliyorsun? Yapmam. Senden korkmam da. Ama bir şey söyleyeyim mi?”

Rasim eğildi, dudakları neredeyse fısıltıdaydı:

“Eğer bu gece beni öldürürsen, bir daha kendine bakamayacaksın. Çünkü sen, emri değil, dostunu öldürmüş olacaksın. Ve o zaman... Gerçek cellat olacaksın.”

Ali kementi geçirdi.

Ama her düğümde, her dolamada bir anı düğümlendi içine. Beraber kahkahalarını, mutfak taşında birlikte yedikleri çorbayı, bir zamanlar duyduğu o “kementten önce kelam” sözünü... Hepsini hatırladı bir bir…

İpi çekti.

Yavaşça…

Sonuna kadar…

Ve her santim, bir duvar ördü kalbine. Bölükbaşı Rasim sessizce düştü. Gözleri açık kaldı. Ve içinde bir şey son kez bağırdı Ali’nin: “Bu infaz değil, ihanetti.”

Artık çok geçti.

O günün sabahı, saray odunluğundan çıkan Ali artık bir gölgeydi. “Kara” bir gölge… O günden sonra kement onun sesi, infazlar onun dili oldu. Vicdan denen şeyse, o gecenin taş zemininde, bir dostun cansız bedeniyle birlikte toprağa karışmıştı.

***

TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE  KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...

Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz

                

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi