İKİ SU DAMLASI GİBİ
1 + 1 =2’dir değil mi?
Hayır, her zaman değildir…
Mesela bir su damlasına bir su damlası daha eklesek sonuç iki su damlası mıdır yoksa daha büyük bir su damlası mıdır?
Bu olay, her yağmur yağdığında pencerenizde, her ağladığınızda ya da sıcak bir yaz günü soğuk bir limonata içtiğiniz bardağın üzerinde yani aslında sayısız varyasyonlarla bir günde dünyada belki milyarlarca kez olur. Başlangıçta ayrı ayrı olan iki sıvı damlası buluşup bir araya gelerek daha büyük bir damla oluşturur.
Bilim adamları bu olayın kimyasını, Latince; “bir arada bulunma” anlamına gelen “cohaerere” kelimesinden türemiş “kohezyon” ile açıklıyorlar. Kohezyon, sıvı ve katı maddelerin moleküllerindeki pozitif ve negatif yükler arasında oluşuyor. Bağların ömrü saniyenin trilyonda biri kadar; ancak komşu moleküller arasında sürekli yeni bağ kuruluyor ve bu da bileşiği bir arada tutuyor.
“1+1”in her zaman “iki” olmaması durumu insan ruhunun zihniyle olan etkileşiminde de vardır.
Örneğin, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında “Çelişkilerimiz, umutlarımızdır” der Neitzche.
“Kitleler asla gerçeğin peşinde koşmamıştır. Yanılsamalar isterler ve yanılsamasız yapamazlar. Gerçek olmayanı gerçeklerin üstünde tutarlar; gerçeklerden çok gerçek olmayanın etkisinde kalırlar. Bu ikisi arasında ayrım yapmama eğilimi oldukça yüksektir.” diyen Nietzche’nin çağdaşı Sigmund Freud ise, toplumsal insanı merkeze alarak insan zihni ile ruhunun ilişkisini daha ileri taşır ve Psikoloji biliminin en önemli alt dalı olan Psikanaliz biliminin kurucusu olur.
İnsan ruhuna dair derinlikli çalışmalar yapan ve aradan yüz yıl geçmesine rağmen çürütülemeyen psikanalitik kuramında Freud, insanın zihni ile olan iletişiminde ruhu katmanlara ayırarak yapısal psişe modellemesi ortaya koyar.
Bu modellemede; id, ego ve süper-ego, insan zihninde etkileşime giren ruhun üç katmanıdır. Bu üç katman, bir kişinin zihinsel yaşamının faaliyetlerini ve etkileşimlerini tanımlayan teorik yapılardır.
İd, insanın doğumundan itibaren var olan zihin katmanıdır. Yani, temel ve haz ilkesi ile yönetilen en ilkel benliktir. Örneğin bebekler tamamen haz ilkesinin kurallarına göre davrandıkları için açlık dürtülerinin doyurulmasını beklerler ve acıktıkları zaman bu ihtiyaçları karşılanana kadar ağlamaya devam ederler. Yani, bir bebeği yemek yemesi için kahvaltıyı, öğle veya akşam yemeğini beklemeye ikna edemezsiniz çünkü benliklerinin tek katmanı olan id, bu ihtiyacın anında giderilmesini ister ve benliğin diğer katmanları henüz oluşmamış olduğu için id’in bu dürtüsünü bastıramazlar.
Bebeklik çağının açlık dürtüsünün karşılanmasını bekleyen id, ilerleyen yıllarda cinsellik ve saldırganlık dürtülerinin de karşılanması bekleyen ilkel benlik olarak hep var olacaktır ancak insan yaş aldıkça diğer katmanlar ego ve süper ego ile etkileşimi de başlayacaktır ki, bu etkileşim bireyin toplum içindeki konumunu da etkileyecektir. Tamamen id’in isteklerine göre hareket eden bir birey, kendi istek ve arzuları için başkalarının elindekileri alan bir konuma düşebilir. Bu tür bir davranış bireyin sosyal ortamda reddedilmesine neden olabilir.
Ego benliğin gerçeklik ilkesi ile hareket eden kısmıdır ve ego id’den gelişir. “Ego, şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. Ego, id ve süper egonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir.” diyen Freud’a göre ego, id’in dürtülerini gerçek dünyada kabul edilebilir şekilde ifade eder.
Anlayacağınız üzere, benliğin son katmanı süper egodur. Süper ego, kişiliğin ebeveynlerden ve toplumdan öğrendiği ahlaki kurallar ve düşüncelerini içselleştirdiği kısmıdır. Freud’a göre süper ego beş yaşlarında oluşmaya başlar ve iki kısımdan oluşur ki, bunlar da ego ideali ve vicdandır.
Ego ideali, iyi ve doğru davranışlar için kural ve standartları içerir. Bu davranışlar ebeveynler ve/veya otorite figürleri tarafından onaylanmış davranışlar ve kurallardır. Bunlara uymak gurur, başarı ve değer gibi hisleri beraberinde getirir. Yani, psikoanalitik kurama göre ego ideali, kişinin olmak istediği, öykündüğü mükemmeldir. İdeal olarak görülen kimselere göre şekillenmiş olan bilinçli ya da bilinçsiz zihinsel imge, bireyin olmak istediği şeyin modelidir.
Vicdan ise, toplum ve ebeveynler tarafından kötü görülen davranışları içerir. Bu davranışlar genellikle yasaklanmış ve kötü sonuçlara, cezalara ve suç, pişmanlık gibi duygular hissetmeye neden olan davranışlardır.
Psikanalitik kurama göre süper ego, davranışlarımızı mükemmelleştirmeye ve uygarlaştırmaya, id’den gelen kabul edilemez dürtüleri bastırmaya ve egonun gerçeklik ilkesi yerine ideal standartlara göre hareket etmesini sağlamaya çalışan ruh katmanıdır.
İnsan zihninin karanlık köşelerinde, bütün enerjisini id’den alan “ideal ego” ile “ego ideali” arasındaki karmaşık ilişki…
Yani, insanın kim olduğu sorusunun cevabı kendi kişisel hayatında yaşadıklarıyla şekillenir. Hayatın içinde yaşanan duygusal ve fiziksel travmalar neticesinde ruhunda açılan çatlaklar ya da boşluklar kişinin kendisiyle yüzleşerek kapatılmazsa varılabilecek noktanın bir tür “zihinsel delilik” olması kuvvetle muhtemeldir.
Hiç şüphe yok ki, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki Sanayi Devrimi sonrası yaşanan savaşları, yirminci yüzyılın başındaki salgını, Birinci Dünya Savaşı’nı ve Büyük Buhran’ı bizzat deneyimlenen Sigmund Freud da bu yüzden; “İnsan sanılandan çok daha ahlaklıdır ve hayal edilemeyecek derecede ahlaksızdır.” demiştir.
Ve İkinci Dünya Savaşı…
Sigmund Freud ömrü yetmediğinden bizzat yaşayamasa da, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananlar, onun kuramlarının kolay kolay çürütülemeyeceği gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Diğer birçok ülkede olduğu gibi Hollanda toplumunda da İkinci Dünya Savaşı büyük travmalara yol açmıştı. Hollandalı yazar Willem Frederik Hermans, Sigmund Freud’un açtığı yolda ilerleyerek, 1958 yılında yazdığı “The Dark Room of Damocles (Damocles’in Karanlık Odası) romanı gelmiş geçmiş en iyi İkinci Dünya Savaşı romanı kabul edilir. Çünkü bu roman, alışılagelmiş savaş romanlarından farklı olarak psikolojik gerilim türünde yazılmış bir roman olup “zihinsel deliliğin” incelemesi gibidir.
Özellikle Nazi işgali ve II. Dünya Savaşı gibi tarihi travmatik olayların, hem kişisel hem de toplumsal dramaları şekillendirdiği roman uyarlaması filmlerinin edebiyatla iç içe geçen sinematik anlatım tarzı, karakter derinliği ve tematik zenginlikliği ile özgün bir sinema dili oluşturarak Hollanda Sineması’nın uluslararası arenada tanınmasına en fazla katkı sağlayan isimlerden biri olan Fons Rademakers, bu kez de Willem Frederik Hermans’ın “The Dark Room of Damocles” romanını kendisi senaryolaştırarak 1963 yılında “Als Twe Druppels Water (İki Su Damlası Gibi)” filmini çekti.
Sigmund Freud’un kuramlarının izinden giden usta yönetmen Fons Rademakers, karakterlerinin idealist bir bakış açısına sahip olup olmadıklarını ve bu ideallerin gerçek dünyada nasıl işlediğini sorguladığı bu filminde sinemaseverleri “ego ideali”nden “ideal ego”ya psikanalitik bir yolculuğa çıkaracaktır.
Nitekim filmin ilk sekansında; Hollanda’nın Nazi işgali yıllarındaki yağmurlu bir günde, Leiden şehrinin Voorschoten bölgesinde bulunan bir puro dükkanındaki;
- Eğer herkes direnişe katılsaydı, Almanlar çoktan yok olurdu.
- Eğer herkes kahraman olsaydı ama herkes kahraman değil.
Açılış diyaloğu, bu filmin; karakterlerin içsel çatışmalarını ve bu çatışmaların toplumsal değerlerle olan ilişkilerini inceleyeceğinin ilk işaretidir.
Yağmurlu bir gün ve bu ilk diyalog, su damlacıkları ve ruhun katmanlarında “1+1”in “2” olmamasını eşleştirmesi bakımından oldukça çarpıcı subliminal bir mesajdır.
Lex Schoorel’in canlandırdığı filmin ana karakteri olan “Ducker”dan bahsetmeden önce, yine Freud’un “Oidipus Kompleksi” teorisine göz atmamız gerekiyor.
Freud’un bu teorisine göre; her çocuğun ilk aşkı karşı cinsteki ebeveynidir. Yani küçük erkek çocuk için annesi, küçük kız çocuk için babası. Bu durum, olumlu ve olumsuz olmak üzere iki şekilde açığa çıkar.
Olumlu biçim, kompleksin adını aldığı eski Yunan efsanesi olan “Kral Oidipus Efsanesi”ne uygunluk gösterir ve erkek çocuklar babalarına ve kız çocuklarsa annelerine rakip-düşman kimse gözüyle bakarak, içten içe onların yok olmasını isterler.
Olumsuz biçimse bunun tam tersidir. Freud, bireyin kişilik gelişiminin 3-5 yaş arasındaki dönemini “fallik dönem” olarak adlandırılır. Erkek çocuğun, annesine karşı duyduğu duygusal yakınlık nedeniyle babası tarafından cezalandırılacağı korkusunu yaşadığı bu döneme Freud, Oidipus Kompleksi adını vermiştir. Beş yaşından sonra ise bu karmaşıklık etkisini yitirerek bir duraklama-uyuklama dönemine girer ancak buluğla birlikte yeniden canlanma gösterir ve sevisel seçimlerle yani başka kişilerle olan duygusal veya cinsel yakınlaşmalarla az ya da çok bir başarıyla bu kompleksin kişisel gelişim içindeki yıkımı gerçekleştirir.
Ve filmin ana karakteri Ducker…
Evli ve genç biri olmasına rağmen Freud’un Oidipus Kompleksi’nin buluğ çağına henüz geçememiş uyuklama döneminde olan kişilik gelişimine sahip bir karakter gibidir. İlk olarak karısının başka bir erkekle öpüştüğünü buzlu camın ardından görmesi ve sonrasında genç bir delikanlı olmasına rağmen henüz sakalları ve bıyıklarının çıkmamış olmasının Marianne’nin onun sarı olan saçlarını siyaha boyadığı sahnede vurgulanması bu duruma dair dikkat çekici bir göndermelerdir.
Ducker sarı olan saçlarını niye siyaha boyatıyor diye düşünüyorsanız da, bunun tek bir sebebi var…
Dorbeck’e benzemek için…
Dorbeck, bir gece Ducker’in evinin arka bahçesine paraşütle inen ve “Direniş”e katıldığını iddia eden bir asker. Saçlarının rengi siyah olması dışında Ducker’a tıpatıp benzeyen ve kusursuz mükemmeliğe sahip gizemli biri.
Ducker için Dorbeck ego idealinden başka birşey değildir elbette ki… Dorbeck, Ducker’ın olmak istediği ideal yani ego ideali…
Ducker ve Dorbeck isimlerinin içinde yer alan “d c k” harfleri erkek genital organının ingilizce ifadesinin (dick) içinde de yer alıyor olması da senarist yönetmen tarafından bilinçli yapılmış bir tercihtir.
Ducker’ın saçlarını siyaha boyayan Marianne ile yakınlaşıp seks yapması ve kendisi gibi halüsünasyonlar gören ruh sağlığı bozuk annesi ve duygusal ve cinsel yakınlaşma yaşamdığı karısının Gestapo tarafından yakalanmasına tepkisiz kalması onun Oidipus kompleksini kırmasına bir göndermedir.
Direniş hareketine katılmadığı için kendisini faydasız hisseden ve kahraman olmak isteyen Ducker, Dorbeck ile tanışmasından sonra Almanlara karşı yürütülen “Direniş”e katılır. Kimi zaman bizzat Dorbeck’ten gelen kimi zaman da telefonla, posta yoluyla ya da bilinmeyen gizemli elçilerden gelen emirleri sadakatle yerine getirir. Dorbeck, Gestapo'ya ve Hollandalı Nazi işbirlikçilerine yönelik tehlikeli saldırılar için Ducker’dan yardım ister, hatta olası bir tehlike olarak gördüğü masum insanları bile ona öldürtür.
Savaşın bitiminden sonra Dorbeck ortadan kaybolur ve Ducker, Almanlarla işbirliği nedeniyle tutuklanır. Ducker’a göre kahramanca olan eylemler aslında bir hainin eylemleridir ve savaş bittiğinde Almanların casusu olarak görülür.
Ducker, işbirlikçilere ve işgalcilere karşı işlediği cinayetleri ve hatta zulümleri itiraf etmesine rağmen askeri savcılar ona inanmazlar. Ducker’ın masumiyetini yalnızca Dorbeck’in şahitliği kanıtlayabilecektir ama onu da yapılan araştırmalarda ne bilen ne de duyan vardır ve Ducker mahkum edilir. Yani diğer bir ifade ile; ego ideali ile ideal ego arasındaki dengeyi sağlayan süper ego gelişkin olmadığı için toplum tarafından birey dışlanmaktadır.
Yönetmenin tepe kamerası ile çekerek varoluşsal mesajını görsel anlatımla ifade ettiği kapanış sekansı; insan hayatına ve ilişkilerine dair, kadın ve erkek ruhunun katmanlarının benzerlikleri ve farklılıklarını vurgulaması açısından oldukça anlamlı bir finaldir.
Aynı zamanda karakterlerin benzerlikleri üzerinden bağlantı kurmalarının yanında, farklılıklarının da birbiriyle nasıl uyum sağladığı ve bu iki durumun nasıl iç içe geçtiğini gösterirken filmin tamamına hakim olan psikolojik gerilime de uygun, usta işi bir sondur.
Bu son sekansta; savaş bitimiyle ortadan kaybolan Dorbeck, mayolu bir şekilde yani üzerilerindeki giysilerden kurtulmuş bir şekilde sonsuzluğun sembolü deniz kıyısındaki tehlikeli ve orada bulunması cesaret isteyen sarp kayalıkların üzerine uzanmış haldedir. Yanında ise bikinisiyle Marianne bulunmakta ve Dorbeck’in çıplak vücuduna dokunmaktadır. Marianne, Dorbeck’i öpmeden önce aralarında filmin son diyaloğu geçer.
- Savaş zamanı sana benzeyen birini tanıdım.
- Bana benzeyen birini mi?
- Evet, hık demiş burnundan düşmüş gibiydi.
Benzerlikler karşıt cinsleri birbirine yaklaştırırken aynı zamanda birbirlerinden farklıları, onları bir araya getiren duygusal bağları güçlendirir.
İki su damlası gibi…